Herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez. -Joe Louis |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu “Kibele’yim ben, Ana Tanrıçası Anadolu’nun. En son Hitit’lerin Tanrıçasıydım. Kovanını yitirmiş arı ecesiyim. Bu tekne bütün Anadolu’yu yoğuruyor. Mayası uygarlık denen aklı ile beslenen Kibele’yim ben. Ana Tanrıçayım, hem doğuran, hem yoğuran, hem doyuran, Toprak Ana, Devlet Ana, Ben Anadolu.” İlk önce Kibele doğdu. Ondan doğan kızları nesilden nesile çoğaldılar, beslediler, yönettiler Anadolu’yu. Binlercesi, birini eksik ansak, diğerinin hatırı kalır. Bu tanrıçaların öyküleri ilmek ilmek örülür, destan olur, söylence olur. Nihayet “Ben Anadolu” olur, sahnede oyuncu olarak hayat bulur ve Yıldız Kenter olarak karşımıza çıkar. Anadolu topraklarından doğan, bu toprakların teknesinde yoğrulan, hamurundan yoğurduklarını nesillerden nesillere aktaran, vücut bulduğu her karakterde suretini bırakan Kıbele’nin kızları, en son büyük bir oyuncunun Yıldız Kenter’in kimliğinde “hayat buluyor”. Kibele kimi zaman kraliçedir, kimi zaman sıradan bir kadın, isyancıların karşısına tek başına dikilen bir kahraman, kralı devirmek için komplo kurmaktan çekinmeyen bir kadın tarihçi, ölü çocuklarının acısından taşlaşan acılı bir ana, Truva savaşında sevdiklerini yitiren bir kadın, ihtiraslı bir kraliçe, Tanrıça’dan kutsal anaya geçerek yeniden hayat bulan bir azize, din değiştirerek yeni bir hayata yeni bir kültüre ilk önce istemeden ama sonra isteyerek uyum sağlayan bir sultan, padişah anası, Anadolu’nun en büyük mizah ustasının karısı, bir kadın şair, kurtuluş savaşının bütün kutsal anaları, romancı, edebiyatçı ve sonunda sahnede büyük bir tiyatrocu, işte bunların hepsi Ana Tanrıça Kibele’nin kızlarıdır. Çağlar çağları kovalar, ülkeler fethedilir, sınırlar değişir, kültürler bir öncekine eklenir, zenginleşir ama Kıbele’nin Kızlarının suretleri yaşadıkları yüzyılla değişse de hamur yine aynı hamurdur, öz yine aynı özdür. Onu ilk önce, kızını Mısır ve Hitit ülkeleri ararsında anlaşma sağlayabilmek için Mısır Kralı II Ramses ile evlendirmekten çekinmeyen Hitit Kraliçesi Puduhepa olarak görürüz. Sonra, Hititli bir tüccarın karısı Lamassi olur. Truva Savaşında, Hektor’un karısı Andromak olarak hem kocasına destek olur, hem de savaşı lanetler. Sırası gelir öldürülen çocuklarına gözyaşı dökerken acıdan taş kesen, hala Silus Dağı’nın eteklerinde ağlayan kaya Niobe olarak karşımıza çıkar. Gururu kırıldı mı, Kral kocası Kandule’yi komutan Giges’e öldürtmekten kaçınmayan bir Kraliçe, “Sard Kraliçesidir”. Efesli Artemis iken Sen Pol’ün Efes Tiyatrosunda vaazından sonra, artık Meryem Ana’ya dönüşme zamanı geldiğini anlayacak kadar zekidir, artık onda yaşayacaktır. Binlerce suretinden birini Nika isyanında, İmparator Jüstinyen ile Başkomutan Belaryus korkudan bir köşe pıstıklarında, büyük bir cesaret gösterip tek başına isyancıların karşısında dikilen ve diğerlerini yüreklendirerek isyanı bastırıp imparatorluğu kurtaran Teodora olarak görürüz. Anna Komnena bilinen ilk kadın tarihçidir, aynı zamanda tahtı ele geçirmek için kardeşi Yohan Komnemus’a karşı suikast düzenleyecek kadar da cüretkar. Düğün gününde kaçırılan Holofira can düşmanı Osman Bey’in gelini olunca ilk önce mecburen ama sonra isteyerek Nilüfer Sultan olmuştur. Eşeğe ters binişi ile tanıdığımız Anadolu’nun en büyük mizah ustasının karısı olmak ne kadar büyük bir sorumluluktur bilir misiniz? Nee Aime olarak yola çıktığında amacı Paris’e varmaktı ama kendini ilk önce Cezayir korsanlarının elinde, sonra da Osmanlı Sarayında bulur Nakşidil Sultan. 19. Yüzyılla 20 Yüzyıllın ilk yıllarına tanıklık ederken bir toplumun kültürel yapısını da şiirlerine aktarır Şair Nigar Hanım. Kurtuluş Savaşı yılları, göç, seferberlik, bozgun, göç, seferberlik, savaş…Bu kana deryasının suyu nerden gelir? Savaş, acı, kan, kan, kan.. “Öç almak kısır yüreklerin harcıdır” der. 10 Başı Halide Edip. Şehit kanlarıyla yıkanan Anadolu’da artık her ana bir Kibele, her ana bir Tanrıça’dır, doğdukları ve var oldukları toprakları canları pahasına savunan Tanrıçalar. Gün gelir, Kibele’n,in sureti çağdaş Türkiye’nin çağdaş yüzü olarak romancı, edebiyat profesörü ve genç Cumhuriyetin Meclis Üyesi Halide Edip Adıvar’ın kimliğinde tarihteki yerini alır. Ve son olarak, Türk Tiyatrosu’nun büyük ismi, hocaların hocası, çağlara meydan okuyan gencecik bir kadın Yıldız Kenter var. Kimler gelip kimler geçti bu topraklardan? Kalıcı olan yine Anadolu’dur. Çağlara, medeniyetlere meydan okuyan Ana Tanrıça Kibele’nin suretleri can buluyor oyuncunun bedeninde, onun ağzından konuşuyor bizimle, onun yüreği ile sırlarını paylaşıyor, diliyle öykülerini anlatıyor, aklı ile sesleniyor ve vicdanı ile mirasını gelecek nesillerin Kibele’lerine bırakıyor. Kibelenin Kızlarından “oyuncu” olanla, Yıldız Kenter ile Kibeleyi, “Ben Anadolu” yu, hoca olmanın sorumluluğunu, konservatuar yıllarını, “sanatçılara evinizde ölün” diyen yasayı, sanatçı gözüyle seyirciyi ve Türk Tiyatrosunun bugünkü durumunu konuştuk. SDK - Ben Anadolu teksi elinize nasıl geçti? Ben Anadolu’yu sahneleme fikri nasıl oluştu? Yıldız Kenter – Ben Anadolu’yu sahneleme fikri 20 yıl önce benim kızımdan çıktı. Ben bu fikri ilk önce, Murathan Mungan’a götürdüm. Hatta Murathan Mungan ile biraz çalıştık. Sonra o proje yürümedi. Sonra Turgut Özakman’a gitti. O sıralar maalesef Turgut Özakman’ın vakti yoktu. Projeyi çok ilginç buldu ve mitolojik temaları Güngör Dilmen daha iyi bilir dedi. Son olarak, Güngör Dilmen’e rahmetli eşim Şükran Güngör ile birlikte gittik. Güngör dilmen çok ilgilendi. Çok iyi bir çalışma yaptık. Güngör Dilmen çok güzel parçalar yazdı. Ben Anadolu’yu dokuz sene oynadım. Daha sonra aramızda bir anlaşmazlık oluştu. Bir süre oynamadım. Zaman bazı şeyleri tamir etti galiba. Sonra tekrar oynaya başladım. Yaşsız bir oyun olduğu için hani oyunda bin yaşında insan da var, on yaşında insan da var. Oyun tekrar gündeme geldi. SDK – Oyunu dünyanın birçok ülkesinde İngilizce olarak sahnelediniz. Aynı oyunu İngilizce sahnelemenin nasıl bir zorluğu var? Yıldız Kenter – Dil farklılığında, baştan sona hareket değişikliliği tabii ki oluyor. Çünkü hareketi konuşmanın müziği ayarlar. Konuşmanın anlamı manası neyse, koreografiyi oluşturur. Bazı işler konuşmanın müziği değiştiği için ister istemez değişiyor. Ama bazı şeyler de olduğu gibi kalabiliyor, değişmiyor. Londra’da, New York’ta oynadım. SDK - Danimarka, Kanada, Hollanda gibi Türkiye’ye karşı ön yargılı ve çok mesafeli yaklaşan yerlerdeki seyircilerin oyuna tepkileri ne oldu? Yıldız Kenter – Eğer bir oyunda evrensel dil, boyutlar yakalanmışsa tepki dünyanın her yerinde aynı oluyor. Mesela Tennesse Williams’ın Arzu Tramvay’ı oynandığı zaman her yerde aynı tepkiyi aldığını görüyorsunuz. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun bütün insanların tanıdığı durumlar, ortamlar, davranışlar, duygular, çaresizlik, ulaşmak, bir şeylere ulaşamamanın verdiği acı, bunlar evrensel duygular. Eğer iyi işlenecek olursa her yerde aynı tepkiyi alır. Bunun için dünyaya açılmaya gerek yok ama bu tepkileri aldığımız zaman mutlu oluyoruz. Van’da, İstanbul’da, Karadeniz’de, Soma’da, Güney’de oynuyorsunuz, tepkilerde pek bir değişiklik olmuyor. Ben onları seyirci olarak algılamıyorum. Olaya insan diye bakıyorum. Bütün dünya insanları acıkıyor, susuyor, kavga ediyor, sevişiyor, korkuyor, kızıyor, doğuruyor, intikam almak istiyor. Bütün bu duygular dünyanın neresinde olursa olsun bütün insanlarda ortak paydadır. Ama tabii uygarlıkların getirdiği değişik detay ve davranışlar var. Onlar çok ilginç. Yani kültürlerin oluşumu coğrafyaya ve koşullara bağlı. Eskimoların davranışıyla Ekvator’da yaşayan bir insanın davranışı elbette ki farklı olacaktır ama temelde, insani duygularda birleşiyorlar. O insani duyguları çok iyi biliyor ve tanıyoruz. SDK – Kibele’de 1000’lerce kadın var. 1001.sine yer versek diğerleri mahzun kalacak diyorsunuz. Ben Anadolu’daki karakterleri hangi parametreleri göz önüne alarak seçtiniz? Bu kadar kadın zenginliği içinde seçmek zor olmadı mı? Yıldız Kenter – Ben Anadolu oyununda canlandırdığım karakterlerde seçimlerin çoğunu Güngör Dilmen yaptı. Çünkü Güngör Dilmen’in gerçekten çok sağlam bir mitolojik bikrimi vardır. Biz de mitoloji okuduk ama şimdi ben lazım oldukça geri dönüp bakıyorum. Tiyatro’da o an size oyunla ilgili olarak size ne lazımsa geri dönüp bakıyorsunuz. Mesela Shakespeare, Molliere, Çehov ya da bir Amerikan yazarının eserini oynuyorsanız. Yeniden o dönemlere geri dönüyor ve o dönemleri araştırıyorsunuz. Bu bakımdan Ben Anadolu’da dramatik boyutları olan kişileri seçmeye çalıştık. Dikkat ederseniz oyunda anlatılan ve işlenen öykülerin %90’ı merak duygusuyla beslenen ve kısalığına rağmen ilgiyle izlenecek karakterler. İçinde gerilimi yüksek tutan ve merak unsurunu ön plana çıkaran öyküler. O bakımdan seyirci şu anda eskisinden daha iyi dinliyor ve izliyor. SDK – O zaman oyunun ilk sahneye konduğu dönemle şimdiyi karşılaştırırsak, seyirci profilinde de bir değişimden bahsedebilir miyiz? Yıldız Kenter - Seyircide de zaman içinde bir merak duygusu oluşmuş ve artmış. Seyirciler oyunu yüzeysel bir ilgiyle değil merak ederek izliyorlar. Sessiz sedasız, çok dikkatle izliyorlar. Bu beni çok mutlu ediyor. SDK – Hep Aşk Vardı, Oscar Pembeli Meleği ve en son olarak, “Ben Anadolu” gibi tek kişilik oyunlarda sahne aldığınızda, iki buçuk saat boyunca oyunun temposunu ve seyircinin ilgisini hiç düşürmeden canlı tutmak zor olmuyor mu? Yıldız Kenter – Bunun için oynama, o karakter ol. Hisset, o anı yaşa. Senin sözlerin olsun. O koşulları benimse. Bunlar çok önemli. Her insanın yaşadığı gibi ben de çok değişik koşullarda yaşadım ve adapte olmasını öğrendim. Eğer adapte olmasını öğrenemeseydim ben asla Anadolu’yu dolaşamazdım. 18 sene senede 2-2.5 ay Anadolu’yu dolaşıyorduk Şimdi Anadolu’yu yine dolaşıyoruz ama eskisi gibi değil. Çünkü Açık Hava Sinemalarının hepsi yıkıldı. Yerlerine televizyon ve video geldi. Artık oyun oynayacağımız yer kalmadı. İşte birkaç yerde Açık Hava Tiyatroları var ama hem sayıları çok az hem de sağlık açısından temizlik olarak durumları içler acısı. Mesela, Çeşme Açık hava Tiyatrosu temizlik bakımından bir yüz karasıdır. Bazı Açık Hava Tiyatrolarını daha çok seyirci alabilsin diye gereksiz olarak büyüttüler ve maalesef tiyatroyu tiyatro vasfından çıkardılar. İzmir Açık Hava Tiyatrosunun 3-4 bin kişilik bir tiyatro haline getirip tiyatro olmaktan çıkardılar. Dört bin kişiyle nasıl tiyatro temsili verirsiniz? O tiyatro temsili olmaz. Tiyatro seyirciyle birlikte yapılır. Oyuncunun seyirciyle kucaklaştığı birbirlerinin sıcaklığını hissettikleri, birbirlerinin yüzünün rengini gördüğü, birbirlerinin havasını soludukları bir beraberliktir. Beş bin kişilik yer yaptığınız zaman büyük oyunlar sergilemek lazım. Eski Yunan’a baktığınız zaman, keşke bu tiyatroları yaparken dönüp bir Eski Yunan Tiyatro tarzına bir baksalar, seyirci uzakta değildir. Seyirci oyuncunun yakınındadır. Bir örnek Karasudaki Odeon Antik Tiyatrosu’dur. Odeon 100 kişi alan bir tiyatrodur. Sahnesine baktığınız zaman seyirciler ve oyuncuların birbirlerine çok yakın olduklarını görürüsünüz. Peki, çok büyük tiyatrolar yok mu? Vardı. O zaman koşullar çok farklıydı. Senede bir ay spor gösterileri, at gösterileri ve çeşitli oyunlar sergileniyordu. O zaman, aktörler için kocaman maskeler yapılıyordu. Dırapeli hareketleri büyütecek gösterişli kostümler yapılıyordu. Koşullar farklıydı. Şimdi koşullar daha başka. Kapalı sinemaları bile televizyon odaları haline getirdiler. Artık 500 kişilik sinemalar bulmak bile çok zor. Baktığınızda cep sinemaları dedikleri, küçücük cüce cüce sinemalar var. Bir sinemadan 4-5 sinema çıkardılar. Her birinde başka bir film oynuyor. Evlerde de bölündü. Herkes tek başına olmak istiyor. Bireysellik aldı başını yürüdü. Bireysel özgürlüğe karşı değilim ama aile yapısına ve topluma da inanıyorum. Aile yapısının ve toplumsal yapının güzelliğini ve onların beraberindeki gücü yaşamak hoşuma gidiyor. Maalesef birliktelikler giderek azalıyor. SDK - Oyuncu Yıldız Kenter, çok özel kadınlara sahnede yeniden hayat verdi. Maria Callas, Çöl Faresi, Pembe Kadın ilk akla gelenler. Bu isimler çoğaltılabilir. Bu kadınların hepsini birden yüreğinizde nasıl barındırıyorsunuz? Yıldız Kenter – Ne çalarsam bu sazla çalıyorum. (bedenini kast ediyor) Onun için rolleri oynadığım zaman acaip değişik tipler yaratmak istemiyorum. Ses bu, alet bu, hepsini bununla halletmek mecburiyetindeyim. Piyanist, flüt gibi çalamaz. Bunun için bazen ben diyorum ki, ben hep kendimi oynuyorum. Aslında bütün bu kadınların hepsi Pembe Kadın, Çöl Faresi hepsi benim. Bende olan bir tarafın yansımasıdır. Bendeki o azim, o Çöl Faresinde ki azim değil mi? Bende o Hürrem Sultan ihtirası yok mu? Bende Maria Callas’ da ki sanatçı kumaşı yok mu? Var. Bunların hepsi benim. Bende bütün bu duygular mevcut. Bunun için her insanda da vardır. Bu duygular seyircilerde de var. Oyuna geldikleri zaman o nedenle kendilerini bu kadınlarda buluyorlar. Bazısı yalan söylemeyi kendine yediremiyor. Yalan söylemeyen insan var mıdır? Öfkelenmeyen insan var mıdır? İntikam almak istemeyen insan var mıdır? Ama insanlar oyuncudur. Herkes oyuncudur. Tiyatro oyuncusu, kendisini idare etmesini bilen kişi demektir. Bu her insan da olduğu sürece uygarlığa o kadar yaklaşılır. Oynamak, duygularını, düşüncelerini, koşullarını direk olarak kontrol altına alabilme sanatıdır. Bunu yaşamda yapmıyor muyuz? Yapıyoruz,.Gündelik hayatta bazen karşımızdakinin suratına “şunun suratına iki tane indirsem” diye içinden geçirdiğin anda tutuyorsun kendini ve gülümseyerek “evet efendim” diyorsun. O an içinden bir şeyler geçiyor belki ama tutuyorsun kendini. İşte iyi oyunculuk ve uygarlık budur. O bakımdan yaşamda çok iyi oyuncular da var, çok kötü oyuncular da var. Ama benim dileğim herkesin çok iyi oyuncusu olmasıdır. Maalesef her zaman yaşamda iyi oyuncular olamıyoruz. SDK – Konservatuarda çok özel hocalardan ders almıştınız değil mi? Yıldız Kenter – Ben çok şanslı bir insanım. Konservatuarda olağanüstü hocalarımız oldu. Muhsin Ertuğrul, Carl Ebert, Tevfik Ararat, Muazzez Gökmen, Madam Adler onların her birini o kadar çok sevgi ve saygıyla anarım ki. Genç hocalarımdan da çok şey öğrendim. Mahir Canova, Cüneyt Gökçer’den çok şey öğrendim. Bütün hocalarımız çok muhteşemdi. Carl Ebert derse girer girmez bana oynamam için kocaman kocaman roller verdi. Carl Ebert Türkiye’den ayrıldıktan sonra İngiltere’ye gitti. Ben de İngiltere’ye gittiğimde beni gezici bir topluluk olan Glyndebourne’da sınava soktu. Ben o sınavı kazandım. Hatta bir oyunda başrol aldım ama maalesef çalışma izni alamadım. Hemen savaş sonrası dönemdi. İngiliz pasaportum olmadığı için çalışma müsaadem yoktu. Bunun başka yolları vardı ama ben o yolları denemeyi düşünmedim bile. Annem İngiliz’di. Çok rahat İngiliz pasaportu alabilirdim ama aklımdan bile geçmedi. Daha sonra Türkiye’ye Peter Potter Ankara’da bir opera sahnelemek için geldi. Ben de Müşfik ile beraber onun yönetiminde, Ankara’da İngiliz sefaretinin bahçesinde, İngilizce bir oyun sahneledik. Böyle imkanlarım çıktı. Amerika’da tiyatro okurken Amerikalıların ışık dehası dedikleri Jean Rosenthal benim hocamdı. O beni mutlaka dönemin en önemli oyun yazarlarından birinin yanına göndermek istiyordu ama olmadı. Babamı yeni kaybetmiştim, çocuğum vardı. Benim için çok acılı bir dönemdi. SDK - Direnmek, sevmek ve inançlar uğruna savaşmaya devam etmek deyince benim aklıma Muhsin Ertuğrul geliyor. Muhsin Ertuğrul Devlet Tiyatrolarından ayrılınca sizden onunla beraber İstanbul’a geldiniz öyle değil mi? Yıldız Kenter – Hayır, Muhsin bey Devlet Tiyatrosundan ayrılmadı. Muhsin Bey’i çok çirkin bir biçimde dışladılar, onun işine son verdiler. Bir insanın işine son verilebilir. Muhsin Bey gibi Türk Tiyatrosuna çok büyük emeği geçmiş bir insana yapılacak şey değil. Olacak şey değil. Zarafet yok. Masasının üzerine pul kadar bir kağıt bırakmışlar. Artık sizinle çalışamayacağız diye. Bu bizim o kadar çok gücümüze gitti ki biz de çektik gittik. Ondan sonra da bizim macera başladı işte. Öyle çalışmadan maaş yok. Öyle bir çalışma dönemi başladı ki, sanki Muhsin Bey bunun böyle olacağını hesaplamış gibi ben devlet tiyatrosundayken beni o kadar ağır ve çok çalıştırdı. Devlet Tiyatrosunda çalıştığım dönemde, 24 oyunda oynadık. Yani, her sene yılda yeni iki oyun oynamış olduk. Bundan sonra, İstanbul’da uzun bir süre Finten’i oynuyorum. Anadolu’ya çıkıyoruz, Eskişehir tiyatrosuna gidiyoruz, orada Yağmurcuyu oynuyoruz. Geliyorum. Ankara’da Fitnen oynuyoruz, Konya’ya gidiyoruz tekrar Ankara sonra Adana tekrar Ankara derken bu tempo hep böyle devam etti. Muhsin Bey beni sanki İstanbul için hazırlıyormuş. SDK – O yıllardan günümüze sanatın şu anda Türkiye’de geldiği noktaya bakarsak neler söylenebilir? Yıldız Kenter - Ne yazık ki Türkiye’de popülizm sanatsallığın önüne geçmiş durumda bir ranttır çıkardılar ortaya. Para ve rant kaliteyi, seviyeyi ve her şeyi yavaş yavaş bir girdabın içine doğru çekiyor. Düşündürmesi gereken bir oyun seyirciye zor gelebiliyor. Seyirci artık “düşünmek istemiyor”. Düşünmek çok eğlenceli bir iştir. İnsan düşünerek dinlendir. İnsanlar sadece herhangi bir şeye göbekten kahkaha atarak gülmek istiyorlar. Evet gülmek çok güzel bir şey ama gülmek de çok “ciddi” bir iştir. Bir insanı güldürebilmek çok ciddi bir iştir. Böyle kaşını gözünü oynatarak, yüzünü çeşitli şekillere sokarak güldürmekten bahsetmiyorum. Buna da gülen var ama gülmek “düşünmektir”. Merak ediyorum, Türkiye’de neden Bernard Shaw oynanmaz? Oynanmaz çünkü başka türlü bir espri anlayışı var. Çünkü üzerinde düşünmek lazım. Artık Türkiye’de gülmece yapmak demek, altı çok çizilecek, çok belli edilecek, bakın bu komiktir gülün demektir. İngiltere’de de şu anda maalesef öyle. Popülizm şu anda bütün dünyada ve bütün televizyonlarda hakim. Özellikle Amerika’ya baktığınızda bütün televizyonlarda, her yerde bir cıvıklık var. Sanat anlayışında bir çöküş var. Kalabalıktan mı oluyor diye düşünüyorum. Toplumlar, kalite ve seviyeyi kaldırmaz hale geldiler. SDK – Konservatuarda hoca olarak ders veriyorsunuz sonra birden yarıyılın ortasında çıkartılan “garabet bir yasayla” artık ders veremeyeceğiniz anlaşılıyor (!) ve siz her zamanki gibi direniyorsunuz. Sonra, “hiçbir ücret almadan”, çocukların ders programını “hiçbir karşılık beklemeden” tamamlıyorsunuz. Bunu neden yaptınız? Yıldız Kenter – Çocuklarla belli bir program uyguluyoruz. O öğrenciler ancak bunu bir bütün içinde algılayacaktır. 15 öğrencinin içinden bunu iki kişi algılayabilirse bu bana yeter. Bunun için o programı tamamlamak lazım. Senenin ortasında birden bire hadi güle güle diyorlar insana. Birazcık tuhaf geliyor yani. İnsana teşekkür edilir. Bir zaman tanınır. Ölene kadar ben burada kalacağım, bu işi yapacağım demiyor kimse. Eğer sağlığın ve kafan yerindeyse ve belli bir birikimin varsa, neden o birikimi değerlendirmeyesin? Hayır sen 65 yaşını doldurdun artık sen bittin diyorlar. Bazen görüyorum. Aaaa halen mi çalışıyorsun diyorlar? Neden çalışmayacakmışım? Ne yapmamı bekliyorsunuz? Yaşamak çalışmak demektir. Çalışırsan yaşarsın. Bööööyle oturup ölümü mü bekleyeceğim? Bir şey yapacaksın. Hadi git yat biraz dinlen diyorlar. Ben yattığım zaman mutlaka bir şeyler okurum. Bir şeye bakmalıyım. Böyle tavana bakamam. Kafanızın dinlenmesi için bir şeyler alıp, bir kitap, bir yazı, bir şiir okuyarak, kafanızı alıp bir yerlere götürüp dinlendirebilirsiniz. Onun dışında o kafa, o duygular sizi rahat bırakır mı? Kafa sürekli tıkır tıkır çalışıp sizi yiyor. Orada ücretsiz çalışıp programı bitirmem aslında kahramanlık değil. O öğrencileri yarıyılda bırakamadım. Kendim için yaptım. Ben rahat olayım diye yaptım. Birçok şeyi yaptığım gibi. Bana sürekli aynı soruyu soruyorlar. Niye bu kadar çok çalışıyorsun? Kendim için. Umut için. SDK – Umut direnmek ve ayakta kalmak için neler söyleyebiliriz? Yıldız Kenter- Ben, rahmetli olan karikatürist Ferruh Doğan’ın karikatürlerini çok severdim. Onu okuduğum zaman benim düşündüğüm şeyi çizmiş derdim. Sanat umuttur. İnsanın sevdiği her şey umuttur. Gülüş umuttur. Yardımlaşma umuttur. Bunların hepsi çok güzel şeyler olduğu için hepsinden bir sanatsallık vardır. Umut, direnmek ve ayakta kalmak Ana Tanrıça Kibele’nin üç özelliği. Hepsi Tanrıça’nın “oyuncu suretinde” hayat buluyor. Son sözü, Ana Tanrıça Kibele’nin Kızlarından birine, oyuncu Yıldız Kenter’e bırakıyoruz. Hayat bulduğu oyuncu suretiyle Ana Tanrıça Kibele şöyle sesleniyor çağlar öncesinden günümüze. “Oyuncunun suretinde, binlercesi var bu sahnede. Bin birincinin adını ansak, öbürü mahzun kalır. Çağlar boyunca, kendi adımız yokmuş gibi kocalarımızın adıyla anılırız ve onları sezdirmeden güderiz. Ben Anadolu, Tanrıçaların Anası, türlü diller söylettiler, hiç ayırmadım. Zamanımız binlerce yıl, sahnemiz bütün Anadolu. Ben bir oyuncuyum. Değişerek ancak ayakta kalabiliyorum. Ben oyuncuyum. Bir varmış bir yokmuş, küllerinden doğan ben oyuncu, yüreğinizden tutuşan kıvılcımlarla, yeniden doğabilmek için eğiliyoruz önünüzde.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |