"Kirazlar ve dutların tadını çocuklar ve serçelerden sor." -Goethe |
|
||||||||||
|
Erkin Güren Yorucu bir gündü! Yine sabahtan akşama kadar paskaranın başında ütü sallayıp durdum. Bununla beraber bir de sıcakla baş etmek zorundayım. Ancak, yaptığım işi niye yaptığımı, ya da bunun neye hizmet ettiğini bilmiyorum. Sürekli birisi yanıma gelip bana ne yapacağımı anlatıyor ve ben de ne denilirse aynen yapıyorum. Yalnız, bu durumda olan sadece ben değilim; herkes sabahtan akşama kadar kendisine söyleneni bir makine gibi yapıyor. Esasen bazen kullandığımız makinelerle aramızdaki farkın ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Evet evet! Onlarla aramızda ne fark var ben anlayamıyorum. Bunu anlamak, kesinlikle özel bir beceri gerektiren bir şey… Belki tanrı gibi yukarıdan bakmayı gerektiren bir durumu bana dayatır. Bunu ise ben nasıl yapabilirim? Hım! Ben tanrı mıyım ki bu güce sahip olayım? İnsan olduğumdan bile kuşku duyarken bu konulara eğilmek ne haddime. Keşke her şeyi görebilseydim. 18-Aralık–2003 Bugün sadece yorucu değil, sıkıcı da bir gündü. Akşama kadar eşek gibi çalıştım. Hızlı çalışmaktan kollarım ağrımasına rağmen ustabaşı gelip yavaş çalıştığımı söyledi. Bu beni sinir etti, ama yine de bir şey diyemedim. İzin isteyecektim fakat anlattığım nedenden dolayı isteğim daha başından başarısız oldu. “Ne yani! Çalışmayan insan izin mi istermiş bir de!” dediler bana. Bu… Bu benim zoruma gidiyor. Hemen karnım ağrıyor. Çenem açılmaz oluyor. Şundan eminim ki bir daha izin istersem bana süresiz izin verecekler. Bunun adaletle ne alakası var? Gerçekten tüm gücümle çalışıyorum. Etrafımdaki herkes benim hızlı çalıştığımı söylerken, ustabaşı böyle olmadığını söylüyor. Niye ustabaşı haklı olsun ki? Evet evet… Neden o haklı olsun? Şahsen büyük bir heyecanla benim haklı olduğumu iddia edebilirim. Bunu kimse yadsıyamaz. Çünkü… Çünkü bunu yapmamaları gerekir. Niye mi? Buna hakları yokta ondan. Evet, buna hakları yok… 20-Aralık–2003 İşyerimize yeni kişiler geldi. Birisi kız, diğeri otuz yaşlarında bir adam. Kız çok güzel birisi. Hoşuma gitti yani… Ama bana bakmaz herhalde. Adam ise pencerenin yanına oturup karşıyı izleyerek vakit geçiriyor. Acayip birisi!.. Orada ne buluyor bilemiyorum. Bence biraz manyak ve tehlikeli birisi o. Gerçi ben de bakıyorum ara sıra karşıya, ama ben yüksek yerlerdeki gücü izliyorum. İnsanın oralara çıkıp atlayası geliyor. Kuş gibi süzülüp inmek aşağılara ne hoş olurdu kim bilir? Ama ben aşağılara inmezdim. Giderdim uzaklara. Bilmediğim yerlere. Ölürdüm oralarda. Ve kesinlikle mutlu olurdum. Fakat hayal bunlar. Hepsi hayal. Bana acı veren bir şey yani. Korkuyorum! Neden böyle? Korkak olmadığım halde neden korkuyorum? 21-Aralık–2003 Dün gece iyi uyku alamadığım halde işe gittim. Eh haliyle işyerine varışım biraz geç oldu. İşyerine vardığımda orda patronun olmaması beni biraz mutlu etmişti ki hevesim kursağımda kaldı. Çünkü patroniçe ordaydı. Manyak karı bana demediğini bırakmadı. “Seni pislik,” deyişi hiç kulağımdan gitmiyor. Benim gibi insanlar batırıyormuş bu ülkeyi. Altı üstü geç kaldım biraz, bununla ülke mi batarmış? Yani, sırf bu yüzden hakareti hak eder mi insan? Hatta bir küfür etmediği kaldı. Belki onu da etmiştir de duymamışımdır. Kesinlikle küfür etmiş olmalı. Evet, bunu kesin olduğuna kalıbımı basarım. Kesin intikam almalıyım ondan. Bunun bedelini ödemeli. Nasıl yapacağım bunu, biliyor musunuz? Hım!.. Ben de bilmiyorum. Bu kötü… 22-Aralık–2003 Gün boyunca birisinin boğazımı sıktığını hissettim. Her an ölebilirdim! Hem de her an… Buna rağmen sağ kaldım. Keşke ölseydim. En azından kurtulurdum. 23-Aralık–2003 Bugün işe yeni giren adamla biraz konuştum. Dediğine göre bir şeyler arıyor. Bende arıyorum! O da, benim gibi ne aradığını bilmiyor. Sanırsam onunla ben kader ortağıyız: Ölene kadar arayıp da arayacağız. Ne komik bir durum… Ne aradığını bilmeden ara… Gıdıklanmış gibi gülüyorum buna. Ayrıca öğle saatlerinde ustabaşı gelip enseme tokat attı. Çok acımasına rağmen bir şey diyemedim. O da bundan güç alıp bana habire vurmaya başladı. Kaçıp masanın altına saklandım. Oraya bu vücutla nasıl girdim ben de bilmiyorum. Çok tozlu bir yerdi. Böcekler bile vardı. Birisi kolumu bile ısırdı. Ustabaşı elinde uzun bir sopayla bir süre beni aradı. Masanın altına bakarak “Pisipisi,” bile dedi. Enayi miyim ki, çıkıp da o sopayı sırtıma yiyeyim? Bekledim. O gidince ortaya çıkıp çalışmaya başladım. Ama çok dikkatli biçimde… Onu gördüğüm an hemen tekrar saklanıyordum. O yine “pisipisi” diyordu ama kimin umurunda. Salak beni kedi zannediyor. Anlamıyor ki ben kuşum. Yok… Kuş değildim. Şeydim… Aslan… Yok, bu da değildi. Neydi? Zürafaydım. Yok, o da değildi… Bir şeydim işte! Aklıma gelmiyor şu an. Ama kesin biçimde kedi değildim. 24-Aralık–2003 Geceleyin gözlerimi bir açtım, bir de ne göreyim! Patronun karısı. Bir türlü anlayamadım odama niye geldiğini. Ama bunu belli etmeyip yatağımdan kalktım ve ona, “Hoş geldin!” dedim. O ise benim kulağımı tuttu. Kulaklarımı öyle bir çekti ki, onların koptuğunu zannettim. Sonra beni sürüye sürüye dışarıya çıkarttı. Orda ellerimi yere dayayıp diz çökmemi istedi benden. Sırf kızmaması için ister istemez bunu da yaptım. Yapmasam elindeki kırbaçla bana vurmaya başlıyordu. Vurması öyle acıtıyordu ki, anlatamam! Sonra sırtıma binip “Deh!” dedi. “Ben at mıyım?” diye bağırdım, ama fayda etmedi bu. O kırbacı vurunca deli gibi koşmaya başladım. Sonrasında istedimse de bir daha duramadım. Biraz yavaşlasam saçımı yoluyordu. Beni bizim köydeki “İt Dağı”na bile çıkarttı. Hiç çıkamayacağımı zannetmiştim oraya. İt Dağı’nın tepesine varınca bana bu seferde “Uç lan!” dedi. “Ben uçamam,“ dedim, ama dinlemeyip vurdu da vurdu kırbacı. Dayanamayıp kendimi aşağıya attım. Sonra ne göreyim? Uçuyorum! Uçmak beni rahatlatmıştı. Fakat o, buna bile tahammül edemeyip gözümü kapattı ve karnıma bıçak soktu. Epeyce bir gittikten sonra gözümü açtı. Başka bir dağa gelmiştik. Dar girişli bir mağaraya girdik. Mağaranın her yeri çamurdu. Ayrıca yılanlar da süzüle süzüle ellerime dolanıyordu. Kuru bir yere gelince üzerimden indi. Beni yine ayağa kaldırıp çırılçıplak olana değin soydu. Elindeki bıçakla alnımdan, kollarımdan, bacaklarımdan, göğsümden ve son olarak cinsel organımdan bir parça deri aldı. Sonra bunları bir kazanda kanla ve diğer ıvır zıvırlarla kaynatıp yedi. Tadını beğendi her halde. Çünkü dudaklarını yalıyordu. O anda yere yığılıp ağlamaya başladım. O da ağlamama kızıp gelip beni dövdü. Ağlamamam gerekirmiş. “Niye?” dedim. “Bak bir de soru soruyor.” deyip yine dövdü beni. Ah ne feci bir durumdu böyle. Ne yapsam hata! Birisinin, “Senin doğman bile hata,” deyişi kulağımdan hiç gitmiyor artık. Ardından yine üzerime bindi o ve uçarak eve geldik. Dünya ne kadar da karaymış öyle. Anladım ki karanlığa batmış bir gezegende yaşıyoruz. İnsanın yere inesi bile gelmiyor. Gri gökyüzü, kara yeryüzünden daha iyidir herhalde. Belki maviyi de bulurum. Bir yere saklanmıştır ve onu bulmamı bekliyordur. Uzak diyarlardadır o ve ben gidemem oralara. Kendi evimden bile dışarı çıkamam ben. Bana yasak öteler. Çünkü param yok. Neyse! Evimin ışıklarını gördüğümde yine de mutlu oldum. Sıvasız duvarlarıyla bile hoş görünüyordu. Hemen girmek istedim pencerelerinden ve o da beni engellemedi zaten. Odamın penceresinden girince beni yatağa yatırdı ve uçarak gitti. Neyse ki başka bir şey yapmadı. Onun bir cadı olduğunu söylemiştim zaten! 31-Aralık–2003 Şu beş günde neler öğrendim neler! Herkesin patronun karısı zannettiği kadının cadı olduğunu biliyordum, ama isminin Grubys olduğunu bilmiyordum. Hatta bu da bir şey mi? Patron denilen kişi de kötü kral Protus’muş. Adam öyle bir krallık kurmuş ki korumalarından yanına yaklaşılmıyor. Biraz yaklaşsam beni hemen uzaklaştırıyorlar. Neymiş efendim, ona yaklaşamazmışım. Nerde yazıyormuş bu kural? Kim koymuş bunu? Hayır, efendim, beni ona yaklaşmaktan uzaklaştıramazlar. Yanına varıp kolundan iki tane kıl alacağım. Ne yapacağım onları? Şey… Şey yapacağım. Ne yapacaktım ben? Neyse, bir şey yapacağım işte. Önemli olan bu iki kılı almak… Dimi ama? 5-Beginer–2004 Geçen gün kötü kral Protus ve baş veziri Mirrord yanıma gelip Felsefeci Moratur’dan uzak durmamı söylediler. Halkı kin ve düşmanlığa sevk ediyormuşuz. Bu ise suçmuş. Suç da haliyle cezasız kalmazmış. “Ayağını denk al!” dediler. Ben de sağ ayağım soldakinden biraz büyük dedim. “Bu daha kötü ya,” dediler. Keşke annem ayağımın birini büyük yapmasaydı. Neyse, yapacak bir şey yok. Bu yaştan sonra ayak küçültecek değilim herhalde. Önemli olan felsefeci… Felsefeci hala gizil şeyi arıyor. Bulursa bana haber verecek. O zaman işler farklı olur herhalde. 52-Atrophys–985 Geçen gün Moratur bana Özgür Dünya’dan bahsetti. Ne muhteşem yerdi orası öyle! Ne istersen varmış orda. Her çeşit şeyin bulunduğu eşsiz bir yermiş yani. Her şeye oranın yaratıcısı hükmediyormuş ve herkes onu yaratabilirmiş. Bu çok zor bir şeymiş, ama yine de kesin oraya gidilecekmiş. Moratur’a baktıkça umut topluyorum. 21-Hopes–1055 Protus ve Mirrord bana saldırmaya devam ediyorlar. İkisi bir ellerinde kılıç üzerime saldırdılar. Az kalsın ölecektim. Neyse ki Moratur bana yine yardım etti. O olmasa ben ne yapardım bilmiyorum! Hatta bana gizil kitaplardan bile vereceğini söyledi. Öyle bir heyecanlanıyorum ki anlatılmaz. Dediğine göre onun aramaları fayda etmiyormuş. Benimde bu şerefli göreve katılmam gerekmiş. Hemen kabul ettim görevi tabii. Nasıl kabul etmez benim gibi bir savaşçı böyle bir görevi? Ona ayrıca Protus’tan kurtulup kurtulamayacağımızı sordum. Net cevap vermedi. Çok zor bir şeymiş bu. Protus öyle hemen ölmüyormuş. Özel bir silahı varmış bunu yapmanın. O silaha kesin sahip olmalıyım. Tarih beni bekliyor. Atıma atlayıp gitmeliyim beni bekleyenlerin yanına. 28-Clearus–2157 Bugün sahilde duruyordum ki yanıma Protus’un karısı kötü cadı Grubys geldi. Dediğine göre Protus ona da işkence ediyormuş. Ben efendi bir çocukmuşum. O zaten bana hep iyi davranmışmış. Hem beni de seviyormuş. Onu sevmediğimi bildiğim için ondan hemen uzaklaşıp kaçmak istedim. Ancak bana büyü yapmış olmalı ki yerime öylece çakılı kaldım. Saatlerce yanıma yatıp beni okşadı. Sonra da beni öptü. Hemen tüm gücümle Moratur’u çağırdım. O gelip zorda olsa büyüyü bozdu. Grubys öyle bir kaçıyordu ki Moratur’u görünce. Kahkahalarla güldüm onun haline. Öyle bir rahatladım ki… Neyse! Artık yanımda kılıç taşıyorum. Gerçi biraz boyu kısa ama napalım? Büyük silahı bulana değin idare edeceğim bununla. 4-Madded–200 Yıllar ne kadar da çabuk geçiyor. Ama ben buna karşı hiçbir şey yapamıyorum. Hala Protus’a karşı çok güçsüzüm. Sık sık adamlarını üzerime gönderip saldırı yapıyor. Onların saldırılarına karşı sadece savunma yapmak beni çok yoruyor. İçimde onlara karşı dayanılmaz biçimde yok etme isteği duyuyorum. Her şeyin onların yok olması ile iyi olacağını biliyorum. Bunu Preksia halkı da çok iyi biliyor, ama bilmek ne yapacağını bilmek anlamını taşımaz. Başlarını eğerek olan biteni onaylamış oluyorlar. Ben ise hep arayış içindeyim. Bu sıkışıklığın bir çözümü olduğunu biliyorum. Ya da… Ya da öyle olmalı. Biz Preksler buna dayanamayız. Bunu istesek de yapamayız. O yüzden iyi bir savaşçı olmalıyım. Her gün buna hazırlanmakla günümü geçiriyorum. Biliyorum ki hedefime ulaşacağım. Moratur’u her gördüğümde bu konuyu ona da açıyorum. Çoğunlukla sessiz kalıyor. Fakat yine de büyük ve güçlü bir silahın her şeyi başarabileceğini sezinledim. Belki o silah özgürlüğü bize getirebilirmiş. Bu beni umutlandırıyor. Moratur’a, göreve talip olduğumu söyledim. O ise güldü. Bu onama işareti oluyor herhalde! Her ne kadar o görevini bilen bir kişi olsa da, onu yine de zorlayacağım ve büyük silahın yerini öğreneceğim. Çünkü kurtuluş onda… 62-Flihgtus–1301 Zaman geliyor! Moratur silahın nasıl bir şey olduğunu bana biraz anlattı. Zor bir mücadeleden sonra ona sahip olacağım. Buna değer. Zaten böyle büyük görevlerin hemencecik olması düşünülemez bile. Onlar yoğun bir çabanın meyvesi olarak bize gelir… Ve haliyle bunun değerini her zaman yansıtırlar. Yapılanlara değdiğinin kanıtlarıdır olan şeyler. 15-?-binbeşyüz5 Gerekli olan her şeyi alıp Hopemountan dağına yolculuğa çıktım. Yolculuğum çok zor geçiyor. Her an bir canavarın saldırısına uğrayabilirim. Zaten uğradım da: Büyük ve siyah canavarlar bana saldırdı. Birkaç çizik almama rağmen canavarların hepsini öldürdüm. Şu anda deniz kenarındaki bir ormandayım. Ara sıra sesler duyuyorum. Çığlığa benzer sesler bunlar. Birisi benden yardım istiyor. (…) Yarın bir aksilik olmazsa Uglyerd’i bulacağım. Bana silah konusunda yardımcı olacak. 3-Abetters–2067 Sabahleyin kalkınca bir de ne göreyim? Kendisinin ‘bekçi’ olduğunu iddia eden bir sefil parkta (Ahmak ormana park dedi. O da neyse?) ne yaptığımı sordu. Böyle cahil adamlara günlerini göstermek isterdim ama Moratur görevimden kimseye bahsetmememi söyledi. Ne yapalım, bende sustum ve sonra adama, “Yatıyorum,” dedim. O ne yapsa yeridir? Elindeki siyah bir şeyle beni kovaladı. Aldırmadım buna. Yolculuğuma devam ettim. Çetin dağları, büyük ırmakları ve ağzı leş gibi kokan canavarları aştıktan sonra şimdi Uglyerd’in evindeyim. Yanımdaki bütün altınları benden aldı ve bir yazı yazıp Ateş Kralı’na götürmemi söyledi. Silahı o bana verecekmiş. Bu arada açık konuşmak gerekirse Uglyerd de çok çirkin birisi… ?-?-2107 Yüreğim heyecanla yanıp tutuşuyor. Şu anda Ateş Kralı’nın evi olan dağın eteklerindeyim. Hava çok soğuk ve benim karnım aç. Herhalde yarın oraya ve silahıma ulaşırım. Ondan sonrası ise özgürlük... ?-?-2107 Üç günden beri Ateş Kralı’nı bekliyorum. Bir yere gitmiş. Birkaç gün kalmaz gelecekmiş. Acı bir sabırla kendimi uyutuyorum ve mağara gibi bir yerde kalıyorum. Pişmemiş fare yiyorum burada. Hiç değilse pişseydi bari… Böylelikle daha iyi bir durumda olabilirdim. Bu kimin umurunda ki? 13-Foolishday–3005 En sonunda uzun ve siyah silahımı aldım. Ah! Öyle bir mutlu oldum ki… Onu yanımdan bir an olsun ayırmadım. Çok sessiz biçimde işimi halledeceğim onunla. Bu arada Ateş Kralı bana kısa bir yol gösterdi de evime hızlı döndüm. Bir de giderken o kadar eziyet çekmiş, yorulmuş ve zaman harcamıştım. Neyse! Geçti hepsi. Artık büyük bir güçle önüme bakmalıyım. Bakmalıyım ki zafer benim olsun. Bu bir zorunluluk… 34-Onam–4253 Evime gelmek beni mutlu etti. Tabii bundan Preks halkı da mutlu oldu. Beni gören yanıma gelip bana sarıldı ve öptü. Nerde olduğumu çok merak etmişler ve özlemişler. Sadece güldüm. Yakında hepimiz daha mutlu olacağız. Çünkü özgürlüğün anahtarı belimde… Onu sadece yerine sokup çubuğunu çekmek yeterli. Delip geçiyor her şeyi o. Ne büyük bir şey. 21-Lonnıghder–15100 Artık son’a geldik. Büyük çevrime birkaç gün kaldı. O gün Protus’un kalesine gidip kötülerin hepsini yok edeceğim. İçim kaynıyor, ama çok dikkatli olmalıyım. Onların hepsini Preks halkının önünde idam edeceğim. Kötülüğün sonu neymiş görecekler. Ondan sonra benim görevim şimdilik bitmiş olsa da, Preksler, Moratur’un yol göstericiliğinde Özgür Dünya’ya geçecek. Ben ise bir süre Sakindağ’da saklanıp başka bir halkı kurtarmaya gideceğim. Ama bende bir gün onlara katılacağım. Yanımda kocaman bir Özgürlük Ordusu olacak. Herkes şanlı önderleri Fighter’e, yani bana, hayran kalacak. Zaten küçüklüğümden beri hep ünlü olmak istemişimdir. Artık bu çok yakın… Bu arada bu tarihsel belgeleri Moratur’a vereceğim. O hem bir yol gösterici hem de büyük tanık olacak. Her şeyden haberi olmalı onun. Özgür Dünya’da beni herkese anlatmalı. Tabii bunun için bu yazılarıma ihtiyacı var. Zaten bana hep yaz derdi. Ben de dediğini yaptım. İşte hepsi bu… Öyle bir durumdayım ki özgürlüğü hissediyorum artık. Her yerimi ateş basıyor. İçimdeki enerji dışarı çıkmak istiyor. Ruhumu salıyorum artık özgürlüğe. Ve içim sonsuz bir mutlulukla dolup taşıyor. Zeus’un oğlu Molebus 95-Repend–99999 * * * Mavi Defter’i okuduğumda uzun bir uykuya bırakmıştım kendimi. Rüyamda yine karakoldaydım. Bu sefer karşımda şişman polis yoktu. Uzun boylu, ciddi yüzlü, sık sık karşıma geçip beni uzunca süzen bir polisti beni sorgulayan. Elimde kelepçeler vardı. Bu kelepçeleri elimi arkaya dolayıp sandalyenin arka desteğinden geçirmişlerdi. Odanın içi fazla derecede aydınlıktı. Bu beni biraz şaşırtıyordu. Ona neden burada olduğumu sorduğumda, “Bu görüşme size daha önce duyurulmuştu,” dedi. “Evet,” dedim “öyle olmuştu, ama elim neden kelepçelendi?” “Bunu zamanla anlarsınız,” dedi bana. “Zannetmiyorum!” diye cevap verdim, ama bana bir cevap vermedi. “Anlaşıldığına göre,” dedi, “hastayla uzunca bir süredir arkadaşlığınız varmış. Öyle mi?” “Hasta diye kimden bahsettiğinizi anlayamadım.” dedim. “Ne yani,” dedi “Erkin’in hasta olduğunu bize söyleyen sizdiniz”. Doğrusu bu söylediğimi doğru kabul etmelerini hem iyi karşılıyor, hem de anlayamadığım bir korkunun pençesine düşüyordum. “Evet, öyle!” diye cevap verdim az önceki söylediğine. “O zaman,” diye cevap verdi, “bize anlatır mısınız, hastayı bu kadar masum insanı öldürmek için nasıl azmettirdiniz?” “Öyle bir şey yapmadım,” dedim. “Hım!” dedi. “Çok ilginç biçimde, açtığınız musluktan akan faturaların parasını ödemek istemiyorsunuz. Açık konuşmak gerekirse kimi yönleriyle haklısınız. Bize, musluğun sizin evinizde olmakla birlikte onu bir başkasının açıp, size faturasını ödetmek istediğini söyleyebilirsiniz. Tabii bu bir hak! Yalnız size ait olan bir yerin sorumluluğu, açıktır ki size aittir. Harcanan her şeyin bir bedeli vardır. Hele bir de harcanan şeyler bedenler olunca ister istemez ilgimize mahzar oluyor bütün yaptıklarınız. İnsanlarla ne konuştuğunuz, onlara gözünüzle, elinizle, dilinizle, mimiklerinizle ne ifade ettiğiniz çok ilgimizi çekiyor artık. Sanırsam yıllardan beri önemsenme sorunu çeken birisisiniz?” “Evet, öyleyim!” diyecektim. Ama bunu demek bana çok saçma gözüktü, sustum. Gizilliğin örtüsüne örtülmüş bir cevabı, karşımdaki kişiye öylesine, basitçe biçimde devretmek, bana insanın kendi değerlerine yaptığı bir isyan gibi gözüktü. Zaten kimi zaman, birisi tarafından yüksek bir yere konulmuş bir değere duyulmayan saygısızlıktan çıkar anlaşmazlıklar. Ve bunu benim yapmam, kendimi, kendi elimde tuttuğum iple kuyuya atmak olurdu. Ondan bir devam konuşması beklemiştim ki, bana suçlu olmanın acısını hissettiren bir bakışla baktı. Ona, nedenini pek bilmesem de, beni affetmesi gerektiğini söylemek istiyordum. Bunu doğal karşılar mıydı acaba? Bana baktığı dikkatin aynısıyla baktım ona. “Eğer benim bir suçum varsa, sanırım bu, gerçekte apaçık görünen şeyleri herkes gibi gizlememdir.” dedim. “Bu önemsiz!” dedi. “Biz her zaman görünüşle ilgilensek de, cezayı öz’e veririz. Ama bu bizim özümüzü sorgulama hakkını vermez size. Bu açıdan, hastanın insanları öldürmesi ilgilendirmez bizi, her zaman için virüs daha önemlidir. Çünkü onun yok olması ile çözüm bulur sorunlar ve çözümle gizlenir yalanlar.” “Ne yalanı?” dememe sadece güldü. Sonra kapı açıldı. Aşırı bir gürültüyle açılmıştı kapı. Bir süre bakamadım kimin geldiğine. Ama kimi geldiğini biliyordum. Erkin’di gelen. Tertemiz ve güzel elbiseler giymişti üzerine. Yanımda bir sandalye belirdi ve oraya oturdu. “Üzgünüm!” dedi bana. “Beni çok zorladılar. Her şeyi anlatmak zorunda kaldım onlara. Bazı şeyleri itiraf etmek çok zor oluyor seninde dediğin gibi. Ben sana anahtar getirdim. Bu anahtar umarım sana yararlı olur.” Bu sözü söyleyip bir anahtar koydu masaya. “Hadi al!” dedi sonra. Ellerim kelepçeliyken nasıl alacağımı bilmiyordum o anahtarı. Polise baktım “Al!” dedi bana. Elimi hareket ettirdim ve o an tek bir elim kelepçelerden kurtuldu. Anahtarı masadan aldım ve elimi istemsizce tekrar arkaya götürdüm. Tekrar kelepçelendi ellerim o an. Ardından uzunca bir süre uğraşıp kelepçeleri açtım. Ellerim serbest kalınca güldü Erkin bana. Bende ona güldüm. Sonra ayağa kalktım arka tarafa doğru yürüdüm. Bir kapı vardı ileride. Beyaz bir kapıydı o. Gittim ve az önce kelepçeleri açtığım anahtarla onu açtım. Minik bir odaya açılıyordu kapı. İçeri girdim ve kapıyı kapattım. Erkin’in sesi geldi az sonra. “Mutlu ol!” diyordu bana. “Nasıl?” dedim. O ise sadece güldü. Uyandığımda sürekli korktuğumu hissediyordum. Rüyayı biraz anlamaya çalıştığımda kendimi bir hücreye kapattığımı daha iyi anlıyordum. O an bulunduğum ev bile bir hücre gibi gözüküyordu bana. Hızlıca evden çıkıp gitmek istiyordum. İçimden bir his aslında her şey bir yalan diyordu. Bu ilk önce çok saçma gelse de, bir süre sonra gayet mantıklı gelmeye başladı. İşyerine gidip gerçekleri görmek istiyordum. * * * Gökyüzü önceki günlere göre daha bulutluydu o gün. Kuşlarsa daha çekinimli davranıyorlardı özgürlüğe kanat çırpmaya. Evler asık bir suratla yansıtıyordu doğal hayatı. Ve giderek seyrekleşmiş olan ağaçların hışırtısı insanın daha bir hoşuna gidiyordu. Gözüm sık sık daha üzerinden çıkartmadığı geceliği ile pencereden etrafı izleyen bir kadına takılıyordu. Bana öyle geliyordu ki, durağanlığın içinden çıkamayan bu sokakta hareketi yaratıyordu o. Anlayamadığım bir biçimde ona bir kızgınlık duydum ve bütün dikkatimi yavaş yavaş görünmeye başlayan çalıştığım işyerine vermeye başladım. Yokuş üzerine yapılmış bir binanın üçüncü katındaydı o. Yıllar önce boyanmış olan duvarların sıvaları dökülüyor ve bina daha çirkin görünüyordu artık. İnsanın ona şöyle bir bakması bile orda yaşamak istememesi için yetiyordu. Belki bu işyerin en iyi özelliği pencereleriyle hükmettiği şehrin görüntüsüydü. İnsana müphem bir canlılık katıyordu o pencerelerden bakmak. Bir savaşta hissediyordu insan kendini o an. Bu savaşı kendisi istemese de, bunun ifade edicisi her zaman kendi oluyordu. İşin garip ve tehlikeli yanı ise, bunun çok normal görünmesidir sanırım. İşyerinin kapısına vardığımda donuk bakışlarla izlemeye başladım kapısını. Çünkü daha öteye geçmeye izin vermiyordu polisler. Hatta bir polis kapı önünde durmamı şüpheli bulmuş olacak ki gelip benim ne aradığımı sordu. “Burada çalışıyordum,” dedim. “Bütün işyerleri bir hafta tatilde,” dedi. Başımı salladım bu söylediğine. O an gece rüyamdaki anahtar geldi aklıma. Erkin, rüyamda bana hücreye açılan kapının anahtarını verse de, gerçekte durum farklıydı. Aslında ben ona hayale açılan kapının anahtarını vermiş, o ise bana, beni acı bir gerçekliğe taşıyan kapının anahtarını vermişti. Bu pek adaletli bir değiş tokuş değildi herhalde. Ama bu önemli mi? “Acaba,” diyordum “herkes kendini tanrı olarak mı görüyor?” Yani, bütün evrenin merkezinde kendisinin mi olduğunu zannediyor? Ola ki kendisi tanrı, peki bu diğer insanların da tanrı olmadığı anlamına mı gelir? Kimse kendisini yadsıyamazsa, diğerlerini de yadsıyamaz. İnsan bunu ‘kendinin farkında olma’ gibi bir temele oturtsa bile bu da sonuçta çürük bir zemine yapılan bir ev gibi ilk depremde, ya da diğer insanların kendilerini ilk kanıtlayışlarında yıkılır gider. Peki, geriye ne kalır? Karanlık bir köşede belirsiz bir iç çekiş. Yani, güçsüz bir insan. Kendine inancı kalmamış, büyük bir gücün içinde erimeye meyilli bir insan. O zaman belirsiz biçimde diğer insanlarında tanrı olduğu fikri gelir aklımıza. İtiraf etmeden tapınırız onlara. Kendimizi tanrılığı elinden alınmış bir tanrı olarak görürüz. Yani az önceki durumun bir tür karşıtı. Korkağın çekingenliği ile cesurun saldırganlığı gibi bir durum... Tabii kimi zaman bütün olan biteni bir tanrılar savaşı olarak da görebiliriz. Ama nedense herkesin tanrı olduğu bir yerde kulun kim olduğu sorusu gelmez aklımıza. Ya da kul olmadan tanrı kelimesinin ne işe yarayacağı… Sonra geriye bütün acizliği ve gelişme ruhuyla dolayımsız bir insan kalır. Algılayan, üreten ve bu ürettiklerine teslim olan insan kalır... Bu benim için de zor bir şeydi. Alışmam için uzun bir zaman geçmesi gerekecekti. Düşünüyorum da, ben Erkin’in yerinde olsam ve birisi gelip bana bunların gerçek olmadığını söylese herhalde inanmazdım ona. Tabii bunun ne önemi varsa… Ardından yavaş yavaş yürümeye başladım yine. Az öncesinde sanki çok önemli bir şeyi çözüme kavuşturmuşum gibi rahat hissetmeye başlamıştım kendimi. Gökyüzündeki bulutlar, bir yağmurun habercisi olarak, bütün heybetleriyle birleşiyorlardı. İnsanlara bakıyordum. Kaçıyorlardı… Yağmurdan ve belki de kendilerinden. Fakat giderek belirginleşen bir farklılığı sezinliyordum yüzlerinde. Hâlbuki yaşadığım bu son olaylardan önce, hepsi de yanımdan geçip giden yaratılar olarak görünüyorlardı. Şimdi ise içimde artan bir saygı oluşuyordu onlara. Yüzlerinde her an bir anlam beliriyor ve sonra kayboluyordu. Bunu kim anlıyordu ki? Evet! Kimsenin anlaması önemli değildi bunu. Hiç kimse anlamasa da derinlerden gelen bir şeyler açığa çıkıyordu. Bunu kendileri anlıyor muydu acaba? Gözlerdeki hareketler, sesteki ton değişimi ve yüzdeki gerilmeler her şeyi açığa seriyordu. Bunu kim veya kimler anlıyordu? O an anladım ki bu gereksiz bir soru. O an anlamak ya da anlamamak değildi önemli olan –kimse bunu anlamasa da-, bir gerçekliğin taşıyıcısı olmaktı bütün sorun. Gülümsemeye başlıyordum bu düşüncelerle birlikte. Ne içsel, ne de dışsal bir aynayı kendime tutmasam da bir şeyleri dışarı yansıttığımı bilmek, çok uzun bir dönemden beri hissetmediğim mutluluğu veriyordu bana. O an her şeyin beni sardığını hissediyordum. Doğa, bu minicik bedene bir şeyler aşılıyordu. Ara sıra yağmur damlacıkları düşüyordu yüzüme. Burnuma ise az sonra yağacak olan yağmurun kokusu geliyordu. İçim coşkuyla doluyor ve gözüm sürekli, olanca azlığı ile yeşilliklere kayıyordu. Kendimi oraya atmak ve yuvarlanmak istiyordum, ama bekliyordum… Yağmuru. İnsanlarsa daha hızlı yürümeye başlamışlardı. Gürleyen göğün sesini duydukça omuzlarını yukarı kaldırıyor ve çekinerek göğe bakıyorlardı. O an gözlerine yağmur damlaları düşüyordu. Yani, teslim oluyorlardı ıslaklığın doğal haline. Bense ıslanan saçımdan anlıma düşen damlaları sayıyordum. Yanımdan geçip gidenlerin şemsiyesini çekiyor ve birkaç yağmur damlasını armağan ediyordum bedenlerine. Arabalar, yolda birikmeye başlayan suları üzerime sıçratıyordu… Sinirlenmiyor, öfke duymuyordum bu olana. Gözüm, hedefim olan minik yeşillikten başka bir şey görmüyordu artık. Koşuyordum ona. Sonra aklıma sıra sıra sorular birikiyordu. “Gerçek nedir?” diyordu içimden bir ses. Saçma geliyordu bu soru artık bana. Sonra, dayanamıyor ve öylesine bir cevap veriyordum bu soruya. Etrafıma bakıyordum yani. İleride, yeşilliklerin üstünde bir çocuk görüyordum. Ellerini çırparak dans ediyordu doğayla. Annesine, “Anne bak, yaprak”, diyordu. Annesi ise sakince ve çocuğuna hiç bakmadan başını sallıyordu. Çocuk ise gidip yaprağı alıyor ve kokluyordu. Kahkahalarla gülüyordu. “Ne kadar güzel!” diyordu annesine. O zaman annesi ona bakıyor ve “Evet,” diyordu “Ne kadar da güzel!” Bense ekliyordum “ve de gerçek” diye. Ardı sıra gözlerimi yumuyor ve kendimi gerçekliğin dayanılmaz hazzına bırakıyordum. Yüzüme yağmur damlaları düşüyor ve ben yeşilliklerin içinde kayboluyordum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mikail Boz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |