"İnsan - işte tüm sır burada. Bu sır üzerinde çalışıyorum, çünkü kendim de insan olmak istiyorum." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
"BİR ANNE VE BABA EVLADINI, SEVİLECEK BİRİ OLMADIĞI ZAMANLARDA BİLE SEVMELİ..." Hey oradaki dostlar, bir bakar mısınız bana! Evet, size söylüyorum… Yoo, sadece size değil bu sözlerim. Hepimize, yani tüm dünyadaki insanlarımızı da ilgilendiriyor, az sonra anlatacaklarım. Şimdi sizlerden bir mutlu düş kurmanızı isteyeceğim: Bir ev düşünün: Ve bu evde bir eşiniz bir de çocuklarınızla olsun. Onlarla sağlıklı, mutlu yaşadığınızı hayal edin. Daha sonra, çocuklarınızı bin bir sabırla, belki de sıkıntıyla yaşamın içine katıp da büyüttüğünüzü düşünün. İlk ağlaması… İlk gülmesi… İlk “baba ve anne” demesini… İlk kendi kendine yürüyüşü, siz olmadan… İlk kollarını yana doğru açarak “seni kocaman güneş kadar seviyorum anne-babacığım” demesini… İlk okula başladığı günü… İlk heceleyip, okuduğu-yazdığı o günleri… İlk lise ve ilk üniversite basamaklarını çıktığı, acı tatlı yaşamış olduğu o mutluluklarla dolu dolu geçen günleri getirin gözlerinizin dia perdesine… Yüzünüzde masum ve mutlu bir tebessüm beliriyor değil mi? Ve şimdi birlikte başka İLKLERİ düşünelim: İlk düşüşünü ve dizlerinin kanamasını… İlk dişinin çekildiği o günü, yüreğinizin sızısını… İlk hastaneye koşuşunuz… İlk kez ölümle yüzleşiniz ve yavrunuz kollarınızda havale geçirirken kollarınızdan tüm bedeninize doğru yayılan “lavlar” gibi sıcaklığını… İlk kez karşılaştığı başarısızlık sonucu, sarsılırcasına hıçkırıklarını… İlk sevda kırıklığında tökezlenen ergenliğini… İlk aşk acısını… Ve düşünebileceğiniz bütün İLKLERİ düşünün… O mutlu çekirdek ailenizin; sıcacık şefkatle ve tüm sevecenliği ile sarıp kucakladığı çocuklarımızın, güvenli yuvalarından, yaşam okyanusunda kulaç atmaya başladıklarını düşünün… Ve bir gün: Onları, o yaşam okyanusunda “nasıl bir tehlike karşılayacağından” bihaber olacağımız, hiç aklımızın köşesinden geçer miydi? Ve koklamaya bile kıyamadığımız, o gül kokulu yavrularımızın, birer genç kız, birer genç erkek olarak yaşamın içinde, o toplumun normlarıyla, adeta bir SAVAŞÇI olabileceklerini, hiç aklımızın ucundan geçmiş miydi? Şimdi aklınızdan “Nasıl,” sözcükleri doğmaya başladı değil mi? Bu konuda, ana ve baba yüreğimizin sesine tercüman olabilecek bir yazı dizisini, bizlere sunmuş bir gönül dostumun, yürek sesine kulak verelim. Şair ve Yazarımız Mehmet Seviş, “canından tatlısına” bakın nasıl, yüreğini acıyla hapşırmış? *** “…Senin hıçkırığın Beni işte tam burada yakaladı Ve dalgalar Hıçkırıklarını dövüyorlardı yamaçlarda Ve Lara’da Falezler ölüyordu Yüreğinin yangınını söndürmeyi denedim Su yetmedi İnanç yetmedi Güç yetmedi Bilgi ,duygu, sevgi,aşk yetmedi Yalan, hile,takkiye bile yetmedi Söz yetmedi Bittim, tükendim. Ben yetmedim Her yerine sıvaştım da Boş çektim Çığlığından Varlığım bir beş para etmedi. Taaa ki Gelene kadar dost…” *** Mehmet Seviş şairimin bu yürek özlerine değince gözlerim, inanın gözyaşlarıma hakim olamadım. Sanki onun yanındaydım. O acıyla sarsılırken, yivler açılırken, kan kaybeden pare pare yüreğinde, kendime hakim olmakta epey zorlandım. Dizeleri yazmadan önceki resimleri çevirdim belleğimdeki albümden, sanki dar ağacında iki siluet vardı. O gölgelere yakınlaşınca da acıyla sarsıldım, gördüklerim ise, çaresiz bir babanın ruhu, boşlukta asılı bir evladın ruhuydu. O anda ruhumun özleri gözlerimden sel gibi boşanırken, Mantık yetmedi… Akıl yetmedi… Duygu yetmedi… Ve sadece…sadece… dostluğuna güvendiğim dostumun, çaresizce boşlukta sallanan avuçlarına, Yüreğim uzanmıştı… Yalnız ve çaresizliklerine ortak olan… Sadece ağlayan yüreğimdi, onların avuçlarında olan… Gözyaşlarım akarken, deli gibi koşturan zamanın önüne geçmekti amacımız. Babanın varlığı ve dostların varlığı belki beş para edecek, devlet gücünü ve desteğini gösterirse tabi. Bundan sonraki sözleri yine Mehmet Seviş şairime bırakıyorum: *** “…Bir deniz sarardı gözlerinde, Bir deniz, Soldu, sarardı. Kaybetti tüm dalgalarını Ve işaret parmağın, Ayırdı damağından dilini. Dalgalar şaşkındılar Dilin’se yapış yapış Bulanık, kirli ve için için Tozamaktaydı şakağında bir damar. Haki yosunlu taşlarda Yengeçler geziniyordu. Belli belirsiz , kabarcıklandı, dudakların. Dedin; Susadım. Ağır ağır indik beraber Kol kola baba oğul… Caddeden beş merdiven aşağıya Yarı toprağa girmiş Bir izbe meyhaneye Liman’a geç kalmış sandaldın şimdi Tir tir titriyordu bedenin Rakı: dedin. Bir masaya çökerken…” İşte şu anda bu okuduğumuz şiir, çekirdek ailenin **gücüne, sabırına, metanetine ve mücadele azmine tanık olduğumuz dizelerdir. Sanki acıyla karışık, baba şefkati ile mayalı sevgisi; debisi yüksek bir hızla akan çağlayanlar gibi, yüreğinden fışkırmış. Şiirin finalinde baba ve oğlun çaresizliğe karşı duruşlarıyla noktalanmış. O ana tanık olan bir onlar bir de zamanın ta kendisiydi. Ki, “zamanın yüreği var mı acaba” diye aklımdan geçse de evreni saran pozitif ruhların, onların içinde var olan pozitif enerjinin çoğalarak, baba ve oğulun zamanın önüne geçeceklerini hep hissettim, hala da hissetmekteyim. Sürekli iletişim halinde olduğum baba ve oğulun yaşamanın şakaya gelmediğine, bilinmedik sonsuz gibi görünen okyanusta, köpek balıklarıyla nasıl savaştıklarına uzaktan tanık olmuştum. Onlar için başka ne yapabilirim, soruları üşüşürken aklıma, kendi kurduğum labirentten, ben bile çıkamaz olmuştum. Çaresizlik bir burgulu vida gibi kıvırırken yüreğimi, tek tesellim: Yüreklerinde bıraktığım dost sıcaklığım, sevgim ve bir de dualarımdı. Şimdi sizleri yanıma çağırdım, belki de içinizden şu da geçmekte: Bu kadın şimdi bize ne anlatıyor? Haklısınız. Ben uyuşturucuyla savaşan iki can yürekten bahsediyordum. Toplumumuza bulaşan çağımızın vebalı virüsü…İlk okullara kadar bulaşmış bir virüsün çocuklarımızı ve ailelerimizi nasıl tehdit ettiğinden bahsetmeye çalışıyordum. Sözü fazla dolaştırmadan, burada yanıma davet ettiğim kalem dostum Mehmet Seviş’e sözü bırakıyorum: *** “…Başardık mı henüz bilmiyoruz. Yalnız bildiğim, bildiğimiz öğrendiğimiz bu olayın çok çok dikkat edilmesi gerekli bir hastalık olmasıydı. Biliyordum ki sinsi sinsi yayılıyordu veee…Burada dikkat lütfen! Çok çabuk nükseden ve tedavisi bir ömür sürebilecek bir hastalıktı karşımızda duran. Dahası hiç bir ön belirtisi net değildi. Acı ama hızla yayılıyordu. Sonra devlet bu konuda biraz vurdumduymaz bir tavır içindeydi. Bütün bu kavgada öğrendiklerimizi korkmadan utanmadan zaman zaman şiir halinde zaman zaman da bir sohbet anınında tutanağa geçirilmiş bir bilgi demeti gibi yaşananlardan ders alınması dilek ve temennisiyle yazmaya ve paylaşmaya karar verdik…” ** Sevgili Mehmet Seviş, Siz yeter ki yazın efendim, biz sizi okumaktan yorulmayacağız. Acılar paylaşıldıkça azalırmış. Dostlar acıyı severmiş. Çünkü o dost, dosta değil acılarına nışan alıp kurşunlarmış. Her ne kadar W.Shakespeare “Felaket kabarık dost sayısını sıfıra indirir” sözleriyle umudumuza kurşun sıksa da, Balzac’ın “İyi dostluklar, hesapsız kurulur. Felaketin bir iyiliği varsa, hakiki dostlarımızı tanıtmasıdır.” Sözleri yüreğime ve ruhuma yoldaş olmuştur. Goethe’nin dediği gibi “Acılarda pozitif bir enerji saklıdır” sözlerinden yola çıkarak bize katılan Latin Theopmrastus’a daha çok yakın durmakta yüreğim: “Gerçek dostlar, iyi günlerde davet edilince sizi ziyaret eder. Kötü günlerinizde davet edilmeden gelir.” Her biri çok doğru ve yüreğimizin rotasına yön verecek, ışık olacak manidar sözler. Amma ve lakin; ben her anne, babaya ve tüm insanlara, aşağıdaki dizelerin sahibi Hz. Mevlana Sabrı diliyorum: “Sevilecek biri olmadığın zamanlarda bile Seni Sevmeli... Sarılacak biri olmadığın zamanlarda bile Sana Sarılmalı... Dayanılmaz olduğun zamanlarda bile Sana Dayanmalı... Dost dediğin; fanatik olmalı; *** Bütün dünya seni üzdüğünde Sana moral vermeli. Güzel haberler aldığında seninle dans etmeli, Ve ağladığında, seninle ağlamalı... Ama hepsinden daha çok; Dost matematiksel olmali; Sevinci çarpmalı... Üzüntüyü bölmeli... Geçmişi çıkarmalı... Yarını toplamalıi... Kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı... Ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı... İşi bitince seni bir tarafa atmamalı..."Mevlana” *** Sevgili Mehmet Seviş, Anımsar mısınız, size bir gün bir söz vermiştim? "Şiir ve yazılarınızı bir gün yorumumla eşlik edebilirim" işte şu an, şu saliselerde, sözlerimi tutmanın coşkusuyla şiir sayfanızdan ayrılıyorum. Dost yüreklere sımsıcak sevgilerimle… Emine PİŞİREN/Akçay 18.12.2010 Yazıma Esin Olan Şiir: http://edebiyatgalerisi.net/siir/senin-hickirigin.html/comment-page-1#comment-13850
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |