Sanat hem bir coşma, hem bir yadsıma işidir. -Camus |
|
||||||||||
|
Ah, onu andıkça içimde bir yerler sızlıyor. Zavallı adam her erkeğin eninde sonunda yakalanacağı bir ağa takıldı. Hem de oldukça genç yaşta. Bu ağı ören örümceği ise kasabaya yeni gelen ama geldiğinde bir çok şey değiştiren May’di. Adı kadar kendisi de güzeldi. Esmer teni güneşin altında terle pırıl pırıl parlardı. Uzun ve gece kadar karanlık saçları vardı. Gözleri sürmeli ve kalın dudakları vişne rengiydi ki onları hangi erkek görse tadına bakmak için can atardı. Rüzgarla açılan kırmızı elbisesiyle geçtiği her yeri eritirdi. Pierre, May’i her gördüğünde oturduğu tabureden kaldırıma kayar oradan eğimle sokaktaki ızgaralardan aşağıya dökülürdü. İşte çoktan Eros iş başına geçmişti bile.Altın okunu dostumun kalbine fırlatmış ama ne acıdır ki May’i unutmuştu. Siz benim anlattıklarımla Pierre’i zavallı biri olarak düşünüyorsunuz eminim, hakkınız da var. Ama o kadın gelmeden önce oldukça güçlü biriydi. Ayrıca çok da yakışıklı bir gençti, kızlar çevresinde dört döner ama o sadece çizimleriyle ilgilenirdi. Evet, Pierre bir ressamdı. En delisinden hem de. May’i tanıdıktan sonra tablolarının renkleri değişti durdu. Başta ilk heyecanının, kalp çarpıntılarının ve öleceği sandığı aşk nöbetlerinin yansıdığı tablolar rengarenkti. Onları gören herkes sebepsiz yere kendini aşık hissedebilirdi. Ama resimleri de duygularıyla beraber değişti. Sevinç darbelerinin yerini acı alınca renkler soldu, yüzler ağladı, desenler boynunu büktü, çizdiği tüm bulutlar yağmurla doldu. Tablolar da sahibi gibi yalnız kalmak istiyorlardı ve onları gören herkes sebepsiz yere ağlayabilirdi. Sevgili dostumun katili de onun gibi bir sanatçıydı. Bir opera sanatçısı. Ekibiyle beraber oldukça büyük ve görkemli antik tiyatromuzda sahne alacak gösteri için gelmişlerdi. Sessiz kasabamızı canlandırmaktı amaçları belki ama bence bunun için tek başına May’de yeterli olabilirdi. Ekibin kaldığı otel, kasabanın erkeklerinin genelde bütün gün boyunca uğrayıp oturdukları, masaları terasına taşmış, tahtadan eski bir barın önündeydi.Bende bu barın sahibi ve aynı zamanda barmeniydim. Bu yüzden her şeyden haberim olurdu. Konuşulanlar sanki havada rahatça okuyabilmem için asılı dururlardı. Benden asla bir şey kaçmazdı diyebilirim. Pierre, sadık bir müşteri, çılgın genç bir dosttu benim için. Ama çoğu zaman onun konuşmasına gerek yoktu, sadece orada oturması yeterliydi. Bazen kucağında sayfalar, cebinde boyalarla gelir, terasta bir masada oturur uzun saatler boyunca bir şeyler çizip dururdu. Çoğu zaman aklına aniden bir fikir gelir, tuvalinin başına geçmek için koşarak evine dönerdi. Tabi son günlerdeki rotasında May’in katkısıyla değişiklik olmuştu. En çok bulunduğu yer oteli gören terastaki masaydı, daha sonra opera ve tabloları dışında kısaca May’in gittiği her yer denilebilirdi. Antik tiyatro bizim kasabada yaşayan insanların aynı anda bir oyuna gitmesiyle dolabilir aynı zamanda bu durumda bütün kasaba bomboş kalabilirdi. Evet, küçük bir kasaba yada büyük bir tiyatro diye düşünülebilir. Her ikisi de bir şekilde doğru. May’in ekibi sergileyecekleri oyuna çalışıyorlardı ve büyük geceden sonra tekrar yola koyulacaklardı. Başka bir kasabaya başka insanlara. Yaptıkları plan buydu. Ben de May’in bir an önce gitmesinin dostum için en iyi şey olduğunu düşünüyordum. Artık kendini unutmuş ve bir gölge haline gelmiş Pierre, sonunda May’den bir karşılık aldı ve bir geceyi otel odasında onunla geçirdi. Tam olarak ne yaşadıklarını tabi ki bilmiyorum ama sevgili dostumun anlattığına göre, ki anlatmasına hiç gerek yoktu, kelimeleri kullanmadan da suratı kendini ele veriyordu zaten, özellikle yanaklarını saklayacak kadar kocaman bir sırıtışla açılmış ağzı mutluluğunu tek başına anlatmaya yetiyordu. Neyse ne diyordum? Evet, dostumun anlattığına göre ona olan aşkının farkına varan May (fark etmese şaşardım) onu çok çekici bulduğunu söylemiş ve portresini çizip çizemeyeceğini sormuş. Pierre odaya çıktıklarında kadının nü çizimlerden bahsettiğini anlamış ve geceyi onun koynunda geçirmiş. İki sanatçının aşk yapması sanırım gerçek bir sanat eseriymiş. Bana onu öptüğü dokunduğu anı anlatırken, Pierre arkamda bir yerlerde boşluğa gözlerini dikmiş bakıyordu. Gerçeği söylemeliyim ki her ne kadar meraklı olmasam da, anlattıkları beni etkilemişti. Kadının çıplak vücudunu bir ressam gözüyle anlattığında sanki uçsuz bucaksız vadileri anlatıyormuş gibi kelimelere eğim vermişti. Vücudunda dolaştıktan sonra, teninin tadını tortulaşmış eski ve değerli bir şaraba benzetmiş ve sarhoş olduğunu söylemişti. Yağmurun ıslattığı, rüzgarla insanın kucağına taşıdığı, toprak gibi kokuyormuş. Taptaze bir havayı ciğerlerini derin bir iç çekmeyle doldururmuşçasına kokluyormuş kadını. Bu aşkı resmetmeye kalksa doğanın daha önce olmayan yepyeni renkler yaratması gerekirmiş. Pierre sonunda gökyüzünden yatağa indiğinde May’in yanında olmadığını fark etmiş. Banyoda, sıcak suyla dolu küvetin içine uzanmış kadını bulduğunda yanına yaklaşmış ve bir sigara yakmış. Kadın onun elinden aldığı sigaradan bir nefes aldıktan sonra, bir duman bulutuyla beraber artık gitmesi gerektiğini söylemiş. Pierre, bir randevu daha teklif edecekken kadın onu öpmüş ve başka bir akşam resmini tamamlamasını istemiş. Sevgili dostum, dolanan ayaklarına evinin yolunu tarif etmek zorunda kalmış. Burada Pierre’in gözleri sabitlendiği noktadan bana soru sorarcasına döndü. Ben önce ne diyeceğimi bilemedim ama sonunda bu kadının gideceğini hatırlatarak ona fazla bağlanmasının doğru olmayacağını söylemeye karar verdim. Bunu söylediğimde hiç şaşırmayan ve bunu kabullenmiş gibi gözüken suratı birazcık burkuldu. O anda, uyarım için artık çok geç olduğunu fark ettim. Ekip yavaş yavaş hazırlıklarını bitiriyordu. Pierre dekora yardım ediyor ve elinde fırça varken sahnede prova yapan May’i gözleriyle takip ediyor, tiyatroda yankılanan sesini ne kadar zaman geçerse geçsin unutmamak için dikkatle dinliyordu. Bir akşam daha May’in odasına resmini tamamlamak için gitti ve geri döndüğünde aynı ilk gün olduğu gibi mutluydu. Ama bu son gidişi olmuştu. Çünkü May artık başka erkeklerle görünüyor, kasabada adının çıkmasından endişelenmeden bir çoğunu odasına davet ediyordu. Pierre, ne diyebilirim ki, önce anlamamazlıktan geldi ama sonunda mecburen bu kadar açık ve net olan gerçeği kabul etmek zorunda kaldı. Kadın için hiçbir önemi yoktu. May’in gözünde başkalarından bir farkı yoktu. Sadece diğerlerinden biriydi. Bir diğeri. Zavallı dostum, konuşacak cesareti bulamıyor yada kelimeleri yerli yerine koyamıyordu bir türlü. Bir süre boş tuvale bakarken, boyanın üstünde kuruduğu fırçasına aldırmadan öylece oturdu. Çizemiyor, yemek yiyemiyor, kadını ne görmeden yapabiliyor ne de görmeye dayanabiliyordu. Bu karışık duygularını resmetmek için doğada yeterli renk olduğuna karar vermiş olacak ki, tekrar resim yapmaya başladı. Evet haklıydı, tabiattaki bütün hüzün verici renkleri bulmuştu. Tuvallerini görenler şaşırıyor, ona acıyor ve aniden havanın gerçekten kapatıp, deli gibi birdenbire çıkan bir fırtınayla onlara saldıracaklarından korkuyorlarmış gibi kaçıp gidiyorlardı. Ben ise resimlere sahibine duyduğum acıma hissiyle değil, sonunu tahmin eden endişeli gözlerle bakıyordum. Cesaret verircesine sırtını sıvazladım ve kafamı kaldırıp manzaraya baktığımda, şaşırdım. Bu kadar güzel bir günü, masmavi gökyüzünü ve kırmızı gelincikleri eğen rüzgarlı yemyeşil vadileri nasıl böyle resmetmeyi başarmıştı anlamamıştım. Sonunda hayal gücüyle onu yalnız bırakmaya karar vererek yanından ayrıldım. Üç gün sonra artık hazırlıklar tamamlanmıştı. Büyük gün gelmişti işte. Oyun saatinden biraz önce insanlar kasabayı boşaltmaya ve tiyatroya dolmaya başlamışlardı. May’in aşıkları ön sıralardaki yerlerini almışlardı bile. Ben elimdeki duyuruya baktım, Madame Butterfly yazıyordu. Daha önce hiç seyretmemiştim. İlk defa göreceğim oyun için heyecanlanla sahnenin önünde ki koltuklardan daha arkada kenarda bir yer seçtim kendime. Gözüm Pierre’i arıyordu. Acaba merakını bastırıp kasabadaki tek kişi olmayı mı seçecekti, yoksa aşkının ıstırabına göğüs gerip özlem dolu gözlerle tutkunu olduğu kadını izlemeye gelecek miydi? Sahnenin kırmızı ağır perdesi kalkarken tiyatro karanlık ve sessizdi. Oyun başladı. May sahneye Japon bir kadın kılığı içinde çıktı. Yüzüne renkli bir makyaj yapılmıştı, Pierre’in tablolarından biri gibi. Hayranlık dolu bakışlar onun sesiyle irkiliyordu. İnce tiz bir sesle acılı bir kadının ağzından bilmediğim bir dilde, anlamadığım kelimelerle aryasını söylüyordu. Ama ben dahil herkes canlandırdığı kadının sesindeki umutsuzluktan ve hüzünden etkilenmiş, ona büyülenmiş gözlerimizi ayıramadan bakıyorduk. Bir aşk acısıydı, sevgilisi için, bir yabancı için duyduğu. May rolünü gerçekten yaşıyormuş gibi oynuyordu. Kendini kaptırmış sahnede olduğunu unutmuş ve bizi de gittiği yere götürmüştü. Oyunun son perdesinde kadın dizlerinin üstüne çöktü aynı zamanda acı dolu şarkısını söylüyordu. O sırada salonda karanlıklara saklanmış, bana yakın bir yerde çaprazımda duran Pierre’i gördüm. ‘Demek ki dayanamayıp gelmiş’ diye düşündüm. Suratı yorgunluktan çökmüş, gözlerinin altı mosmor ve torba torba olmuştu. Hiç de iyi görünmüyordu. Ama bakışları May’i izlerken parıldıyordu. May’in dile getirdiği hüznü biliyor ama kadının bu duyguyu gerçekte hissettiğinden şüphe duyuyordu. Ona karşı bu kadar zalim davranmış, aşkıyla oynamış, başkalarının olmuş bir kadını nasıl böyle delice sevebilirdi ki bir insan? Eskiden antik çağda yaşamış bir yazar geldi aklıma, Catullus, bir tek o yapardı böyle bir şeyi. Ama hayır, bir örneği karşımda duruyordu işte. Gözlerindeki yaşları gördüğümde Pierre’in, başımı sahneye çevirdim. Japon kadın dizlerinin üstüne koyduğu kılıca iki eliyle sarılmıştı, sıkı sıkı tutarken bir yandan da şarkısını söylüyordu ve aniden kılıcı karnına sapladı, kısa acı çığlıklarıyla kesiliyordu şarkısı ama daha kuvvetli bastırıyordu kılıcın sapına, daha içeri itiyordu. Ta ki bir tek kabzası görünene kadar, sonra aynaya uzandı ve kendine baktı. Şarkısı dudaklarında kurudu. Sessizce, notalar yerde yatan bedeni terk etti.. Oyun bittiğinde herkes şaşırmış, büyülenmiş birbirlerine bakıyordu. Alkışlamayı cesaretlendirmek için bir iki elden ses geldi ve yavaş yavaş şoktan kurtulan salon deli gibi alkışlamaya başladı. İtiraf etmeliyim ki ben de çok etkilenmiştim. May’i hiç tanımasaydım veya dostuma çektirdiği acılara şahit olmasaydım, belki zavallı kadın için üzülebilirdim. Ama ancak canlandırdığı karakter Chu Chu’nun acısını paylaşabildim. Oyun bittiğinde aceleyle dışarı çıktım. Kalabalık içinde Pierre’i seçmem mümkün değildi. Bara doğru koştum ama orada değildi. Evinde de yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Yokluğun içine sığınmıştı. Yalnız kalmak istiyordu. Ama May’i görmeye gitmiş olabileceği fikri akla yatkın geldi. ‘O zaman May’i bulmalıyım’ dedim. Otelin önünde ekipten birkaç kişiyle oyun hakkında bir şeyler konuşuyordu. Pierre yanında değildi. Ona doğru yaklaştım ve dostumu görüp görmediğini sordum. O da uzun zamandır görmediğini söyledi bana. Kelimelerine giydirdiği o alaycılık hiç hoşuma gitmemişti. Buna karşılık çenemi kapatıp aynı alaycılıkla onu boydan boya süzdüm ve yanından ayrıldım. Pek alındığını söyleyemem. Siz de anlamış olmalısınız oldukça havalı ve çekici bir kadındı. Çevresindeki erkeklerden bir iki tane eksilse bir şey kaybetmezdi. Günün sonunda her şeyi olduğu gibi bırakıp yatmaya karar verdim. Sonraki gün bara indiğimde otelde oyun ekibinin hazırlık yaptığını gördüm. Evet, gitmeye hazırlanıyorlardı. Bu iyi diye düşündüm artık dostum bu acıya daha fazla katlanmak zorunda kalmayacak. O kadın gidecek ve Pierre bir süre sonra onu unutacak. Pierre! Onu dün bulamadığımı hatırlamıştım. Evine doğru hızla koştum. Hava kapalıydı yağmura yakalanmamak için geri dönüp üstüme palto almayı düşündüm ama artık yolun çoğunu katetmiştim, bu fikirden vazgeçip devam ettim. Eve yaklaştığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Pierre’in evinden bir müzik sesi geliyordu. Dün dinlediğimiz kadar acıklı bir şarkı çalıyordu. ‘Eski dostum sanırım şişenin dibinde uzanıyor olmalı’ diye düşündüm. Kapıyı yumruklayarak seslendim. Ama cevap vermedi. Müzikten başka kimse yoktu sanki içerde. Endişelenerek kapıyı omuzladım. Zaten çok eski olan tahta kapı bir kerede açıldı. Onu yerde yatarken gördüğümde midemi yüksek bir yerden hızla düşüyormuşçasına bir boşluk hissi kapladı. Zavallı dostum, daha fazla dayanamamış ve dün gece Chu Chu’nun yaptığı gibi onurlu bir şekilde hayattın yolundan çekilmişti. Kendini bıçaklamış kanlar içinde yerde yatıyordu. Yanına yaklaştığımda, gözlerinin May’le ilk beraber olduğu geceyi bana anlatırken arkamda bir yerlere baktığındaki aynı ifadeyle dolu olduğunu gördüm. Yüzü son yaptığı tabloları gibi soluk ve karanlıktı. Ama yine de dudaklarında huzur olduğunu, mutluluğu gittiği yerde biraz da olsa tattığını gördüm. Dostumun artık ruhu gibi özgür olan bedenini gömme hazırlıklarını başlatmak için kasabaya haber yolladım. Pierre’i, fırçasından rengarenk boyaların sıçradığı bir çarşafa sardık ve dört kişi omuzlayıp kasabaya doğru yol aldık. Dostuma karşı son görevimi yerine getirmeye gidiyordum. Onu içine koyacağımız ıslak topraktan, başka canlılar hayat kazanacaklardı. Bu düşüncelerle yürürken hissiz bedenin ağırlığı altında, onu gördüm. May haberi almış donuk ve ilginç derece de nemli gözlerle bana bakıyordu. ‘Ağlıyor olamaz sanırım yağmur suratını ıslatıyor olmalı’ diye haince düşündüm kendi kendime. Bizi mezarlığa kadar takip etti. Ve bir gece öncesinde sahnede söylediği şarkıyı söylerken cesedin başında diz çöktü. Artık ağladığından kuşkum kalmamıştı çünkü Madame Butterfly hüzünlü şarkısını söylerken, kılıcı bedenine soktuğunda duyduğu acıyla aynı acı çığlıklar bölüyordu şarkısını. Toplanan herkes ben de dahil olmak üzere bu sıradışı cenaze törenine kederle ve yasla göğüs geriyorduk. Pierre’i May’in kollarından aldık ve ait olduğu derinliğe bıraktık. May’in acılı sesi, o tiz arya rüzgarla kulaklarımızdan geçip yeşil vadilere yayılıyordu. Buna daha fazla dayanamadım ve ayağa kalkıp arkama bakmadan bara doğru ilerledim. İçeri girdim ve bardağımı bir saniye de olsa bana bu dehşeti unutturacak sert bir şeylerle doldurdum. Ama olmadı, unutturamadı. Hiçbir içki yeterince sert ve hiç bir saniye bir öncekinden daha hızlı değildi. May o gün simsiyah yas elbisesiyle kasabaya veda etti. Bir daha onu hiç görmedim. Ama yanında Pierre’in çizdiği kendi resimlerini de götürdüğünü biliyorum. Ne olursa olsun, ikisinin de hayatına aşk girmişti. Bazıları bir kişiyi sever, bazıları bir çoğunu. Bazıları aşkın ne olduğunu bilmez, yaşamadan yaşlanan bu insanlar, zavallı hayatlarının bir an önce sona ermesi için yada aşkla bir yerlerde karşılaşmak için Tanrı’ya yalvarmalı bence! Ben mi? Beni hiç sormayın dostlarım. Sonum arkadaşımın ki gibi olmasın yeter! Huzur içinde yat sevgili Pierre!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © güliz dülgeroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |