Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Bir gün bizim kasabaya derin mi derin bir muskacı hoca çıktı geldi. Bir ev tutup yerleşti. Çok memleketi iyi etmiş, sıra bizim kasabalıyı iyi etmeye gelmiş. Amaç, sağlıklı bir toplum yaratmak tabi. Hoca keskin olunca, ünü de kısa sürede yayıldı. Memlekette dertsiz tasasız kimse de yok; denize düşen de malum yılana sarılır, inanan inanmayan herkeste, “Ben de bir görünsem ne yitiririm.” düşüncesi filizlenmeye başladı. Ama bu iş düşünmekle, istemekle de olmuyor. Gidebileni var gidemeyeni ver, çevreden çekineni var, her olasılığa karşı oralarda görünmek istemeyeni var. Dayanılmaz bir baş ağrısı yakınması olan Şükran teyzem de kendini göstermek istemeyenlerden. Ama, gelen hoca da derin mi derin; kıyamıyor da. İş sonunda yine benim başımda patladı. Neymiş? Ben esnafmışım, iş için geldim, der geçiştirirmişim. Sonunda ısrarlarına dayanamayıp kabul ettim. Başa geleni baş çeker derler ya, artık “Uyduracağız bir şeyler, inanırlarsa da inanmazlarsa da…” deyip yola koyuldum. … Hocanın mahallesi de maşallah bizim mahalleyi aratmıyor. Mahalledeki kadın erkek herkesin hocanın evinin bulunduğu mahallede işi olmalı, yolda gördüğüm her üç kişiden biri bizim mahalleden. Çoğu hısım akraba ziyareti için gelmiş olmalı. Başka bir mahallede yabancılık çekmemek, hoşuma da gitmedi değil doğrusu. Şükran teyzenin tarif ettiği yere yaklaşırken, bir yandan da çatılardaki, balkonlardaki çanak antenleri gözetlemeğe başladım: Tek çanak, tek çanak, bu da tek çanak; hah çift çanak, Hocaefendinin evi burası olmalı. Baktım kapı kıyık, göz ucuyla şöyle bir süzer gibi yaptım, tamam burası. Ama avlu hıncahınç dolu. Oturup bekleyecek yer bulmak çok zor. O da ne, hısım akraba ziyaretine gidiyor sandığım bizim mahalleli tam kadro burada. Ama, ben dünyada giremem buraya. Girmek beklemek bir şey değil de, toplumda alay konusu olmak var. Zaten görünmek sakıncalı olmasa, Şükran teyzem kendisi gelirdi. Kapıdan içeri giremem ya, haydi girdim diyelim; ne diyeceğim soranlara? Hocaefendinin ikinci çanağının ayarı bozulmuş ‘badeleme’de zorluk çekiyormuş, ayar yapmaya geldim mi diyeceğim. Zor inanırlar. Aklıma da başka bahane gelmiyor. … Neyse, başka bir yöntem bulacağız artık. İlk iş oradan hızla uzaklaştım. Hem yürüyorum hem düşünüyorum; Hocaefendiye gitmeden, elegüne rezil olmadan Şükran teyzemin sağaltımını nasıl yapacağız? Yürürken beynimde bir şimşek çaktı. Bu adamın yaptığı işin bir ciddiyeti var mı? Ne gezer. Peki, bu işlerin nasıl yapılacağı konusunda en az kırk kişiden dinlenmiş duyumlarımız yok mu? O elbette var: “Mehmet” dedim, “Sen bu işi kıvırırsın, hem de alâsını!” Daldım yol üstündeki kahvehanelerden birine; her kahvede olduğu gibi, burada da kağıt bol. Kahveci okeyciler, pişticiler için tomar tomar not kağıdı hazırlamış. Bir de çay söyleyip başladım düşünmeğe. İş o kadar da kolay değil; bildiğim kadarıyla üç ayrı yazı hazırlamak gerekiyor. Birincisi şişeye konulup üstüne su doldurulacak, günde üç ilâ beş kez birer bardak içilecek, azaldıkça su eklenecek. On beş gün; tedavi tam anlamıyla salâh kaydetmezse üç haftaya, hatta bir bir buçuk aya kadar uzatılabilecek. Süreç kişinin bünyesine göre değişiyor. Bu uygulama tedavinin en önemli kısmı. De, ne yazacağız. Bu konularda tek bilmediğim husus bu. Ama benim de elimde kozlarım var. En önemli kozum şu, Şükran teyzemin okuması yazması yok. Tabi iş böyle olunca sağaltım (tedavi) bir tür çocuk oyuncağına dönmüş oluyor. Hıım. Bu hım aklıma güzel bir düşünce geldiğinin hımı. Yazacak şey mi yok, yukarıdan aşağıya döşenirsin Beşiktaş on birini. Al sana yazı. Tabi, Portekizcemizin zayıflığı ilk anda sorun olmadı değil. Ama kahvehanelerde tüm spor gazetelerinin bulunması o surunu da bir anda sorun olmaktan çıkarıverdi. Bu arada en alta iki de yedek oyuncu döşendim. Öyle ya, bunun sakatlığı var, kartı kurtu var. İki topçu yüzünden sağaltım işi yarım mı kalsın? … Şimdi geldik ikinci yazımıza, bu yazı el ayak değmeyecek, üstüne basılmayacak ücra bir yere gömülecek. Örneğim kesik başlarına, evin delik kovuk bir yerine sokuşturulmasında büyük yarar var. Neyse oralarını Şükran teyzem halleder de asıl sorun buna ne yazılacak? Kahveye oturmak da öyle söğüt gölgesinde oturmağa benzemiyor; iş uzadıkça masraf da artıyor. Kahveci oyun oynamadığımı, yanıma da kimsenin gelmediğini görüp her on dakikada bir çay getirmeğe başladı. Tek de olsam masanın dört kişilik hasılatını benden çıkarmağa çalışıyor. Ikın sıkın “Hıım” dedirtecek güzel bir düşünce de gelmiyor ki, israf haram, deyip sıvışayım. Şöyle güncel bir şey yazayım bari. Bak şu olur; “Amerika Amerika Patriyotlarını da al defol git.” desem; neden olmasın? Amerikalılar “Bizim ilgimiz yok. Siz istediniz Nato geldi yerleştirdi” deyip itiraz edecek değil ya kovuktaki yazıya. Başladım bunu da alt alta yazmaya, “Amerika Amerike Patriotlarını da al defol git.” Malum takım galip gelince balkonlardan adam avlamaya alışkın, sporcu ruhlu bir milletiz, bunu da on bire tamamladım. İşin üçte ikisi tamamdır. Bu arada, tek başıma masa işgal etmem, çay parasıyla da karşılanmayacak sorunlar çıkarmaya başladı. Hatta birileri oyun oynayacaklarını belli ede ede başıma dikildi, biri okey takımlarını getirip şaldır şuldur masanın üstüne yığdı. Daha bizim muska yapılacak yazının ilhamı bile gelmedi, ama ne yaparsınız. Şöyle masanın köşesine doğru çekildim, başladılar taş işçiliğinin inceliklerini sergilemeye. En son gelen beni öncekilerden birinin arkadaşı sandı. Elimde kağıt kalemi de görünce tek tek adlarını yazdırdı. Artık ben de örgüttenim ya, biri “Çaylar beş olsun.” diye bağırdı. Tabi, olsun artık o kadar, oyunun kağıt üstündeki kısmını biz yönetiyoruz. Ben bir yandan çayımı yudumlarken bir yandan da muskaya yazacağım yazı için ilham arayışlarındayım. Arada da biri beni azarlayıp duruyor. Neymiş oyunu bunlar kazanmış, ben ötekilere yazmışım, kafam nerdeymiş. Yüzümü ekşitmesem, “Mö!” diye taklidimi yapacak, densiz. Çok lazımdı sizin puanlarınız. Biz burada ilhamsızlıktan mahsur kalmışız. … Neyse ki, işçi hakları imdada yetişti. Son kağıda da işçiyiz, hakkımızı söke söke alırız, taşeronlaşmaya son, emeğe saygı gibi söylemler sıralayıp tamamladım. Masadan uzaklaşırken, o çeteleyi iyi tutamadım, diye ikide birde azar savuran hâlâ bağırıyordu: - Nereye hooop! Benim hop mop dinleyecek vaktim mi var arkadaş. … Bahçe kapısından girerken baktım, Şükran teyzem yollarımı gözlüyor. “Hocaefendinin selamı var.” deyip hemen yapacaklarını anlattım, çok deneyimli, bir daha yineletmedi. Zaten, ben sokak kapısından içeri adımımı atarken, baş ağrısı da bıçak gibi kesilmiş; işin özünü kaptık anlayacağınız. av.mehmetonder@hotmail.com
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Önder, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |