Ölümden sonra yeni birşeylerin olduğu konusunda umutluyum. -Platon |
|
||||||||||
|
Kendi makinemi bir süre izledikten sonra elimdeki makası açıp kapayarak; sanki onları kesmek ister gibi diğer işçilere bakıyordum. Önümde 30–40 yaşlarında bir işçi vardı. Zayıftı. Kamburu çıkmıştı. Saçı sanki birkaç gündür taranmamış gibiydi. Çilekeşliğin bir ürünü olarak alnında kırışıklar artmış, göz torbaları morarmış ve yüzü gülümsemekten yoksun kalmıştı. Uzamış olan kirli sakalının farkına bile varmadan, elindeki işi bir an önce bitirme uğraşı veriyordu. Gözü, sık sık önündeki genç çocuğa kayıyordu ve ona baktıktan sonra gözünden akan yaşı siliyordu. Sürekli kendini onunla karşılaştırıyordu. Ya da, zorundaydı buna. Genç çocuk gibi eline aldığı pantolonun parçalarını tek bir basışta bitirmeye çalışıyordu. Ama -belki de doğal olarak- bunda başarısız oluyordu. Önündeki işçi ise daha çok gençti. Uzun boylu, yakışıklı ve açık tenli bir çocuktu. Sakalları bile daha yeni çıkıyordu. Üzerine giyinmiş olduğu badiyle ne kadar güçlü olduğunu göstermeye çalışır gibiydi. Belki, gözünü kapatsa yine bir basışta bitirirdi pantolonun bir yanını. Ama hep aynı hareketle… Yani, sağdan arkayı alır, soldan önü alır ve makinenin ayağının altına koyar. Sonra alabildiğine şiddetli basar pedala. Ancak, sonuçta gözü kapalı bile olsa her şeyinde iğne var. İğneyle yaşamı dokuyordur belki. Onun hareketine tutsaktır çünkü. Adeta onunla yaşar. Hemen ötede ise ortacı bir kız vardı. Kısa boylu, başı örtük, biraz uzun burunlu ve esmer bir kızdı. Ceketlerin arka ortalarını çatan bir makinecinin önündeki işleri topluyordu. Başını sağa bükmüştü. Sürekli biçimde işin bir ucundan tutup öte yana katlıyordu. Ama onun gözü burada değildi sanki. Uzak yerlerde geziniyor bir hal vardı suratında. Sanki baharı koklamanın rahatlığını yaşıyordu. Yani, farklı bir yere aitti o. Bir ara burnu kaşındığında, şöyle bir etrafa bakınıp kendi kendine güldü ve sonra tekrar aynı işi yapmaya devam etti. Bende ister istemez güldüm ona. Fakat bilmiyorum neden güldüm. Sonra gözüm daha ötelere ilişti. Pencerenin kenarındaki çalışan ütücülerdi onlar. Dört kişilerdi. Öndeki üç tanesi yirmi yaşlarında, arkadaki son ütücü ise kırk beşine merdiven dayamıştı. Boy sırasına göre dizilmiş bir halleri vardı. En arkadaki son ütücü en kısaları idi. Yüzlerinden yorgunluk akıyordu. Ama sanki buna inat olsun diye, bir an ütüyü alıp hızlıca paskaraya vuruyorlardı. Bir şeyin intikamını alır gibi… Sonra pencerenin ardına bakıyorlardı. Her yeri aydınlatan güneşin üzerilerini ısıtmalarına bile sinir oluyorlardı. Alınlarını siliyorlar ve yine hızlıca vuruyorlardı paskaraya. Onlar için daha yabancıydım ben. Yanlış hatırlamıyorsam –ki yanlış hatırlıyorum- bir hafta olmuştu o işyerine gireli. Uzun bir süre iş aramış, ama bir türlü çalışabileceğim bir yer bulamamıştım. Ya onlar beni beğenmiyorlardı, ya da ben beğenmiyordum onları. Giriyordum bir işyerine ve birkaç saat sonra kapısından çıkıyordum. Fakat burada neden çalıştığımı bilmiyordum. Diğerlerinden pek de iyi sayılmazdı burası. Olsa olsa daha geniş ve daha ‘havalıydı’. Rahat çalışıyordum ve fazla sıkmıyorlardı beni. Ama belki başka şeylerde vardı, bilmiyorum! Aslında, kendimi işsiz olduğum dönem boyunca bir boşlukta gibi hissediyordum. Sürekli bir bunalım hali beni sarmıştı. Gözümü her kapattığımda kafamda bir basınç, deyim yerindeyse bir zonklama hissediyordum. Bakıyordum ki, ben nerdeyim diye. Ama ne kendimin nerde olduğunu anlayabiliyordum, ne de diğerlerinin. Gerçi onları da artık algılamamaya başlamıştım. Öyle ki, onlar sadece hareket eden nesneler olarak gözüküyorlardı bana. Fakat bu öylesine bir hareketti. Bir taşın yere düşmesi gibi. Ya da bir işçinin yan çatması gibi… Öylesine bir yineleme yani. Bazen başım düşüncelerden çatlayacak hale gelince kendime ‘düşünüyorsun’ diyordum. Ama etrafımdaki insanların neden düşünemeyeceğini ispatlayamıyordum kendime. Belki, gayet iyi biçimde her şeyin farkındaydılar. Ya da, bana bakıp benim ne kadar aptal birisi olduğumu söylüyorlardı. Böyle olmamam için hiçbir sebep yoktu. O an kendimi değersiz hissediyor ve çalıştığım köşeden artık başımı bile kaldıracak kuvveti bulamıyordum. Utanıyor gibi oluyordum. Sonra anlayamadığım bir ses, “Onlar bir hiç, onları kendine tanıtla,” diyordu. Önce saçma geliyordu bu ses. Sonra ağlayacak bir halde kimseyi tanıtlayamıyordum kendime. “Ama yine de düşünüyorlar,” diyordum, “Uçuyorsun!” diyordu az önceki ses. Hâlbuki tersi olması gerekmez miydi? Neden olduğunu bilmiyordum, ama “Tek sen varsın,” diyordu o ses. Kızıyordum ona… * * * Aslında, çalışmak birçok şeyin çözümünü sağlıyordu. Yani birisi gelip çalıştığım süre boyunca benim ne iş yapacağımı, ne zaman çay içeceğimi, hangi yemeği ne zaman yiyeceğimi belirliyordu. Bu, ister istemez o kişileri bana canlı bir varlık olarak tanıtlıyordu. Yani canlı olmasalar bu kadar şeyi nasıl yapabilirlerdi ki? Akşama kadar on kere iş değiştirirdim ben. Mekanik şeyler nasıl belirler ki bana on dakika sonra gelecek şeyi? O an, yine bir zafer edasıyla bakıyordum her yere. Onların bir canlı olması acı olsa da hoşuma gidiyordu. Sonra sürekli kızdığım ses yine çınlıyordu kulaklarımda. Bana, “Aslında her şeyi sen belirliyorsun,” diyordu. Bu sözü tam olarak anlayamıyordum, ama titremeye başlıyordu vücudum. Ardından, “Aynı şeyi yapıyorlar,” diyordu. Hemen, onu yalanlamak ister gibi ileri bakıyordum. O an önümdeki makineciyi elinden ve kolundan makineye eklemlenmiş olarak görüyordum. Başını bile kaldıramıyordu. Hani ara sıra genç çocuğa bakardı o? Bakamıyordu. Ya genç çocuk? O ise, başını bir sağa döndürüyor bir de sola döndürüyordu. Sonra uzun bir makine sesi geliyor ve o gülmek istiyordu. Ama gülemiyordu. Ardından ipin başına dolandığını görüyordum. Hemen bunu engellemek için elini makineden çekmek istiyor ama çekemiyordu. Sonra başı makineye yapışıyor ve ip kulağından geçerek gidiyordu iğneye. Ağlamıyordu… Ardından son bir umutla overlokçu kıza bakıyordum hemen. Amansız bir ses geliyordu ondan. Elinde etek parçaları vardı. Mutluluk vericidir ki hiçbir yeri makineye eklemli değildi. Seviniyordum buna. Ama gözünü iğneden hiç ayırmıyor ve daha bir işin overloğunu bitirmeden, diğer işi gözünü iğneden hiç ayırmadan overlok çekmeye hazırlıyordu. Bu dakikalarca devam ediyordu. Gözümü ayırmadan ona bakıyordum, ama o, ben dâhil hiç kimseyi fark etmiyordu. En ufak bir duygu belirtisi bile yoktu yüzünde. Sonra içimdeki ses “Robot!” diyordu. Aksini ispatlayamıyordum. * * * Demek ki her şey bir “uzantı”dan ibaretti. Ama neyin uzantısı? Düşünüyordum bunu. Onu duymaktan korksam da, “Sensin!” diyordu o ses. Bunun olabileceği aklıma sığmıyordu. Ama bana öyle geliyordu ki, tek seçenek buydu. Yani ben bir tanrıydım, onlarsa bir “şey”. Her şey benim etrafımda dönüyordu. Bense yukarılarda duruyordum. “Şeylerin” ulaşamayacağı yerlerde... Belki belirsiz bir yer, ama yüksek ve yüce. İçim enerjiyle doluyordu o zaman ve ister istemez gülüyordum. Ama yaratımım olan insanları kontrol edememek beni kahrediyordu. Öyle ya, bir tanrı nasıl olurda kendi yaratımını denetleyemez? Yaratıcının niteliği değil midir bu? Bu olmazsa yaptığımız şey kâğıttan bir kale yapmak değildir de nedir? Bu uzun süre kafamı kurcaladıysa da bir gün evde ayaklarımı yıkarken bir şeyin ayırımına vardım. Yamuk yumuk tırnak ve parmaklarım, bacağımın her yerini sarmış ormana benzer kıllar, belirginleşmiş şişkin damarlar ve elimi değdiğimde farklı etki uyandıran noktalar o ana kadar hiç bilmediğim özelliklerimdi. Yeni yeni öğreniyor ve tanımaya çalışıyordum ayaklarımı. İşte bu, kendimi hiç tanımadığım yargısını uyandırdı bende. Daha ayağımı bile tanımıyorken, nasıl olurda beynimin ve düşüncelerimin; ruhumun derinliklerini bilebilirdim? Beynim bana benim denetimimde olmayan bir dünya kurmuş olabilirdi. Yani bilinmez bir dünya! Hem de ben yaratmışım! Oh ne büyük bir zevk… Ve de gizemli. Bir resmi parça parça edip tekrar birleştirmeye çalışmak gibi bir şeydi bu. Belki saçma, fakat zevkli. Ama bir şey daha vardı; böylece ben, kendiyle savaşmaktan acı çeken bir varlık haline geliyordum. Bu beni çok sarsmıştı. Bir gülüyor bir üzülüyordum. Bu kendine teslimiyet anlamına mı geliyordu? Sonraları, bir nevi bana karşı olarak kurduğum benim dünyama yönlendirdim düşlerimi. Uzun yolculuklara çıktım orda. Kendime bu kadar mekanikçi tasarımlardan dolayı kızıyordum. Daha hoş, daha iyi bir dünya kurabilirdim. Yani en azından kurmaya çalışırdım. Ancak, bu da bir olasılık olarak kaldığı için hoşuma gitmiyordu. Nasıl yapabilirdim ki bunu? Daha ne yiyeceğimi bile belirleyemezken ‘ben’ in ne değeri vardı? Hem neden bir kral, zengin bir işadamı veya bir gezgin değil de sadece bir işçiydim? Eğer ki bir kral olsaydım her şeyin benim yaratımım olduğuna daha fazla inanabilirdim. Bir emirle birçok şeyi değiştirmek beni çok yüce kılabilirdi. Taptaze bir yaşam yaratırdım o vakit. Yeşillikler içine kondurulmuş heybetli bir şehrim olurdu. Özenle düzenlenmiş sokaklardan havayı koklayıp gülümseyerek geçerdim. Gölümün kenarında oturup ayaklarımı ıslatır ve balık tutardım. Öyleyken, günümün büyük çoğunluğunu çalışarak geçiriyor, kirada, kötü bir evde oturuyor, pis elbiseler giyiyor ve aynada kırışan suratıma bakıyordum. Giderek erimeye yüz tutmuş kişiye... Acı veriyordu bu bana. Yücelik ile sefillik kol kola mı olurmuş? Sefalet mi yaratır zenginliği? Olabilir mi bu? Anlayamıyorum bunu? Anlayamamak!.. İşte bu benim suçum. Cezam neyse razıyım. * * * Dedim ya, anlayamıyorum diye. İşte bu yüzden layık göremiyordum kendimi buraya. Ağrıyordu başım ve belim. Toz yutarak öksürüyordum. Daha kötüsü titriyordum. Ama bu bende ki asaletin önüne bir engel olamazdı. Olsa olsa onu kırbaçlardı. Bu da bir beklentiye dönüşüyordu. Yani kimsenin “yanlış” yapmaması yönünde bir beklenti… Bu nasıl bir şey olurdu ki? Örneğin, kendimi ölesiye çalışmaya ve düşlere hapsetmişken ayağıma değen bir süpürge olurdu “yanlış”. Sadece ayağıma mı? Pantolonuma ve hatta suratıma. Bu yüce olan ben’e hakaretten başka neydi ki? Ya da olanca iyi niyetimle, aldığım hatalı bir ürünü iadeye götürdüğümde bir şokla karşılaşmıştım. Ben satıcıya ürünün hatalı olduğunu anlatmaya çalışıyordum, o ise bana ambalajından bahsediyordu. Daha fazla diretince bu sefer hakaretlerle ileri itiliyordum. Sanki bir paçavra gibi… O vakit geriliyordu tüm vücudum. Bu suçun cezasına kaptırıyordum kendimi. Bu adaletsizliği hazmedemiyordum. Hem de düşlerimle bile. Belirsiz bir acı ve kin, sonrasında ise yüce efendileri olan bana karşı bu davranışlarına bir anlam verememe. İşte hepsi bu! Sonra giderek bir savaş halinde hissetmeye başladım kendimi. Her şey bana karşı cephe almıştı sanki. Sürekli beni alt etmek için uğraş veriyorlardı. Ancak bunun niye olduğu bir bilinmez olarak öylece bekliyordu önümde. Bağırıp çağırma ve puskunca oturmak... Bu ise kör olmaya yeğlenemeyecek kadar berbat bir şeydi. Ta ki, bir yeniliğe kadar! O sıralar, bir gazete de işine sıfırdan başlayıp şimdi çok zengin veya çok ünlü olan insanların yazısını okumaya başlamıştım. Acaba ben de dünyasında sıfırdan başlayan bir tanrı mıydım? Tanrıların böyle bir şey yapması çok bayağı gözükse de, yine de bir çıkış yolu olarak görünüyordu bu bana. Yani belirsizliğin ve saçmalığın üzerine bina edilmiş olabildiğince “anlamlı” bir yaşam. Buna bir gün tesadüfen ve meraktan dolayı gittiğim kilisede daha da inandım. İsa da bir tanrıydı; ancak bu dünyada bir insan olarak vardı ve türlü türlü eziyete tabii kalmıştı. Öyleyken bunlar onun tanrısallığına hiçbir zarar vermemişti. Hatta tanrılığının biricik ereği bu “acı”ydı. Sırtlanmış ve taşımıştı onu. İşte bu bana çok mantıklı geliyordu. Belki beni de yüce ben yaratmıştı. Veya ‘ben’ yaratımda bulunmuştu ve her şeyin anahtarını kaybetmişti. Onu bulmak için dünyaya gelmiş ve yaşamaya başlamıştım. Esasta yaşamım buna hizmet ediyordu. Gördüğüm her ayrıntıyla, her ‘yeni’yle genel bilgiye, tözel anahtarıma biraz daha yaklaşıyordum. Çünkü yaratımlarım da benden kopmuştu. Her öldüğümde yeni bir vücutta yaşam buluyor ve yeni bir keşif yapıyordum. Böylece adım adım yüce ereğime yaklaşmış oluyordum. Bu yüzden ayrıntıları görmeli, ilgi çekmeyen şimdiki ben’in değerini bilmeli ve bu sınırlı yaşamımda kendi içsel hedefime ulaşmalıydım. Tamam! Hedefimi bilmiyordum, ama bu kendiliğinden ortaya çıkacak olmalıydı. Bu ise bana ayrıntıya ve canlılığa hükmetmekle aynı şey olarak görünüyordu. Yani savaşımımın ortasında hedefime tüm hızıyla ulaşmalıydım. Onu sımsıkı kavrayıp göğsüme yapıştırmalıydım. Ki, zaten o, oraya aitti. Bu anlattıklarımdan dolayı etrafımı da yeni ereğime göre incelemeye başlamıştım. Bir örtü vardı oralarda ve her olan şeyin arkasında anahtarım olabilirdi. Arıyordum onu. Onu bulmak ve var oluşumun hedefine ulaşmak istiyordum. Zirveye yaklaşmak anlamına gelirdi bu. Bunu yapmakla yeni aşamaya, daha doğrusu yeni yaşamıma geçmiş olacaktım. Bundan dolayı artık birçok şeyim değişmeye başlamıştı. Her şeye farklı bir gözle bakıyordum artık. Daha önceleri imgelere bürünerek benim için amaç olan şeyler, şimdi daha büyük bir ereğin içinde eriyor ve hatta değersizleşiyordu. Örneğin, kendini harap ederek bir zenginliğin peşinde koşmak bana çok alelade bir şey olarak görünüyordu. Boşu boşuna zaman harcamaktı bu benim için. Ama daha birkaç ay öncesinde delicesine bu isteğe bağlıydım. Her gün rüyalarımda paraları tutmaya çalıştığımı görüyordum. Onların elimden kayıp gitmesine... Sürekli ağlıyordum... Gün boyu çalışıp, (artık) yorgun olmayarak eve giderken sakin sakin yanımdan geçenlere bakıyor ve “Sizi ben yarattım!” diyordum. Genellikle bir cevap vermiyorlardı. Ama buna ben izin vermiyordum. Saygılı olmaları gerekirdi bana. Ama sanki onlar illaki de bir şeyler söylemek ister gibi bakıyorlardı bana. Bir dilek mi vardı dudaklarının ardına gizli? Bir gerçek olma isteği mi? Aldırmıyordum buna. Onların gerçeksizliğinden ben mi acı çekecektim? Onlar için yeterli olan şey, benim heybetim altında bana tapınmalarıydı. Daha ötesi onlar için hem gereksiz, hem de yorucu bir şey olurdu. İşyerinde ise paydoslarda pencere kenarında oturmaya başlamıştım. İşe girdim gireli bir kere bile oraya gitmemiştim. Oraya yaklaştıkça zindanlardan kurtuluyor hissine kapılmıştım. Karanlık köşemden kurtulup minik bir bakış açısı ve duru bir aydınlık sunan yeni yerime geçmek beni mutlu ve rahat ettiriyordu. Pencerenin kenarında oturup binlerce eve bakıyordum. Sanki anahtarım o evlerden birinde gizliydi. Binlerce yaşamın çelişkilerini yaşatıyordum o evlerde ve benim bunlardan hiç haberim yoktu. Evet, ciddi ciddi haberim yoktu. Güldürüyordu bu beni. Belki onlarında benden, yani yüce yaratıcılarından hiç haberleri yoktu. Beni sokakta görseler yüzüme bile bakmayabilirlerdi. Ya da, beni hiçbir sebep yokken azarlarlar ve dövebilirlerdi. Gayette normal bir şey olurdu bu. Bu tür karşıtlıklarla daha güzel oluyordu bu sahte yaşam. Oluşun sonu şuydu ki, hepsine bir dünya bahşetmiştim ve oracıkta habersiz yaşayıp gidiyorlardı. Hem de yanılsamaların kurbanı olarak. Bir süre sonra, pencerenin kenarında oturup miskin miskin etrafı incelemem diğer çalışanların da ilgisini çekmeye başlamıştı. Ara sıra gelip niye böyle karşıya baktığımı soruyorlardı. O zaman onlara, “Arıyorum,” diyordum “gizli kalmış önemli şeyi arıyorum.” Bu onları biraz şaşırtıyor, birazda bıyık altından güldürüyordu. Ancak bunları umursamıyor, gözlerimin görebildiği bütün ayrıntılara yoğunlaşmaya çalışıyordum. Güneşin ince tenimi ısıtışı, rüzgârın yavaşça okşayışı, gökyüzünün dinginliği ve bulutların hafifliği bende anlatılması güç bir heyecan uyandırıyordu. Bazen, güneşin ışınları beni eritip çok uzaklara yolculuklara götürüyordu. Ya da, pencereden içeri giren rüzgâr beni alıyor ve dışarı çıkartıyordu. O an daireler çizerek dolaşmaya başlıyordum gökyüzünde. Rüzgâr beni nasıl sarmışsa bende ağaçları, taşı, toprağı ve en önemlisi de minik kuşları öyle sarıyordum. Kuşların beni yırtarcasına içimden geçmesi bana haz veriyordu. O zaman sanki kızmışçasına denize kadar kovalıyordum onları. Onlarda bir süre korkarak son hız kaçıyor, sonra ise olayın aslını anlayıp benimle oyun oynuyorlardı. Ta ki, ben su buharları ile bulutlara yükselip oradan yağmur olarak yere düşüp, topraktan filizlenene değin. Giderek değişiyordum ve insanların daha fazla ilgisini çekiyordum. Özellikle, çalıştığım işyerindeki kişiler bana bakıp kendilerince yargıda bulunuyorlardı. Bazen bir kaçamakla, hakkımda konuşurlarken suratlarına bakıyordum onların. Orda bir aşağılama, ya da ‘Bu adam deli!’ diyen ifadeler saklıydı. Ama biri hariç… Ara ütü bölümünde çalışan bir çocuktu o. Zayıf bir bedeni ve içe çökük gözleri vardı. Orta boylu sayılırdı. Gözlerinin maviliği, elmacık kemiklerinin çıkıklığı ve çalışırken öne düşen saçları ona çok esrarengiz bir görünüm veriyordu. Gülerken, düşmüş olan dişinin bıraktığı boşluğu göstermemek için sürekli ağzını kapatırdı. Birazcık heyecanlansa pancar gibi kızarırdı. O da, benim gibi etrafındakilerle pek konuşmazdı. Çay paydoslarında, çayını alıp paskarasının yanına oturur ve elini alnına dayayarak, yanındaki pencereden şehrin görünen bir parçasını seyrederdi. Sanki bir şeyler gizliydi onda. Açılmayı bekleyen bir hazine… Ona çocuk diyordum, ama aslında biraz yaşlı gözüküyordu. Bunu ona söylediğimde neden olarak, “İstanbul,” demişti. Ki, buraya geleli dört yıl olmuştu. “Koskoca dört yıl,” diyordu. Gülüyordum bu dediğine. Çünkü ben on beş yıldır buradaydım. Şansındandır ki burada bekâr evinde kalmıyordu. Ailesi köyünde olsa da kız kardeşi buradaydı ve onun yanında kalıyordu. Fazla sıkıntı çekmediğini söylese de alttan alta içini kemiren bir şeyler olduğu belliydi. Bunun ne olduğunu o vakit bilmiyordum. Ve sanırım anlamam da uzun, hem de çok uzun sürmüştü. Önceleri beni sadece uzaktan izliyordu. Yanıma bile yaklaşmaktan korkuyor gibiydi. Ama bazen bakışlarımız çakışıyordu. O vakit yavaşça gülümsüyordu. Ben ise öylece sakin biçimde onu izliyordum. Anlamaya çalışıyordum o bakışları. Sinsi ve içten hesaplı gibi geliyordu bana. Sonraysa onların meraklı bir çocuğun bakışları olduğunu anladım. Bir şeyleri anlamaya çalışan gözleri amansızca etrafı izliyordu. Her hareketinde savruk bir cesaret ve amansız bir korku vardı. Yani, aniden yüksek bir yere çıkıp şehri ayakları altına alabilir, ama ömrü boyunca bir daha yükseğe çıkamayabilirdi. * * * Bir gün, yine sıkıntılı bir sabah geçirip ağrıyan başımla pencerenin kenarına geçmiştim. Elimde sımsıcak bir çay vardı. Gözlerimi mümkün olduğunca kısıp, düzensizce yükseltilmiş bir binanın üzerinden diğerine zıplıyordum. Bazen aşağıya düşüyorum gibi geliyordu bana. Biraz korkuyor ve telaşlı bir şekilde tekrar binaların üstüne çıkıyordum. Bir an oldukça yükseğe çıkmıştım ki, sağımda hareket eden bir cisimle kendime geldim. Dikkatli biçimde oraya baktığımda onun, yani ara ütücü çocuğun yanıma gelmiş olduğunu anladım. Yanımda beş dakikadan beri oturuyormuş ve bana karşı konuşuyormuş. Ben ise bunun hiç farkında değildim. O da, önce benim bilerek konuşmadığımı zannetmiş, ama sonra dalgın olduğumu anlayıp gülmeye başlamış. Bana: “Bu kadar dalgın olduğuna göre çok önemli şeyler düşünüyorsundur herhalde! Neye bakıyorsun böyle?” dedi. Ona da diğerlerine söylediğim şeyi, yani “Gizli kalmış şeyi arıyorum,” dedim. O an hiç gülmedi ve aynı benim yaptığım gibi karşı tarafı izlemeye başladı. Biraz durduktan sonra: “O şeyin bir biçimi var mı?” dedi. “ Bilmiyorum,” dedim gülerek. “Onun neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yok.” Bu onu düşündürttü ve sessizleştirdi. Yavaş ve sakin gözlerle yine izlemeye başladı karşıyı. Gözleri özellikle göğe ulaşmayı hedeflemiş olan bir binaya takılmıştı. Mavi camları, güneşin ışıklarını yansıtıyordu binanın. Binanın ona çok heybetli geldiği açıkça ortadaydı. Belki de, onun tepesinde olmak istiyordu. Tepesinde derin derin nefes alıp “bulmak” istiyordu. Ona, ‘oraya bakma’ demek istesem de, yine de sessiz kalmayı seçtim. Belki, gereksiz bir yargı vererek onun benden uzaklaşmasını sağlayacaktım. Bazı şeyleri yaşayarak öğrenmek daha iyi görünüyordu bana. Birden yüzünü hızlıca bana çevirip bir şeyler söylemek ister gibi bakındı. Ama söylemedi. Üzüldüm buna. Sonra ise zil çaldı ve bana, “İyi günler,” diyerek yerine geçti. Ona baktığımda o da bana bakıyor ve utangaçça başını eğiyordu. Bu hoşuma gidiyordu benim. Onun yüzüne baktığımda bir arayışı sezinlemek bana özgüven veriyordu. O günden sonraki birkaç gün yanıma gelmedi. Hâlbuki onun, yine yanıma geleceğini zannediyordum. Hemen, bir hata yapmış olma duygusu sarmıştı beni. Ona söylediğim her sözü baştan aşağı yeniden hatırlamaya çalışıyordum. Çünkü bir gerilim durumunda asla yaşayamazdım. O kadar uzun düşünmeme rağmen, kendimde alenen ortada duran bir hata bulamıyordum. Ama hata bulamamak sorunu çözmezdi ki. Bu, olsa olsa yanlış yere baktığımı gösterirdi. Hem bir sorun olduğu da net değildi. Bu benim bir zannımdı. Ardından umursamazlık kapladı üzerimi. “Gelmezse gelmesin!” diyordum. Bu sözü bir kırılganlıkla söylüyordum, ama bunu görmemeye çalışıyordum. Sonra, artık bu düşüncelerden kurtulmuştum ki bir öğle vakti, hem de hiç beklenmedik bir anda yanıma geldi. Normalde öğleleri dışarı çıkmayı sevmesem de, o gün hafiften esen rüzgâr beni dışarıya çekmişti. Kendimi rüzgârın akış yönünde serbest bırakıp yürümeye başlamıştım. Rüzgârı yüzümde hissediyor ve yanımdan geçenlere dikkatlice bakıyordum. O ise tam karşıdan geliyordu. Ellerini cebine sokmuştu. Görünümü sıkılmış bir süngere benziyordu. Yanımdan geçerken durup selam verdi ve bana katıldı. Bir süre suskun puskun yürüdük. Sonra tedirgin bir gülümsemeyle: “Şey,” dedi “peki o şeyi bulduğunu nasıl anlayacaksın?” “Geçen seferki konuşmamızı mı kastediyorsun?” diye cevap verdim. Biraz utanaraktan da olsa, kısık sesle “Evet!” dedi. Bu bildiğim bir soruydu benim. Daha önce düşünüp, üzerinde bir yargıya vardığım bir şeydi. Ancak yine de bir süre susup ona anlatmak için en uygun kelimeleri aradım. Söylediğim sözlerde en ufak bir yanlışlık ve yanlış anlama olmasın istiyordum. Sonra ona bakarak “Esasta,” dedim, “onun neye benzediği hakkında hiçbir fikre sahip değilim. Önüme seçenekler konulsa ve bunların içinde aradığım şey de bulunsa düşünerek belki onu bulamazdım. O benim gerçekliğini hissettiğim bir şey. Yaşamım bir şekilde ona bağlı. O olmadan hiçbir değere sahip olamazdım. Bana yaşama gücü veriyor. Onun nerde olduğunu bilmesem de ona yaklaştığımı sezinliyorum. İşte böylece onu düşünerek bulamasam da hissederek bulacağıma inanıyorum. İnanıyorum ki, o önüme geldiğinde onu bulduğumu bileceğim. O bana kendini belli edecek. O, onu arayan gözlere kendini belirginleştirecek.” Bu söylediklerim onu heyecanlandırmıştı. Gerçi ben de çok gizemli biçimde söylemiştim, ama bunu ben bile beklemiyordum. Belki, öylesine gülüp geçer zannediyordum. Gözleri kaldırımdaki taşları izliyordu. Sonra: “Peki diyelim ki onu buldun. Yani, sana kendini gösterdi. Bunun sana ne yararı olacak? Sana ne getirecek bu?” dedi. Bu sorduğunu pek düşünmemiştim. Öyleyken bir yanıtı varmış gibi geliyordu bana. Ve yanıtı, şu an yaşadıklarımdaymış gibi bir his vardı içimde. Rüzgârın beni sarışını ve götürüşünü tüm benliğimle hissediyordum o an. Beni candan bir dost gibi kucaklıyordu. Ben de onu kucaklamak istiyordum, ama buna güç yetiremiyordum. Adımlarım sürekli birbirini izliyordu. Bir taşa bastım ve altından hiçte tahmin edilemeyecek biçimde pis su çıktı. Sinirlendim buna, sonra ise güldüm. Ardından göğe baktım. Sorusunun cevabını bulmuştum. Ona ilerideki bir uçurtmayı gösterdim ve “Uçurtmayı görüyor musun?” dedim. “O uçurtma hiç rüzgâra çıkmamışken uçacağını bilebilir miydi? Tabii ki hayır! O rüzgâra çıktı ve yüzlerce metre yukarıda dalgalanarak uçmaya başladı. İşte benim durumumda buna benziyor biraz. Hedefim olan şeyi bir yaşama gereksinimi olarak hissediyorum. Bu çok önemli bir şey… O uçurtma uçacağını nasıl bilemezse, ben de bilemem anahtarımın bana ne getireceğini. Fakat onu bulduğumda o da bana hayat ve serinlik vererek beni uçuracak. Beni farklı bir yaşama taşıyacak. Niye biliyor musun? Çünkü aradığımız aslında bu. Onu bulduğumda belki de benim düşleyemeyeceğim kadar inanılmaz bir şeye kavuşturacak beni. İşte bu… İşte bu her şeye değer.” Bu cevap, onu yine dalgınlaştırdı. Bir yere, ardından da etrafı yavaşça süzüp uçurtmaya bakıyordu. Ben de onunla birlikte bakıyordum oraya. Bu verdiğim cevap beni de şaşırtmış ve içime bir enerji akıtmıştı. Kendimi uçurtmanın yerine koyuyordum. Mavi derinliğin içinde ipimden kopup inanılmaz bir yolculuğa çıkmak istiyordum. Yüce dağların tepesine dokunmak, ya da yılların yenik düşüremediği bir ağacın dalına asılmaktı amacım. Kendimin ötesine taşmaktı... Bu… Sınırlı bir dünyada sınırsızlığa yapılan bir yolculuktu. * * * Sonraki günler sürekli yanıma geliyor ve bana sorular soruyordu. Onun soruları sanki benim kendime sorup, cevaplamam gereken sorulardı. Ve sorduğu her sorunun cevabı, benim kendime verdiğim bir cevaptı aslında. Sorularına en uygun cevabı bulmak çok önemli bir şeydi benim için. Çünkü bu sorulara cevap verdikçe daha güçlü birisi olur ve gerçek bir dünyaya sahip olabilirdim. Gizil krallığımın temeli bunlarla örülüyordu ve her cevap bu temeli biraz daha sağlamlaştırıyordu. İçimde, biraz da olsa cevap verememenin korkusunu taşıyordum. O an, herhalde her şey baştan aşağı yıkılıverirdi. Bunu düşünmek bile tüylerimi tiken tiken yapıp titretiyordu beni. Ezilip dümdüz olduğumu hissediyordum o zaman. Yarattığım, inşa ettiğim her şey üzerime yıkılıyordu. Böyle bir şey olsa, bana öyle geliyordu ki yeniden bir yaratım da olamazdı. Yoğun bir çabanın ürünleri öylece yok olup giderdi ve öylece bakakalırdım. Buna ben ve dünyam da dâhildi. Buna dayanamazdım! Ki, zaten dünyası olmayan bir insan ne işe yarar? Ya da nasıl yaşayabilirdi? Onunla konuştukça her şeyi daha yakından görebiliyordum. Bu yüzden bende çok istiyordum onunla konuşup bir şeyler anlatmayı ve sorulara cevap bulmayı. O ise giderek kendi yaşamından bahsediyordu. Küçüklük günlerini, büyümesini, aşklarını, İstanbul’a gelişini ve burada yaşayışını… Her anlatışında bir şeye cevap bulmuş gibi yüzü gülüyordu ve bir ‘Oh!’ çekiyordu. Sanki yıllarca bunları içinde biriktirmişti. “Daha önceleri bir boşlukta gibiydim.” diyordu. “Onca kişi arasında benimde niye bulunduğuma anlam veremiyordum. Her şey bana hayal ürünü gibi geliyordu. Bunların bir şeye bağlı olduğunu biliyordum, ama neye bağlı olduğunu anlayamıyordum. Uzun yürüyüşlere çıkıyordum, fakat hayatımın bağlı olduğu ipin ucunu bulamıyordum. Çalışıyordum ha bire ve alnımdan akan teri elimle silip gülüyordum. Ben ne için terliyordum? Damla damla akan terler neye hizmet ediyordu? Kime akıtılmıştı o? Kafam zonkluyordu bunları düşünmekten. Bir hazmın sonucu olarak bile yutkunamıyordum. Sıkıyordu boğazımı birisi. İşte o an seni buldum. Tünelin ucundan beni ezecek olanı treni beklerken onun yerine senin elindeki meşale geldi. Senin arayışının sana ne getireceğini bilmiyorum, ama benim aradığım sendin ve senin söylediğin gibi bana yeni bir yaşam getirdin.” Bu sözleri ondan duymak beni hem heyecanlandırıyordu, hem de korkutuyordu. Karanlık bir yerde kalmışım gibi hissediyordum. Bir rüya gördüm… Sürekli bir şeyler arıyordum orda. Bir süre yürüyüp diğer yerlere göre daha aydınlık olan bir yerde durdum. Aklımdan buranın güzel bir yer olabileceği geldi. “Umarım bunu ben yaparım,” dedim. Birden işe başlama isteği duyup, buna hazırlanmışken etrafım karanlıktan kurtulmaya başladı. Buna sevindim ve beklemeye başladım. Sonra bir an elimde bir makas belirdi. Olağandan uzun bir makastı bu. Her şeyi kesebilirdi. Kendimi güçlü hissediyordum onunla. Ve onu amansızca sallıyordum. Sonra o görünüyordu ileride. Elinde sımsıkı tuttuğu bir ip vardı. İpin rengi kızıldı. Yürümeye devam ediyor ve gülüyordu. Yanıma yaklaştı ve benim ona verdiğim bir kitabı açıp okumaya başladı: “Önünde ki açılan yoldan yürümemek olur mu? Heyecan duymamak yani… Büyük gücü elde tutup sallamamak olur mu? Ferahlığı hissedip mutlu olmak… Ve… Tanrı olup yükselmek…” Susturdum onu. Başını büküp öylece bekledi. Ciddice ona baktım ve elimde bir şey hissettim. Tuttuğu ipin devamıydı elimdeki. İster istemez gülümsedim ve ipi dalga dalga sallamaya başladım. Sanki o da sallanıyordu o an. Bir ruh gibi silikleşiyordu. İpe dikkatlice baktım. Makası bir daha salladım ve ona yine baktım. O da bana bakmaya başlamıştı. Yüzü giderek acıklı bir hal alıyordu. İstemesem de acıyamadım ona. Hâlbuki ona sımsıkı sarılmak istiyordum. Birden makasın ağzına ipi dayadım. Onun yüzüne bakmak istedim, bakamadım. Ve kestim… Belki de taptaze bir yaşamı. Gözünden birkaç damla yaş döküldü ve ortadan kayboldu. O vakit ağlayabildim işte. Boğulana değin ağladım. Ve uyandım. * * * Kimi zaman sorduğu sorulardan korkuyordum. Benim bu sorulara cevap verme zorunluluğunu hissetmemin sebebi… İtiraf ediyorum… İmajımı kurtarmak içindi. Yani bilmiyorum, cevap verememek beni hep korkutmuştur zaten. İnsanın kendisinin bile cevap veremediği soruların olduğu bir yola başkalarını da çekmesi doğru mudur? Ben buna pek de istemeyerek ‘Evet,’ dedim. Yaptığım duvarı, baştan sona nasıl inşa edeceğimi bilemiyordum. Üzerine bir taş koyuyordum. Sonra bu taşın giriftlerine uygun yeni bir taşı diğerinin üstüne koyuyordum. Ve böyle devam ediyordu. Bazen, benim bile söylediğim şeylere şaşmamın sebebi de buydu. Ama artık bunlarında bir sınıra dayanmasından dolayı ona farklı şeyler anlatmaya başladım. Yani dünyamdan… Ya da imparatorluğumdan… Onun kafasında, bir insanın kurduğu koskoca dünyada nasıl hem köle, hem de imparator olduğuna yanıt yoktu. Ben de buna özellikle yoğunlaşıyordum ki, benim eksik “görünen” yanlarımı bir yanılsama zannetsin. Böylece bana olan saygısını sağlama almış olurdum -ki öyle oldu-. Bana, “İnsan senin yanında, pek de rahatsız edici olmayan bir eziklik hissediyor,” diyordu. Bu söz gururumu okşuyordu, ben de iş olsun diye onun yanağını… Aslında o söze ben de inanıyor, ya da inanmak istiyordum. Çünkü beni yaşama bağlayan bir ipe ihtiyacım vardı. Ve sanırım bu işlevi yapıyordu da. Herhalde buna kendine köle olmak denilir. Peki, bu zararlı mı? Sanırım! Pencerenin kenarına geçmeye cesaret edemediğim bir gün tekrar yanıma geldi. O an, bir yandan pencereyi, bir yandan da elimin titremesini düşünüyordum. İstemsiz bir harekete teslim olmak o zamana değin pek de umursamadığım bir şeydi. Titreyen ellerime bakıp, “Korkma!” dedi. “Korkmuyorum,” dedim. “Bu çok iyi,” dedi. O zaman korktum. Bir süre düşündü. Yine bir soru soracağını düşünüp, soruyu merak etmeye başlamıştım. Bana, “Çay senin için ne ifade ediyor?” dedi. Bu soru bana çok saçma geldi, ama yine de düşündüm. Ona “Yaşamla kurulan bağın basit bir sağlaması olarak benim için bir ifadeye sahip,” dedim. “Bunu biraz açıkla,” demesini bekliyordum, ama bunun yerine “Peki ben?” dedi. “Sen ne?” dedim. “Yani ben senin için ne ifade ediyorum?” dedi. Kafam diğer soruya takıldığı için bu soru beni biraz sarstı. Biraz da kızdım ona. Yalnız bu kızgınlığa bir anlam veremedim. Sonra onun bendeki ifadesini düşündüm. Aslen birkaç cevap vardı bu soru için, ama gerçekleri söylemek beni utandırdı. Ancak bir cevap vermem gerektiğini hissettim. Ona, “Sen,” dedim, “Sen de diğerleri gibisin. Esasen sizin ifade ettiğiniz gerçek şeyi bilmiyorum. Hepinizin benim için ne ifade ettiğini son’a yaklaştığımda anlayacağım. O zaman herkes yerli yerine oturacak ve büyük resmi oluşturacak. Herkes durduğu yerin anlamının taşıyıcısı olacak.” Bu cevap onu memnun etmiş gibiydi. Bana dikkatlice bakıp: “Umarım resimde iyi bir yere sahip olurum,” dedi. Bu cevapta beni mutlu etmişti. Her şeyden önce, onun bu haliyle bile benim için iyi bir yere sahip olduğunu ona söylemesem de biliyordum. O, benim kendimle yüzleşmemin biricik dayanağıydı. Yalnızlığım onunla son buluyordu sanki. Yaratımlarımın benim anlattıklarıma kahkahalarla gülmesi içten bile değilken o, tertemiz, önyargısız bir bakışla beni izliyordu. Ki, sanırsam kimi zaman en fazla ihtiyaç duyulan şey, birazda olsa birileri tarafından değer verilen birisi olmaktır. O zaman çok saçma da olsa, belirsiz birçok soru cevaba kavuşmuş olur. Bunu o an anlayamayız bile. Bize yansıyan tek şey, bir tür yaşama sevincidir. Ya da bir yanılsama… Hem zaten çoğu kez mutluluk ile yanılsama aynı şey değil midir? Ya da, çok sağlam taşlarla inşa ettiğimiz yaşamımızın temelinde anlaşılmaz ve hatta belirsiz bir gülümseme yok mudur? Sonraki günler onunla aramızdaki bağ aynı kalsa da, artık onunla pek fazla görüşemediğimizi düşünmeye başladım. Giderek daha içe kapanık bir hal almaya başlıyordu. Etrafında olan, benim dışımdaki insanlarla ilişkisi birkaç kelimeye sığdırılacak kadar azdı. Olaylara çoğu zaman burnu havada bir umursamazlıkla yaklaşıyor ve insanlarla arasına kalın bir çizgi çiziyordu. Hatta bazen yanına yaklaşanlardan şeytan görmüş gibi uzaklaştığı oluyordu. O an şaşıyordu onun yanına gitmiş olan kişi. Bu olana bir anlam veremeyip bana kızgınca bakıyordu. Sanki bunun sorumlusu benmişim gibi. ”Benim bir suçum yok,” diyordum içimden, ama kimse buna inanmıyordu. İşin kötü yanı ise inanmamalarını haksız çıkaramıyordum. Sonra “Suçlu!” sesi çınlıyordu kulağımda. Bu sesle birlikte bir şeyler yapma gereği duyuyor ve konuşmak için onun yanına gidiyordum. Benimle yine o candan konuşmasıyla konuşuyordu… Seviniyordum buna. Ama konuşmaları bazen saçmalık derecesinde gülünç geliyordu. Bana isminin sonu ‘os’la ‘pos’la biten kişilerden bahsediyordu. Onu dinlerken kendimi tiyatroda trajedi izliyor havasına kaptırıyordum. Sonra bunlardan sıkılıp ona, “Ne yapıyorsun?” dediğimde, “Çok şey,” diye cevap veriyordu. “Mesela neler?” dediğimde ise gözlerini dikkatlice açıyor, ellerini birbirine bağlıyor ve “Yepyeni bir dünya kurmakla uğraşıyorum!” diyordu ve ardından ekliyordu “Çok zor şeymiş bu.” Daha fazla şey söylemiyordu. Bunu zamanı geldiğinde öğrenecekmişim. O an, içimi dayanılmaz bir merak sarsa da konuyu üstelemiyor, öylece kalakalıyordum. Ardından bir tedirginlik kaplıyordu içimi. Nedenini bilmediğim, anlam veremediğim bir tedirginlikti bu. Belki de yarattıklarına yenik düşen veya düşecek olan bir tanrının tedirginliğiydi. Ya da pis ve ücra bir yere atılacak olmanın getirdiği değersizlik ve acının üzerine eklemlenen bir tedirginlik. Göze alınamaz bir yüzleşme bu! Asla yolun sonuna yürünemeyecek olan bir yüzleşme. Ki, zaten onunla da bir daha gidip konuşmaya cesaret edemiyordum. Giderek güç kaybettiğimi biliyordum. Sanki dünyamı temellerinden sarsar gibi bakıyordu bana. Hayal ya da yeni bir yaşam kuramıyordum. Her gün içine yeni şeyler kattığım dünyam artık içindekilerle yetiniyordu. O, yani dünyam benim düşümün sınırlarını kapsıyordu. Gidebildiğim en uç yerlere yayılıp büyümüştü. Şimdi ise bir yere gidecek, yaratacak bir halde değildim. Dünyamın genişliği ile düşlerimin darlığı birbirlerine tezat oluşturuyordu. Dünyam bana sığmıyor, benim öteme taşıyordu. O zaman onun dayanılmaz ağırlığına mahzar oluyordum. İçim sıkışıyor, kafam ağrıyor ve kulaklarım çınlıyordu. Düşlerimdeki hissettiğim hafiflik kendini zincirlere bağlamış ağırlığa teslim ediyordu. O an, bana öyle geliyordu ki, her şey bitti ve ben öldüm. * * * Bir gün yine pencerenin yanına oturdum ve iç içe geçmiş evleri izlemeye başladım. Yalnız bu kez anahtarımı veya o yüksek farklılığı aramıyordum. Zaten aynılığın içine sıkıştırılmış bir insandan (yoksa tanrı mı demeli?) bu beklenebilir mi? Karşıdaki görünen şeyler karşısında kendimi çok küçük hissediyordum. Yani, her şey bana bunaltıcı bir çıkarsızlıkla kendini gösteriyordu. Kendimi düşünüyor gibi hissetsem de esasta beynimde hiçbir düşünce nüvesi yoktu. Anlayamadığım, ya da sadece bir parçasını gördüğüm bir bütün hakkında bir şey yapabileceğimi zannetmiyordum. Sadece bakmak! Kaybolan bir yaşama karşı şaşkın gözlerle bakmak. İşte hepsi bu! Ardından onu hissettim yanımda. İçimi, nedense onu hiç göremeyeceğim duygusu kaplamıştı günlerce. Şimdi ise onu görmek bende şaşkınlık uyandırıyordu. Kendimi biraz serbest bıraksam ona “Nerden çıktı bu?” diye sorabilirdim. Neyse ki, bunu yapacak vaktim yoktu o an. Onun yerine ona meraklı gözlerle bakmaya başladım. Yüzü oldukça ciddi bir hal almıştı. Göz torbaları düşünen bir insanınki gibi gerilmişti. Ağzı konuşmadığı anlarda da kımıldıyordu. Gözleri sık sık soldaki herhangi bir yeri inceliyordu. Üzerinde pek de temiz elbiseler yoktu, ama bunda bile bir güç saklıydı sanki. Sakalını da birkaç günden beri tıraş etmediği için biraz çirkinleşmişti. “Hacılara dönmüşsün,” dedim. “Yarın keseceğim onları,” dedi. Buna gülmek istedim, ama gülmedim. Kendimi giderek tedirgin hissediyordum onun yanında. Bir an kaçtığımı düşlüyordum ve istemeden geri geliyordum. Soluk alışına dikkat edince derin derin nefes aldığını hissettim, ancak bunu çok normalmiş gibi yapıyordu. Elini kaldırışında, bir yere bakışında, konuşmasında hep büyük bir dikkat vardı. Buna biraz imrenmiştim o an. Sonra nedensizce gülümsedi. Buna bir anlam veremeden izledim onu. Bana: “Nasılsın?” dedi. “İyiyim.” dedim kısık bir sesle. “Hala arıyor musun onu?” dedi. “Evet.” diye cevap verdim. Bunu söylerken istemesem de utanıyordum. İçimden bir ses, “Yalancı,” diyordu sürekli. “Hayır!” diye cevaplıyordum o sesi, ses ise gülüyordu. Bu beni yoruyor ve geriyordu. “Belki de yanlış yerde arıyorsun onu!” dedi. “Olabilir,” dedim. O an her şeyin ayaklarımın altından çekilip gittiğini zannediyordum. O ise yanından bir defter çıkarttı. Mavi ciltli bir defterdi tuttuğu. Ona ne yaptığını sordum. Karşılık olarak. “Gidiyorum,” dedi "birkaç gün içinde gidiyorum.” “Nereye gidiyorsun?” dememe ise sadece güldü. Durduğu yerde iyice doğrulup: “Artık hedefime ulaştım ve büyük gün geliyor. İnanılmaz bir dünyada yaşıyormuşum da bundan hiç haberim yokmuş. Kendimi öyle güçlü hissediyorum ki!.. Ama sanırım senin bunda payın büyük. Bunun için sana teşekkür ediyorum. Zannedersem senden daha şanslıyım ki senden çok sonra aramaya başlasam da, senden önce anahtarımı buldum. Şunu artık biliyorum ki benim anahtarım sensin ve seni tam zamanında buldum. Sen her şeyin tanığı olmalısın. Bu yüzden bu defteri getirdim sana. Bu defterde hem benim için, hem de bizim yüce tarihimiz için önemli şeyler yazıyor. Ama senden isteğim bunu tam ben gittikten sonra okumandır. Ondan önce kesinlikle okumamalısın. Bu seninde iyiliğine… Seninde bildiğin gibi her şey zamanında iyidir. Bana yemin eder misin bunun için?” Yemin ettim ona. Sürekli korksam da bunu yaptım. O ise bir daha teşekkür etti ve yanımdan uzaklaştı. Akşama kadarda hiç etrafına bakmadan çalıştı. Onunla ertesi gün –ne konuşacağımı pek bilmesem de- konuşmayı düşünüyordum. Ama ertesi gün işe gelmediğini görünce ise çok şaşırdım. Her zaman bulunduğu yerde onu görememek çok acayip geliyordu bana. Kendimi çok yalnız hissediyordum ve asla bu yalnızlığın ötesine geçemiyordum. Sonraki günler bunun hafifleyeceğini zannetsem de bu varsayımım yanlış çıkıyor ve yalnızlığım her şeyi daha da ağırlaştırıp taşınmaz hale getiriyordu. O zaman insanları en fazla ketleyen şeyin bağımlılık olduğunu anladım. Evet, hastalıklı bir bağımlılık… * * *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |