Yaşama karşı sımsıcak bir sevgi besliyorum... -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
“Tavuklar gibi akşamdan yatıyor musun? Seni ev kuşu!” gibi kışkırtmaları, “Bak, dışarıda hayat var. Çıkalım bir gece; yiyelim içelim, eğlenelim. Seni bir güzel yaşatayım. Bundan sonra evlere sığmayacaksın” gibi özendirmeleri, “Çok iyiliğini gördük, bari ödeme olanağı tanı” gibi sözleri hiç etkilememişti. Ta ki, “Sen en iyisi evde otur. Çamaşırı, bulaşığı ihmal etme” deyinceye kadar. Bu sözler, yenilir yutulur cinsten değildi. Bardak taşmıştı. … Davetliyim de; para mara gerekmez. Ama her olasılığa karşı, buzdolabını yenilemek için ayırdığım peşinatı yanıma aldım. Bizim Remzi dünden hazır; kapının önünde volta atıyor. Beni görünce, zevkten dört köşe oldu. Biraz da alaylı, bağırmaya başladı: - Türkiye, Türkiye… … Yaptığım, hatta evcek yaptığımız iyilikleri, evine gelen hacizleri püskürtüşümüzü unutmuyor tabi. Bir kaç ay önce “Bizi kazıkladı!” deyip dövmeye gelenlerin elinden kurtarmam da az şey değildi doğrusu. Şimdi, o da insan evladı, doğal olarak eksikleniyor; “Bir şey yapamıyorum, bari doğru dürüst bir sosyal yaşamı olmayan Mehmet ağabeyimi gezdirip tozdurayım, yedirip içireyim, bir karşılık vermiş olayım” diye düşünüyordur içinden. Ha bakın, bir konuda günahını almayalım. Remzi hiç bir zaman elden para almaz. Onun çalışma yöntemi “Bozukluk Kalmamışçılık”tır. Kimi zaman da “Tüh cüzdanı unutmuşum” diye hayıflanır. Artık, sigara parasıdır, yol parasıdır, mal ve hizmet türünden ne denk gelirse yüklemeler yapar. Uzak demeyelim ama birazcık aralı durmakta yarar vardır. Ama bu kez başka! Davetliyim. Remzi, minnet borcu ödemek istiyor. - Haydi gidelim… … Bu arada Remzi’nin cüzdanında bozuk para kalmamış. Eh, o kadar olur; onluğu veriverdim taksiciye. … Restorana vardık, girişi oldukça gösterişli. Kapıdaki görevliler özel giysili. Müşteri karşılamak için ayakta bekliyorlar. Biz kapıdan girip masamıza ulaşana kadar, dördü beşi eşlik etti. Bir sevgi seli çevremizde; saygı ona keza. Yerlere kadar eğilmelerden belleri kamburlaşacak, diye korkmadım desem yalan olur. Hatta bir an, kendimden bile şüpheye düştüm. Gömlek cebimde nüfus cüzdanım vardı, çıkardım baktım, tahmin ettiğim gibi, benden başkası değil. Görevlilerden saygı sevgi görüyorum, diyorum ama, bu devede kulak bile değil; itibarın büyüğü Remzi’ye. “Remzi bey, beyim, ağabeyimiz, beyefendi” sözleri havalarda uçuşuyor. … Masamıza gelince ikisi üçü sandalyeleri çekmek için atak yaptı. Ben kendi sandalyemi kendim çekmekte ısrar edince, Remzi tarafından bir güzel ayıplandım, hatta haşlandım. Görevlilere “Arkadaşın kusuruna bakmayın, görgüsüzdür” der gibi bakıp sinsi sinsi güldü, sonra kulağıma eğildi: - Bir daha garsonların işini yapmaya kalkışma, beni de yerin dibine geçirme! “Ben nerden bileyim böyle şeyleri, gençliğimde padişah mıydım?” dedim de, takılmadan da edemedim: - Remzi yahu, hepsi çok itibar ediyor da, şu sarışın olanı pek oralı değil. Seni tanımıyor mu ne? Bizimki bu sözlerden çok etkilendi. Adeta küplere bindi: - Tanıyacaklar! Herkes Remzi abisini tanıyacak. Öyle yağma yok. Kimsenin ekmeğiyle oynamak istemem, ama zorlamasınlar. Sabrın da bir sınırı var! Öğrendik ki, çocuk işe yeni girmiş. Remzi abisini tanımıyor, yeni öğrenecek. … Yerleştik. Yiyecekler, içecekler ardı ardına gelmeye başladı. Remzi’nin tek derdi beni ağırlamak, ikrama boğmak. İkide bir : - Memedim ye, çekinme ye. Darılırım vallahi ! deyip duruyor. Bir ara parmaklarını şıklattı; gelen garsonun kulağına bir şeyler fısıldadı. Garson geldi yanıma dikildi. - Bu niye başıma dikildi ? - Senin çok çok zengin, ama çok sinirli biri olduğunu, bir söylediğini bir daha yinelemediğini, anlayamazlarsa kötü şeyler yapabileceğini söyledim. Siparişlerini duyamam, başıma bela alırım diye başucunda bekliyor. Hay Allah ! Gayriihtiyari başımı döndürür gibi yaptım, çocuk gözümün içine bakıyor. “Gece bitse de kurtulsam şu namussuzdan, mafya babası mıdır, ne boktur !” diye düşündüğüne bahse girerim. Ama iş iştir, ve de ekmek aslanın ağzındadır. Çocukcağız, şöyle dönüp “Öl” desem, kendini yere atıverecekmiş gibi, kuşkulu kuşkulu bekliyor. Remzi’ye “Bu hep başımda mı duracak?” dedim. “Tabii” dedi, ekledi “Sen de bir bahşiş at da, çocuğa çalışma şevki gelsin.” Çıkardım, bir onluk da ona verdim. Davetli olan biziz ama taksiciye verdiğim onluğu da sayarsak, bizim evin üç günlük yeme içme masrafı şimdiden gitti. Garsonun onluğa burun kıvırması da cabası. Böyle yerler bize göre mi canım. Bir de Remzi’nin ödeyeceği hesabı düşünüyorum da. Üf üf üf. … Bu arada Remzi, beni şaşırtmaya devam ediyor. Durmadan yeni siparişler veriyor. Bana da, “Çekinme ye” diyor. Nereden biliyorsa “Sen bunu seversin ye” diye diye her çeşit yiyeceği söyleyip tadına bakıyor. Bitmek tükenmek bilmeyen siparişlerine bakıp “Ne müsrif adam” desem de yapacak bir şey yok. Coştu bir kez; ille de beni ağırlayacak. Ben böyle, bir gecede bir aylığı yiyecek kadar savurganlık görmediğim için, rahatsız oluyorum. Ben pilavı bile ekmeksiz yiyemeyen türdenim çoktan doydum. O hâlâ “Çekinme ye, darılırım, gücenirim” lerde. Hatta aklına dahiyane bir fikir gelmiş gibi de bağırıyor: - Hoop! Sen havyara bayılırsın. Bayılırmışım. Daha önce hiç yemediğimden bilmiyordum. Zaten her şeyin tadına da o bakıyor. Kendisi için söylüyor. Doğrusunu isterseniz sipariş verme ihtiyacımız da yok. Özel garsonumuz var ya, çocuk, siparişleri sohbetin satır aralarından yakalayıp anında konduruyor. Bir ara, hazır garson da yokken: - Remzi, ben hiç havyar yemedim. Sevmem herhalde, dedim. Aman ne kötü laf etmişim. Yüzünü buruşturdu: - Ayıp ayıp, buraya beni utandırmaya mı geldin? Böyle yerlerde beğenmesen bile beğenmiş gibi yapacaksın. Görgü kuralı diye bir şey duymadın mı sen? Hem beğendiğini göster ki, ayıp olmasın. Demek ki, beğenmesem bile beğenmiş gibi yapacağım. O konularda biraz bilgimiz var tabii. - Hanım “Bamya çok nefis olmuş” der gibi mi yapayım ? Bu, çok hoşuna gitti. Yüzünün buruşukluğu geçti. … Remzi gece boyu yedi içti. Ben konuğum ya, hem doydum hem de fazla yük olmayayım, diye ucundan ucundan kıynaştırdım. Aslında ben iki tek sandvici ardı ardına yesem midem rahatsızlanır. Ama, masamız da kral sofrası gibi. Hepsi yabana gidecek; bari bir parça et yiyeyim, dedim. Garsona döndüm: “Koy bir kadeh de şarap.” O ana kadar durmadan yiyip içen, benim öyle baktığımı görüp “Çekinme ye, darılırım ye!” diye diye tıkınan Remzi, gözlerini bana dikti: - Bana bak Mehmet, hopur hopur yiyorsun, löpür löpür de içiyorsun. Çok güzel… Ama bende bir kuruş para yok ha. Ona göre ye iç. İsraf haram! Gitti bizim yeni buzdolabının peşinatı. … Remzi mi? O beş gül beş yaprak. Adam yaşamayı biliyor. Her gece bir yerlerde keyifte. Evde tüneyecek değil ya; tavuk mu bu?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Önder, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |