Bilinç ruhun sesidir, tutkular ise bedenin. -Rousseau |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu Bu yıl 20. yaşını kutlayan Uluslararası İzmir Festivali’nde bir ilke daha imza atılıyor. Ve ilk defa bu yıl, festivalde iki tiyatro gösterisi birden yer alıyor. İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncularının sahneye koyduğu Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı ve Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncularının sahneye koydukları Antigone oyunu festival izleyicisiyle buluşuyor. Daha doğrusu Keşanlı Ali Destanı, İzmir Fuar Açık Hava Tiyatrosu’nda sahnelendi bile. İkinci oyun ise 20 Temmuz Perşembe günü, Efes Antik Tiyatro’da sahnelenecek olan Antigone. Antik çağın en önemli yazarlarından Sophokles’in yazdığı ve Ankara Devlet Tiyatrosu yönetmenlerinden Ayşe Emel Mesci’nin sahneye koyduğu, yönettiği ve dramaturgluğunu üstlendiği Antigone, klasik trajedinin en güzel örneği olarak biliniyor. Yönetmenliğini Bülent Arın’ın yaptığı Keşanlı Ali Destanı, köyden kente göç olgusunun bütün hızıyla devam ettiği 50’li yılların Türkiye’sinden bir kesit alır, o dönemlerde büyük kentlerden birinin varoşunu, Sineklidağ’ı ve burada yaşayan insanların hayat öykülerini konu eder. Sineklidağ sıradan bir gecekondu mahallesi değildir. Anadolu’nun dört bir yanından gelen insanların buluştuğu yapısıyla neredeyse küçük bir Türkiye portresi çizer. Bu tabloda, iktidar toplum, kişisel çıkarlar yönetim, sosyal haklarla kültürel yapılanma arasındaki ilişkileri koyu bir mizah duygusuyla verirken eserin yazılması ve oynanmasından bu yana geçen son 40 yılda aslında Türkiye’de çok şeyin değişmediğini gösterir. Keşanlı Ali Destanı’nı sahneye koyan yönetmen Bülent Arın oyunu yazıldığı dönem itibariyle ele alırken, oyunun Türk Tiyatrosundaki önemine de değiniyor. ‘Keşanlı Ali Destanı, geleneksel Tiyatro öğelerinin, 1950’li yıllarda batıda temellenen modern tiyatro anlayışıyla ustaca buluştuğu, buluşturulduğu özgün bir yapıttır. Oyun Cumhuriyetimizin 40. yılına bir armağandır ve 1923’te ilan edilen Cumhuriyetin, oyunun yazıldığı 1963 yılından geriye doğru sosyal politik bir perspektifle gözden geçirilmesidir. Türkiye’nin toplumsal, tarihsel ve politik çizgisinin; değişme, kırılma ve direnme noktalarının eğlendirici olduğu kadar eleştirici, taşlayıcı, iğneleyici ve öğretici bir sentezidir’. İlk sahnelenişinden bu yana 40 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen oyun neden güncelliğini korumaya devam ediyor sorusunu Bülent Arın, oyunun kısa bir özetini vererek yanıtlıyor. ‘Toplumların kahramanlara ya da kurtarıcılara gereksinimin hangi koşullandırmalarla var olduğuna ilişkin eleştirel yaklaşımıyla; Kan davalarıyla sulanan ve çocukluk aşklarını boğan cinayetlerle; Çeteleşmelerin ve çıkar gruplarının toplumsal yapıda açtığı yaralarla; Ve bu yaralardan akan kanla beslenen politikacı tiplemesiyle ve siyaset anlayışıyla; Yanlış kentleşme politikaları sonucu artık ne köylü kalabilmiş ne de kentli olabilmiş ‘Sineklidağ’ halkının gecekondu ortamındaki yaşamlarıyla, ‘Keşanlı Ali Destanı’ Türk Tiyatrosu’nun kilometre taşı olduğu kadar, evrensel değerler açısından da dünya tiyatrosunda özgün bir yapıt olarak yerini almıştır.’ Oyun hakkında Prof Dr. Hülya Nutku şöyle diyor. ‘İlk kez 1964 yılının Mart ayında oynanan Keşanlı Ali Destanı geleneksel Türk Tiyatrosu’nun estetiği ve Brecht’in epik tiyatrosunun niteliklerini taşıması bakımından dikkat çeker. Oynandığı yıldan itibaren yabancı dillere çevrilmiş, yedi ülke ve on bir kentte dört yüz kez oynanmış ve yabancı basında da büyük ilgi görmüştür. Oyunda, bireyin kendi seçtiği rolle, çevresinin ona yüklediği rol arasındaki ikilemi yaşayan Ali yoluyla birey-toplum ilişkisinin sağlıksız yanları işlenir. Ali bir karşı kahramandır ve onun yoluyla bireyin ya da toplumun beklentilerinin karşısında yaşanan gerçeğin acımasızlığı yoluyla buruk bir komedi atmosferi yaratılır.’ Oyunun evrensel bir dil yakalamasının sırrını Prof. Dr. Hülya Nutku şöyle açıklıyor. ‘Oyunda; güncel politik yergi, toplumsal taşlama, ince alay, söz ve durum komiği, hüzün veren final, anti kahramandan kahramana geçiş, gecekondulaşma süreci, ekonomik açmazlar, kültürel uçurumlar, ezen ve ezilenin yanı sıra, saflığın zorbalıkla ve kurnazlıkla sömürüye dönüşmesi kısacası düzenin eleştirisi yapılır. Oyunun bugün için anlamlı oluşu, ulusal tiyatromuzda bir dönüm noktası olduğu kadar oyunsu yapısı ve masal üreten tekniği ile evrensel oluşudur. Haldun Taner seyirciyi eğlendiren bir o kadar da düşündüren özelliği ve açık biçimi kullanmadaki ustalığı ile seyircisini kavrayan bir yazardır.’ Oyunun dramaturgu Haluk Işık, Keşanlı Ali Destanı’nın neden Türk Tiyatrosu için bir kilometre taşı olduğunu oyun yazarlığı açısından şöyle değerlendiriyor. ‘Ankara – Altındağ’da yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak yazılan oyun, Türk Tiyatrosu adına, geleneklerden kaynak olarak yararlanma, onları çağdaş bir anlayışla yorumlama ve biçimlendirme anlamında önemli bir adımdır. Oyunda, Halk Tiyatrosunun göstermeci özelliklerinden yararlanılarak, bize özgü çarpıcı bir sorunu ortaya koymaktadır. Otoriteye Bağımlılık. Sineklidağ adında bir gecekondu atmosferinde kendilerine bir kahraman miti yaratmak isteyen insanlar, bu bağımlılığın bir kanıtıdır. Bu ana tema içindeki yan temalar; aşk, varsıl-yoksul kıyaslaması, kolay para kazanmak için yapılanlar, bürokrasi, politika rüşvet ve şiddettir. Bütün bunların toplamı, çarpık bir toplumsal yapıdan başka bir şey değildir.’ Haluk Işık oyunun dramaturgu olarak, oyunun teknik çözümlemesini yaparken seyirciyi kavrayan büyülü atmosferin püf noktalarına da işaret ediyor. ‘Oyundaki şarkılar, kişilerin kendilerini tanıtması ve olaylar üstüne görüş bildirmeleri amacıyla kullanılmaktadır Kurmaca ve giderek karikatürize edilmiş oyun kişileri, Orta Oyunu türünü anımsatmaktadır. Dil kıvrak, güncel ve ele alınan toplumsal yapının argo kullanımından yararlanılarak oluşturulmuştur. Halk Tiyatrosu’nun özellikleri, çağdaş tiyatroyu belirleyen birçok yabancılaştırma efektiyle buluşturulmuştur. Bu özellikler, koro kullanımı ve oyunun kurulduğunu anımsatan konuşma bölümleri ve bunlara uygun dekor öngörüsüyle desteklenmektedir.’ Bugünü doğru kavrayabilmek için geçmişe bakılması gerektiğine dikkat çeken Haluk Işık, Keşanlı Ali Destanı’nı sahnelemenin neden bu kadar önemli olduğunu da açıklıyor. ‘1960’ların Türkiye’sinde yaşananları olduğu gibi aktarmak, bugün yaşanan sorunların kaynağını görmemize yaramaktadır. Yeterli sindirme ve bir yaşama biçimi haline dönüştürme olanağı bulamadan yaşanan toplumsal süreçlerin, bugünkü sorunları yarattığını kabullenen yorum, Keşanlı Ali Destanı’nın bugün neden sahnelenmesi gerektiğine de bir yanıttır. Keşanlı Ali Destanı, yazılma ve sahneye konma biçiminin vereceği keyif kadar, düşünmenin kimi zaman acıtıcı sonuçlarına katlanmak gerektiğini anımsatan bir oyundur.’ Modern zamanları anlatan bir destandan ‘Keşanlı Ali Destanı’ndan’ başka bir destana, yüz yıllar önce yazılmış, antik dünyanın en önemli destanlarından birine geçiyoruz Antigone’ye. M.Ö. 5 yüzyılda yaşamış olan Kolonos’lu Sophokles, 85 yaşında ömrünün son yıllarında kaleme aldığı Antigone’de, kara bahtlı Oidipus’un ve kızı Antigone’nin trajik öyküsünü anlatır. Azra Erhat’ın yazdıklarına göre, ‘babasını öldürüp, annesi ile evlendiğini anlayınca, iki gözünü kör ettikten sonra diyar diyar dolaşan lanetli kahraman sonunda, kızı Antigone’nin elinden tutarak Kolonos koruluğunda rahata kavuşacaktır.’ Ama Antigone’ye rahat yok. O peşi sıra gelen ölüleri, bir türlü kaçamadığı lanetli kaderi ve kendisini yer altına çekmek için eteklerine yapışan cehennem zebanisine benzeyen bu trajediden kaçmak için hala koşuyor. Antigone ve onun kaçışını yüreğinde hisseden biri var. Yüzyıllar sonra, muhtemelen yine aynı topraklarda nefes alan ve yaşanan trajediyi iliklerine kadar hisseden başka bir kadın. Antigone’ye nefes verecek olan, onu tekrar tiyatro sahnesinde, Efes Antik Tiyatro’da etten kemikten bir çığlığa dönüştürecek olan duyarlı bir kadın. Oyunun yönetmeni, Ayşe Emel Mesci. Bu koşuyu, ondan daha iyi kim anlatabilir ki? ‘Kız koşuyor. Nefesi kesilmiş gibi değil, tüm evrenin havasını ciğerlerine çekip üflemek onun işiymiş, dünyaya bunun için gelmiş gibi koşuyor. Kandan ve terden yüzüne yapışmış saçları. Gözleri. Gün ortası ve alacakaranlık bakışlar. Çıplak ayakları çamur ve kan ter içinde. Bu dünya gibi. Kız hem geçmişten geleceğe, hem de ezelle ebed arasında asılı, incecik, sonu gelmez bir köprüde. Köprü, şimdi şu an. Köprü sallanıyor, kan ve çamur içindeki çıplak ayaklarının altında. Kız koşuyor. Antigone…’ ‘Oyunun miladı bu görüntü oldu’ diyor Ayşe Emel Mescsi. Oyun için hazırladığı yazısında. Ve oyunun canlanma sürecinin nasıl oluştuğunu şöyle anlatıyor. ‘Hep böyle bir milat olur zaten. Bir oyunu elinize alırsınız. Belki ilk kez, süreciniz ne zaman başlamışsa, sanki o anda ilk kez okuyormuşsunuz gibi gelir. Sonra satırların arasından yüzler, çığlıklar, sorular dolaşmaya, oyunun zamanıyla sizin zamanınız, oyunun sorularıyla sizin sorularınız boğuşmaya başlar. Kimi zaman siz ağır basarsınız ve oyunun satır aralarında bir belirip bir kaybolan kırık dökük söz ve resim parçaları toplu bir görüntüye dönüşmeden dağılır gider. Ama öyle oyunlar vardır ki, satır aralarından fışkıran dünyasından çekiverir sizi, tüm varlığınızla emer sanki, kendi zamanınız ve sorularınızla gömülür, yok olursunuz neticede. Sonra yavaş yavaş yeniden doğmaya başlarsınız. Siz de metin de daha önce hiç olmadığınız bir hale dönüşürsünüz. Her reji yeni bir okuma demektir. Her reji metni yeni bir dile çevirmektir. Sorular sorularla, yüzler yüzlerle, sesler seslerle kaynaşmaya, buluşmalar yeni görüntülere dönüşmeye başlar. Beyninizde oluşan şey aslında oyunun atmosferidir ve ilk görüntüler çok önemlidir. Antigone koşuyor, arkasında bir siluet. Onu hem kendi kişisel tarihine, geçmişine, hem de insanlığın mitolojik köklerine bağlayan bir görüntü. Kral Odipius.’ Ve bu noktadan sonra, Ayşe Emel Mesci’nin oyunun özünü anlatan son sözlerini aktarırken, gerisini de Antigone oyununu, 20 Temmuz Perşembe günü Efes Antik Tiyatro’da izleyecek olan izleyicilere bırakalım. ‘Bana sorarsanız, Antigone ilk bakıştan beri, ezelden beri, bebek Odipus çobana teslim edildiğinden beri, bir yol hikayesidir. Seslerin ve sessizliklerin, ışıkların ve gölgelerin, yaşayanların ve ölülerin, yerin altının ve üstünün, kozmosun ve kaosun karşılıklı iki yanına dizilip, birbirini süzdüğü bir yol hikayesi...Yolun iki yanında, bir film şeridi gibi akıp geçen dünyalar 2500 yıl öncesine göre daha mı temiz, daha mı kirli? Ölümün gölgesi koyulaştı mı, koyulaşmadı mı? Yaşlı tanrıların sunaklarına genç kan damlıyor mu hala hiç durmadan? Benim cevaplarım önemli değil. Önemli olan, Antigone koşuyor. Ardında ölüleri. Önünde belirsiz bir ufuk. Ayakları kan ve çamur içinde. Koşuyor Antigone. Çünkü şairin dediği gibi: ‘Ne gelir elimizden insan olmaktan başka’’
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |