Konuş ki seni göreyim. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Komşu Fatma Yenge’nin berduş oğlu Niyazi, Alamanya’ya işçi yazılıp yılına varmadan, kolunda sarışın bir Alaman dilberiyle dönünce, mahalleliyi bir meraktır sardı. Biz küçükler de ilk kez bir gevur görmenin heyecanından komşu Fatma yengenin ev ahalisi ve konuklarından oluşan meclisin çevresinde daire oluşturup incelemelere koyulduk. Öyle ya, incelemeden olur mu ? Gevur bu, eli yüzü nasıl, gözü kulağı bizimkilere benziyor mu ? Şimdilik tek bildiğimiz kızın adının Erika olduğu. Biz heyecanla gözlemlerimizi sürdürürken, büyükler de boş durmuyor. Bizden büyükler delikanlılık, genç kızlık çağındakiler ikinci bir daire oluşturdular. Yaşlı başlılarsa daha geride, kendini göstermemeye çalışarak üçüncü dairede yerlerini aldılar. Böylece Erika yengeyi inceleme komisyonları oluşturuldu ve yoğun biçimde çalışmalara başladı. ... Niyazi Abi Almanya’yı fethetmiş, üstüne bir de yavuklu bulmuş muzaffer komutan edasıyla köylüye biraz yukarıdan bakarken, annesi Fatma Yenge oğlu, kedi olalı bir fare yakaladığı için gururlu. Hatta tüm aile aynı. Yeğen tembel Kadriye bile çokça havalanmış, sanki yengesini yiyecekmişiz gibi, en kibarlaşmış tavrıyla uyarılarda bulunuyor: - Lütfen Eriki yengeme ırhatsızlık vermeyin, geri durun. ... Karşılama, hoşbeş sonrası yemek faslı. Sofra kuruldu; önce tarhana çorbası geldi. Niyazi abi tahta kaşığı Erika Yenge’nin eline tutuşturup yedirmeye çalıştı. Kaşık yengenin ağzına sığmadı mı ne, “Glukk !” diye bir ses çıkarıp eliyle iteledi. Çevreden “Çiğnine vurun, çiğnine vurun, gancık boğuluyor !” sesleri duyuldu. Neyse ki, o da boğuluyormuş da son anda kurtulmuş gibi, derinden bir “Ohhh” çekti. Biz de izleyici katmanları olarak derin bir soluk aldık.. Herkes tarhana çorbasını iştahla içip darı ekmeği ile karnını doyururken Erika Yenge’nin kursağına bir kaşık yemek girmemesi kaynana adayı Fatma Yenge’yi çok üzmüş oymalı, torununa bağırdı: - Gız Gadirye ! Yeni süslü gaşıkla aldıdım onladan geti yengene. Ne de olsa gelin adayı itibar görecek. Kadriye bir koşu, sarı renkli kibar mı kibar, süslü mü süslü kaşık destesini kaptı geldi. Ama ne çare, yine başarısızlık. Ne denli çabalasalar olmuyor. Tadı da bir tuhaf mı geliyor ne ? Yüzünü ekşitiyor, buruşturuyor. Bu arada, arkamızda oturan üçüncü daire gözlemcilerinden bir yaşlı teyze de Erika Yenge’nin tarhana çorbasını içmeyişini yorumluyor: - Bunla cavır, çobu içmezle. Yalınız et yir bunla; domuz eti, oğlak eti, toklu eti, guş etii. … Sofrada kimi saygıdeğer konuklar da var. Örneğin, köy imamının izinli olduğu günlerde namaz kıldırınca adı derin hocalığa çıkan Abdullah hoca. Olaya o da bir yorum getiriyor: - Bunların mensubu olduğu Hıristiyan tarikatında tarhana çorbası içmek mekruh olmalı. Yosam, neye içmesin mis gibi çorbayı ? Derin bir alimden dinlediydim, bunların kimi tarikatlarında tarhaha çorbası, kuskus pilavı, eşek zeytini dilmesi yimek günah sayılırmış. Herkes “ona ne şüphe“ anlamına başlarını sallarken, hocaefendi de yaptığı ilmi açıklamanın kıvancıyla çalakaşık çorbaya yumuldu. Bu arada Niyazi abi de boş durmuyor; Almanya’dan getirdiği salam, sosis, çikolata, ne varsa yavuklusuna yediriyor.. … Buraya kadar bir yaramazlık yok. Ancak, Erika Yenge karnı doyar gibi olunca bombayı patlatıveriyor: - Şaraaap , Niyazi. Bu söz Fatma yengeyi doğal olarak şaşırttı. Çevredeki herkesin gözü de faltaşı gibi açıldı. Önce birbirlerine, sonra hepbirlikte Erika Yenge’ye, daha sonra da, sanki Erika yengeye şarabı o alıştırmış gibi Fatma Yenge’ye baktılar. Ortalıkta buz gibi bir sessizlik kol gezdi. Abdullah Hoca sessizliği dağıtmak için iman gücünü denedi: - Elhamdülillah, şükür yarabbi. Nafile. Fatma Yenge huzursuz ve huzursuzluğu hiçbir şeyle tanımlanabilecek gibi değil. Düşünün bir kez, “Fatma’nın gelini şarapçı çıkmış” dense, neye yarardı. Nasıl çıkardı bu kadın insan içine. Yüzü gözü mosmor oldu. Soru sorma, azarlama arası bir sesle Niyazi abi’ye bağırdı: - Niyaziii ! ne istiyor senin bu yavuklun ? Niyazi abi telaş içinde, toparlamaya çalıştı: - Bir şey istediği yok. Hayal kırıklığına uğramış da onu söylüyor.. - Neyini gırmışız ? - Öyle değil anne, ben Erika’ya buraları çok daha güzel anlatmıştım. Oysa o, övdüğüm gibi, gelişmiş modern bulmadı. Onun için çok şaşırdı. Buraları düzenli beklerken bakımsız ve yıkıntı halinde görünce “Harap !” diyor. “Memleketiniz harabeye dönmüş, niçin bakmamışlar ?” diyor. Sonra çevredekilere bakıyor: - Doğru değil mi şimdi ! Ben canım memleketimi bir yıl sonra böyle mi bulacaktım ? Şimdi ben koskoca Alaman kızına ne diyecem ? O telaşla hiç kimsenin aklına “Bir yılda ne değişti ki !” demek gelmedi. Herkes başını eğdi; memleketi güzelleştirememenin, güzellikleri koruyamamanın ezikliği, hatta utancı içindeydik. Bereket versin, Abdullah Hoca böyle durumlarda cankurtaran gibi yetişiyor, kıvrak zekası, kariyerinin verdiği birikimle utancımıza, çaresizliğimize neşteri vuruyor: - Üzülmeyin gardeşler, ben cavır gelinanım gızımı dikgatle dinledim. Abdullah Hoca’nın bir ara Almanya’ya kaçak işçi olarak gidip on beş yirmi gün oralarda kalması yabancı dil bilme gibi bir üstünlük kazandırmıştı. Öyle ya bir lisan bir insan. Hoca bu güvenle, sözlerine devam etti: - Hanım gızımız şarap demediği gibi harap da demedi. Şimdi herkes merak içinde. Bu Erika yenge onu da demediyse ne dedi ? Herkes hocaya dikkat kesildi: - Eeeee ne dedi ? - Aksine köyümüzü çok beğenmiş. Cennete benzetmiş. Yarabbilalemine “Gözlerime dünyada cenneti alayı bahşeyledin, beni cennetine vasıl eyledin, ben daha ne isterim ?” diyor. Her ne kadar kalabalığın içinden “Gız bu necap cavır, bizimkilere mi garıştı, ne ?” gibi fısıltılar duyulsa da, hiç kimse “Ufak at hocam !” gibi bir kabalık yapmadığından, hoca devam ediyor: - Yani hanım kızım “Yaarab” diyor. Fatma yenge bu güzel açıklamaları dinleyince cesarete geldi: - Pekeyi hocafendi dinimizi nasıl buluyormuş, Müslüman olacak mıymış ? Hocafendi bu ciddi soru karşısında ne diyeceğini bilemese de, hemen durumu toparladı: - O mevzuyu daha araştırıyormuş, “Mehile muhtacım” diyor. Olumsuz yanıt almayan Fatma Yenge yine de umudunu koruyordu: - Eh, bu da bir şeydir. Niyazim onu da başarır evvel Allah. Erika Yenge’nin şarap marap istemediği, güzel memleketimize harap da demediği, cennet gibi köyümüzü gösterdiği için “Yarab !” diye başlayan sözle dua ettiği anlaşılınca ikramlara yeniden başlandı. Çocuklar bir sepet erik getirdi. Kebap , Formoza, İtalyan eriği. Niyazi abi tek tek erik adlarını saydı. İtalyan eriği deyince Erika Yenge’nin hoşuna gitti, o eriği biraz daha yakın buldu kendisine. Yüzü güldü: - Komşu erik ! Ev halkı ve saygın konuklar erikleri hapur hupur yemeye başladılar. Biz birinci dairedeki komşu çocukları, bu kez de erik yenmesini seyrediyoruz. Bir şeyleri düşer diye ikram eden filan yok ama, köyümüzde sinema olmasının yararlarını da burada görüyoruz. Erol Taş’ın haince kahkahalar atıp kuzu budunu kemirişine alışık olduğumuz için, erik yenmesi gibi basit şeyler bizi hiç etkilemiyor. Bizde hiç sorun yok da, sorun Erika Yenge’de. Bizimkiler gibi hapur hapur yemesini beceremiyor. Neymiş efendim, çatal bıçak istermiş. Alın size yeni bir koşuşturma. Bir kalaylı kap bulup sudan geçirdiler. Evin çocukları iç odalardan, ihtimal önümüzdeki kurban bayramında kullanılacak, ışıl ışıl Bursa yapısı bir kurban bıçağı bulup getirdiler. Ama çatal gerekli. Çatal ise konu komşuda da yok. Bu sorun karşısında da yine Niyazi Abi’ye bakıldı, çözüm yok. Abdullah Hoca’ya bakıldı ııh. Yok, çözüm yok. Alman gelini ağırlama çalışmaları çatala gelip tıkandı. Erika Yenge, bir çatal bulunup erik yiyemeyince, bari boğazımı ıslatayım diye düşünmüş olacak, yine o ne idüğü belirsiz sözü yineledi. - Şarap, Niyazi. Ortalık yine buz kesti. Herkes birbirinin gözünün içine baktı, ses yok; topluca Niyazi Abi’nin gözünün bebeğine bakıldı, yanıt yok. Abdullah hoca sus pus. Fatma Yenge dayanamadı artık: - Gızım Erika , sen şimdi şarap mı dedin, başga bir lakırdı mı ettin ? Erika yenge sonunda derdini anlatmayı başardı: - Ben var, şarap demek. Haa, ben içmek bir de viski. Fatma yenge içinden “O da ne haltsa” diye geçirdi, ve o kızgınlıkla: - Çatı arasında ağı var, damak zevkine uyar mı ?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Önder, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |