Bir kimse, neden oltasını, içinde tek bir balık olmadığını bildiği bir göle sarkıtır? -Adalet Ağaoğlu |
|
||||||||||
|
Babam okuduğum okulun müdürlüğüne asaleten atamasını bekliyordu. Babamın okul müdürü olması nedeniyle torpilli olduğuma inancımla kendimi daha şimdiden ortaokul öğrencisi olarak görüyordum. Ne var ki aynı beklenti içinde olup okulda eskiden beri görev yapan öğretmenler dışarıdan birinin Müdürlük kadrosuna vekâleten de olsa atanmasını hazmedemiyorlardı. O zamanlar ilkokulu bitirebilmek için bir de ayrıca sınava tabi tutulurduk. Benim o sınavlarda başarılı olabilmem mümkün olamazdı, çünkü sorulan sorular zaten düşük olan kapasitemin çok üstünde sorulardı. O zamanlar nasıl olduğunu bile anlamadan ilkokul beşinci sınıfı ikinci defa okumak üzere sınıfta kalmıştım. Bunun için günlerce ağladım. Babam, öğretmenlerden kaynaklanan bu olumsuzluğu kendisi üslenerek, “daha çok pişmen için ben bıraktırdım seni beşinci sınıfta,” diyordu. ‘Babam böyle diyorsa bildiği bir şey var ki, diyordur,’ diyerek mızmızlanmayı bırakarak haytalıklarıma yeniden başladım. * Ara cadde iki yanındaki yüksek binalardan ve yıllanmış ağaçlardan ötürü sürekli gölge içinde kalıyordu ve güneşin güçlü olduğu günlerde bile serin bir koridoru andırıyordu. Bu kasvetli görüntüsü insanın içini karartıyordu. Oturduğumuz binanın zemin katında iki dükkân vardı. Bunlardan daha küçük olan çay ocağıydı. Babam, arada sırada buraya uğrayarak çay içiyordu. Sanırım oradakilerle sohbet etmek de hoşuna gidiyordu. Daha çok da bitişik dükkânda esnaflık yapan emekli imam ile… Emekli imam, dükkânında cenaze levazımatından tutun da Kuran’ı Kerim’e kadar pek çok şey satıyordu. Tüm semtin bu tür ihtiyaçlarını karşılayan bir dükkândı onun ki… İlkokul beşte çaktıktan sonra, o yaz tatilini haytalığın her türlüsüyle geçirmekteydim. Çay ocağı, babamdan kolayca harçlık alabildiğim bir yerdi. Onu, yeter ki orada otururken yakalayayım; içerdekilere iyi baba olduğunu göstermek için hemen bonkörlüğünü gösteriyordu. Kahveci, bu sömürü sistemime engel olmak amacıyla, bir gün, “bana bir askıcı lazım; senin oğlan aylak aylak dolanıp, senden harçlık alacağına, burada çalışsa ya,” dedi. Babam, “beceremez,” diyerek ona karşı çıktı. Babamın bu tutumu öyle ağrıma gitti ki, bozularak hemen itiraz ettim. “Nedenmiş o? Beceririm!” Babam itirazını sürdürmedi bile; “istiyorsan çalış mademki,” dedi. Beni, bir güzel tuzağa düşürüp, haytalıklarımdan kurtulmuştu ya, helal olsun babama! Çalışmayı pek istemediğim halde, beceriksiz olmadığımı kanıtlayarak onurumu kurtarmak için dört elle sarılmıştım yeni işime. Yaptığım iş, çocuk oyuncağıydı; cadde üstündeki diğer esnafları dolaşarak çay siparişlerini almak ve sipariş edilen çayları sahiplerine götürmekti. Babam, çay ocağına geldiğinde elimde askıyla çay, kahve taşıdığımı görmekten dolayı, halime bıyık altından gülümsüyordu. Ben de, ona bir işe yaradığımı ispatladığımı düşünerek kasılıyordum. Evin iyice eskiyen kırık dökük eşyalarından şikâyetleri başlayan annem, hele bir de, o gün oturmaya bir komşusu geldiyse, “Bu gün komşuların yanında yerin dibine geçtim gene…” diye başlayan söylemlerle babamın başının etini yiyordu. “Benim kazancımla evi idare et de, babamın maaşlarını biriktirip, istediğin eşyaları al madem ki,” diyerek, kazandığım parayı olduğu gibi anneme vermeye başlamıştım. Öte yandan, evde hep benim istediğim yemekler pişirilsin istiyordum. “Canım mantı istedi, bugün bir mantı yapsan ya anne…” “Tamam oğlum, yaparım.” Anneme verdiğim paranın, pişirilmesini istediğim mantının kıymasına bile zar zor yettiğini düşünemiyordum. Annem de bunu düşünmemi istemiyor, kendi cebinden yaptığı takviyelerle her istediğim yemeği pişiriyordu. Belki bana, bir işe yaradığımı gösterme isteğiydi onunki; yararı da oluyordu, çünkü özgüvenim artıyordu. * Madam kolay kolay evde bulunmazdı. Sıska ve yaşlı vücudunda fıkır fıkır bir enerji hakimdi. Yerinde duramazdı katiyen, illa bir şeylerle meşgul olacak. Süsüne pek düşkündü. Bir elinde ayna, bir elinde pamuk, sürekli gül suyuyla yüzünü siliyordu. Aynı yerleri defalarca sil babam sil! Sıkılmazdı da… Sonra fondoternle, pudrayla, allıkla, kaş kalemiyle, rimeliyle, rujuyla, adeta badana yapar gibi, bir güzel boyanırdı. Makyajsız yetmiş yaşını yansıtan o surat hemen elli yaşına dönerdi. Ağdayla bacak kılarının alındığını ilk kez ondan görmüşüm. Evet, annem de ateşin üstünde şekerli suyu dakikalarca kaynatıp, macun kıvamına getirerek ağda üretirdi, ama onunla odalarına girer, kapıyı da rahatsız etmememiz için içerden bir güzel kilitlerdi. Madam öyle değil, o benim yanımda macunu bacakları üstüne sıvaya sıvaya kıllarını yolmaktan çekinmemişti. O macunu bacak derisinin üstünden hızla çektikçe de adeta benim canım acımıştı. Madam, haftada bir evine temizlikçi kadın alarak bir uçtan öbür uca her yanı silip süpürttürüyor, kirlilerini yıkattırıyor, ütületiyordu. Kendisi bu tür işlere katiyen elini sürmüyordu. Bunun tam tersine de mutfağında her işi kendi zevkince kendisi yapıyordu. Annemden benim yahni yemeğini çok sevdiğimi duyduktan sonra, ortak sevgimiz olan bu yemeği sık sık pişiren Madam, her pişirişinde beni yahni yemeye çağırıyordu. Onun yahnisinden katiyen gocunmuyordum artık; hatta, ─ laf aramızda ─ onun dediği gibi, “en lezzetli yahni keçi etiyle pişirilendi.” Bir gün çocukça bir merakla, “Madam, bu kadar çok et alacak parayı nereden buluyorsun?” diye sormuştum. Soruma cevap vermesine fırsat bırakmadan, hemen ikinci sorumu da sormuştum. “Evinde hiç durmuyorsun. Hemen her gün çıkıp gidiyorsun. Yoksa bir işte mi çalışıyorsun?” Onca zahmete girip, uzun uzun cümleler kurarak sorduğum sorularıma kısacık bir cevap vermekle yetindi. “Tanrı veriyor.” “Bize niçin vermiyor da, sana veriyor? Bizi başımız kel mi?” Gülerek karşıladı bu sorumu. Sonra, “sizin Tanrı başka, bizim Tanrı başka… Sizi Tanrı, Allah… Sizin Allah babanız cimri, bizim Tanrı cömert…” Kafam öyle bir karışmıştı ki, şapşal şapsal baka kalmıştım. O, halime gülmeyi az daha sürdürdükten sonra, “şaka, şaka…” diyerek gerçeğini anlattı. Bunun babası, İstanbul’da cam tüccarıymış. Hem perakende, hem toptancı… Adam öldükten sonra dükkan abisi ile buna kalmış. Abisi aynı işi sürdürdüğünden bunun payına mahsuben belirli bir kira ödüyormuş ve o kira madamın geçimini rahatlıkla sağlıyormuş… “Sen anladın?” diye sorduğunda, “Anladım,” dedim. Biraz, bir şeyler anlamıştım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |