Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile mesela zeytin dikeceksin. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
Ruh kararsızdı neyi göreceğine..Güneşi mi görseydi yoksa şu okyanusu mu?Yoksa yoksa Everest tepesinin zirvesindeki, üç gün açıp solan o rengârenk çiçeği mi görseydi?Neyi görseydi “Mutluyum….” diye başlayan kelime çekimlerini yapabilecekti? Biliyorum ki hepiniz bir şeyler tavsiye ediyorsunuz o zavallı ruha.. “Şunu gör, bunu gör” seslerini duyar gibi oluyorum..Peki söyleyin bakalım, dünyanın ve evrenin en güzel görüntülerini temaşa etsek de hangisi kandırabilir mutluluk susuzluğumuzu?..Şu çiçek mi?Şu ay mı?Şu gökler mi?Ne bizi kandırabilir mutluluk yanılsamasıyla? Zaten mutluluk kavramının bizatihi kendisi madde cinsinden değil…Apayrı türdür mutluluk varlığı…Şu hayvanlar alemini bir düşünün…Her bir hayvanın gıdalanışı farklı..Hayvan-ı natıka olan insan ise bambaşka bir kategoride..Hem otçul hem de etçil hem de, hem de “duygucul” bu insanoğlu ve insankızı… Verdiğim ipucundan anlamış olmanız gerekiyor…Mutluluk kavramı ile insanın duygucul olma özelliği arasında bir bağlantı var..Nasıl ki onun otçul yönü ona “rokayı, marulu” yediriyorsa ve nasıl onun etçil veçhesi onun önüne bilumum geviş getiren, denizistanlı ya da kanatlı hayvanları sunuyorsa, onun “duygucul” merkezi de tüm kollarıyla maneviyatı, soyut dünyayı kucaklıyor, onları bırakmamacasına sımsıkı tutuyor… Duygucul yönlerini bırakmaya, bir filozofestetik ameliyatla onu kesip atmaya çalışanlar olmadı mı?Elbette oldu…İsterseniz onların birkaç tanesinin ismini söyleyeyim size; Hitler bunlardan biri…Bir de Firavunlar, Nemrutlar var ruhları ve bedenleri yakmakla iştihar etmiş.. Nietche de yok saydı önceleri bu yönünü..Böylelikle acıyı yenebileceğini sandı..Fakat sonra acı çekmek onun felsefesi oldu…Ve bir atı kurtarmak isterken, merhamet adına öldü..Acı ve duygu onun bugünkü resmini çizdi.. Evet duygucul yönlerini kesip atanlar yerine “kancıl”, içi irin dolu bir kutsal kase (boşluk) koymaktan başka ne yaptılar?Hayat bir mücadeleydi ve her varlık savaş halindeydi..O halde insan da hemcinsini ezmeli, onu yok etmeli ki var olabilmeliydi…Böylelikle “doğal seçim” olacak; güçlüler seçilecek ve güçsüzler diskalifiye olacaktı…Peki bu inanca iman gibi inanıp da büyük devletlerin ezdiği halklara acımak, onlar için ağlamak imansızlığı da ne oluyor?İşte bu sizin inandığınız “doğal seçilim” değil mi? “Güçlü olan güçsüzü yener”..O halde hiç sızlanmayın ya da imanınızdan derhal dönün… Zira evrende her şey kavga halinde değildir aslında..Mesela şu vücudumuzda birbiriyle kavga edenler kimler?Kalple mide mi kavga ediyor?Yoksa yoksa hücrelerle, alyuvarlar ya da akyuvarlar mı kavga halinde?Beyin hem akılca hem de cüssece bayağı güçlü olduğu halde neden bütün vücudu, birbirinden oldukça farklı varlıklarıyla ve türleriyle bir arada tutmak için can siperane mücadele ediyor?Neden dünyadan milyonlarca kat büyük şu güneş bu devasa gücüyle dünyayı ve hatta şu ağaççığın tepesinde açmış şu küçücük çiçeği hemen yakmıyor? Demek ki kavgadan daha çok, evrende yardımlaşma var, sevgi var, merhamet var…İşte duygucul yönünüzle bakarsanız evrene, bunları görüyorsunuz…Kancıl yönünüzle bakmayı seçerseniz de, hiç bitmeyen bir kavga, bir savaş, vahşetler ve dehşetler görüp mutsuz oluyorsunuz…Evet, bakın şimdi başladığımız yere döndük…Demek ki “Mutsuzum…” diye başlayan bütün çekimlemeler bizim o “kancıl” yönümüzle alakalı..Çünkü kancıl midemizi doyurmakla, duygucul karnımızı da doyurduğumuzu sanıyor ve maalesef oldukça fazla yanılıyoruz. Hem evrendeki unsurlar neden devamlı kavga etsin ki?Bütün varlıkların varlığı bir diğerine bağlı..İnsan gibi evrendeki unsurlar da birbirlerini düzensizce ezmeye çalışsa, evrenin düzeni yani cosmos birden kaosa ve de yok oluşa kilitleniverecek...O halde evrenin kavgadan, bu yok edici savaştan ne kârı olacak yok olmaktan başka? Peki ne yapmalı? Öncelikle bu yanlış bakış açısını bırakmalıyız…Neden her varlık kavga etsin ki?Bütün varlıkları sevgi dolu arkadaşlar şeklinde görmek ve onların aslında birbirlerinin varlıklarının da sigortaları olduklarını düşünmek, yılanla farenin küçücük yürekleri üzerine basılmış ekosistem mührünü okumak, bu mührün basıldığı tüm evrenin kardeşliğini ve birbiri içinliğini hissetmek, işte bu bizim “duygucul” midemizi doyuracak ve asırlardır süregelen bu açlığımız sona erecektir.. Bu duygucul yönümüzü keşfettiğimizde ise, onun gıdaları olan bütün manevi ve soyut güzellikleri, hem de gördüğümüz sandığımız o çiçeğin, o güneşin güzelliklerinin sonsuzca üstünde olan güzellikleri, büyük bir iştahla ruhumuza indireceğiz…Ardından da bir pastayı hem de sonsuz bir pastayı; “mutluluğu”, sindire sindire yiyecek, sonsuzluk yolculuğunun mutlu bir yolcusu olacağız… Evet evet dostum… “Mutluyum, mutlusunuz, mutlular..”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Oğuz Düzgün, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |