..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşamak için topu toplam altı haftam kalsaydı ne mi yapardım? Tuşlara daha hızlı basmaya bakardım. -Isaac Asimov
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Deneysel > Taner SARGIN




9 Mayıs 2011
Sakarı Boyu Hikâyeleri İle Seyr - Ü Sefer - 3  
İznik Gölünden Frigya Vadisine

Taner SARGIN


Arda kendisini iyi tanıması yanında çevresini iyi tahlil edebilen ve gözlemlerini aktarabilen biri olarak en faydalı olabileceği bir iş olarak Belgeselciliği seçmişti. Hiç umulmadık yerlerde beklenmedik fikirlerle, beklenmedik insanlarla karşılaşmak onu şaşırtmıyordu. Farklı bakış açılarına saygı göstermesi yanında bu farklılıkların birer zenginlik olduğunu düşünüyordu. Hayat düz değildi, dağlar ve ovalar gibi inişli ve çıkışlı idi. Yaptığı işlerde abartısız ve gerçekçi olması yanında detaycı ve ince fikirli idi.


:BHCC:
Şafak sökerken köyden ve yayla evlerinden gelen horoz sesleriyle uyandı. Altı saat uyumuştu kendini çelik gibi hissediyordu. O altı saatlik uyku 24 saatlik uykuya bedeldi. Tertemiz hava ve içtiği pınar suları müthiş acıktırmıştı. Hemen yakınındaki hendekten yolaklanıp akan pınar suyu ile yüzünü yıkadı. Su demir gibi idi. Kendini uyanınca çelik gibi hisseden Arda’yı bu çeliğe su verme misali kendine getirmişti. Birkaç dakika önce kalkmasına rağmen dimağı açık ve kendini zinde hissediyordu. Ama bastıran açlık önemli bir sorundu. Önemli eşyalarını alıp çadırı orada bıraktı, köye doğru yollandı. Köyde insanların ihtiyaçlarını gören ve de köylülerin ürünlerini gelen geçene satan küçük bir market vardı. Bu market ve küçük bir çay ocağı yan yana idi. Burasını genç biri işletiyordu.



Arda selam verip girdi. Çaydanlıktan fokurtular geliyordu.

- Ağabey çayı yeni demledim birazdan çıkar.

- Tamam, ama bana yiyecek bir şeyler de lazım.

- Ağabey buranın güzel bir peyniri vardır. Ama dikkat et parmaklarını yersin.

- Tamam, bir parça tart, başka ne var?

- Ağabey güzel bir balımız var. Köy ekmeği tereyağı da var. Gemlikten bir abi zeytin ve hakiki zeytinyağı getiriyor.

- Oh daha ne olacak, harika hepsinden karârınca istiyorum.

- Tamam, ağabey ben ayarlarım.



Arda, iki günlük yiyeceğini depo etmişti midesinde. Üzerine iki bardak çay daha kütletti.



- Değme keyfime şimdi kardeş

- Ağabey beni de yiyeceksin diye korktum.

- Sorma dün gece hemen aşağıda çadırda yattım.- Ağabey baştan öyle söylesen ya, tamam şimdi oldu. Burada ilk geldiği gün bir kuzuyu yiyenler var.
- Yapma ya o kadar da değil.
- Ağabey sorma buranın havası böyle.
- İyi oldu, buradan çok geçtim. Kamp kurmak istemişimdir hep meğer bu güne nasipmiş
- Ağabey nasipte varsa olur.
- Kardeş ben aşağı Beyköy, Düzköy’e kadar uzanacağım belki Lâçin tarafına geçerim.
- Ağabey oldu olacak Nallıhan, Beypazarı’na da git.
- Doğru söylüyorsun aslında Beypazarı güzeldir.
- Evleri ile meşhur.
- Şu Anadolu’muzda o kadar görülecek gezilecek yer var. Yiyecek kültürleri yerleşim barınma kültürleri, her yerin kendine has folkloru müziği ayrı bir güzellik. Bu bizim paylaştığımız bir zenginlik değil mi ama.
- Ağabey sen güzel söylüyorsun ama herkes senin gibi düşünmüyor. Bizim köyümüze baraj kuruldu. Burayı gösterdiler yerleştik ama bazı insanlar yadırgıyor gibime geliyor.
- Öyle düşünme, zamanla alışırlar sabırlı olmak lazım. Hele sen aç bakalım az önce ben gelince kapattığın müziği.
- Sen baya bir şeyler biliyorsun ağabey. Açayım ama anlayacak mısın?
- Müzik evrenseldir kardeş. Kimileri Avrupa müziği dinliyor, onlar bir şey anlıyor mu sanıyorsun?
- Doğru söylüyorsun ağabey.

Kenan, hiç beklemediği bir davranışla bir an şaşırmıştı. Sonra kısa bir sessizlik oldu. Kalkıp müziği açtı, bir süre öylece dinlediler. Ardanın aklına çadır geldi.

- Kenan, benim çadır aşağıda kalsa bu gün akşam geç gelsem de bir şey olmaz değil mi?
- Ab hiç korkma çadırına bir şey olmaz burada, ama önemli eşyalarını yanına alacaksın.
- Tabii ki kardeş alacağım. Tamam, o zaman ben çıkıyorum.
- Tamam, ağabey akşam erken gelirsen gel bir çayımı iç, gelemezsen sabah kesin uğra ama.
- Tamam, kardeş görüşmek üzere ben gidiyorum.

Arda, önemli eşyalarını zaten yanına almıştı. Çadırın yanına hiç uğramadan aşağı sallandı. Ilıcaları, köyü geçti köprüye girmeden sola yol ayrılıyordu. Burada Gümele'ye bağlı küçük bir köy vardı. Bu yol da Sarıcakaya’ya gidiyordu. Sarıcakaya’ya vardığında karşıya geçti. Irmağın öbür tarafında büyük bir kayalık vardı, o nedenle yol kayanın çevresinden dolaşıyor biraz da rampa çıkıyordu. Sarıcakaya da şirin bir kasaba idi ama Mihalgazililerle aralarında küçük çekişmeler vardı. Sarıcakaya’nın adliyesini Mihalgazi’ye taşımışlar, bunun gibi bazı nedenlerden ötürü önem yitirdiklerini düşünüyorlardı.

Mayıslar köyü, tarafına giden yol Lâçin’e ulaşıyordu. Bu çevreden Eskişehir’e birkaç yoldan gitme alternatifiniz vardı. Mayıslar köyünden giden yol Nizamettin amcanın anlattığı hikâyedeki Dağküplü köyünden geçiyordu. Arda, Sakarya ırmağının Kapukaya köyünün olduğu tarafından Beyköy’e oradan Düzköy’e geçti. Düzköy’ün meydanına evlerin arasından dar bir yoldan giriliyordu. Bu bölgedeki köylerde olduğu gibi burada da sebze üretimi vardı. Gücü olan sera kuruyordu. Sakarya ırmağı’nın kıvrımları boyunca buralar hep köydü.

Bu civarda yolların çoğu asfalt olsa da satıh genelde bozuktu. Hafif kasislerin üzerinde ilerleyen motosikletin amortisörleri sarsıntıyı alıyor olsa da hafif salınımlarla ilerliyordu. Bu, Arda’ya rüzgâr kanatlı bir atın üzerinde ilerliyor hissi uyandırıyordu.

Düzköy’deki iki kahveden meydanın hemen yanındakinin önünde oturan yaşlılar vardı. Köyün boyacısına ayakkabılarını boyatıyorlardı. Gülüş çağrış bir muhabbet vardı. Yaşlı amcanın biri tarlada tapanda giydiği lastik ayakkabısını boyatıyordu. Normalde deri olmadığı için sentetik olan bu ayakkabılar boyatılmazdı. Yaşlı amca paramla değil mi diyor. Herkes kahkahayı basıyordu. Arda, az ileriye bir sandalyeye oturdu. Çaycı geldi hemen

- Hoş geldiniz ağabey ne ikram edeyim?
- Çayın varsa içerim.
- Ağabey taze çayım var.
- Tamam getir.

Askerlik çağında bir gençti çaycı; Çayı getirdi. Vatandaş işte güçte olduğundan sadece çalışamayacak durumda olan yaşlılar vardı; Onlarda azdı. Çocuk Arda’nın yanına oturdu. Bu tip köylerde merakla karışık bir misafirperverlik vardı. Hem bir şeyler anlamaya çalışıyorlar, hem de yabancıya karşı dikkatli ve kibar davranıyorlardı.

- Ağabey buralara nasıl yolun düştü.
- Ben geziyorum. Birkaç gün önce İznik’ten çıktım yola dün gece hekim dağında konakladım.
- İzmit değil de mi ağabey?
- İznik, Bursa’nın ilçesi bilmen lazım bir zamanlar Bursa’dan bile önemli bir yermiş. Defalarca başkentlik yapmış.
- Tamam, ağabey şimdi çıkardım.
- Dedem anlatırdı: Bursa bir zamanlar ipek böcekçiliğin merkezi imiş.
- Evet doğru. Köylerde hep ipek böceği bakılırmış onlar için özel dut ağaçları dikilmiş. Ama şimdi zeytinlik meyvelik oldu her yer.
- Bizim burada da çok yaygınmış bir zamanlar, eskilerin anlattığına göre.
- Doğrudur.
- Ağabey karşıda mayıslar var bilirsin.
- Bilirim.
- İşte orda bir fabrika kuruldu. Türkiye’nin her yerinden buraya işlenmeye geliyor.
- Aslında bu işi canlandırmak lazımdır.
- İşte, birileri uğraşıyormuş bu işe. Yeni dut fideleri geliştiriliyormuş. Bazı yerlere dağıtılacakmış.
- Bak bu güzel bir haber!

Muhabbet uzadıkça uzuyordu. Arada yaşlıların isteklerini yerine getirmek için kalkıyordu, yine gelip sohbete devam ediyordu. Genç karşıya Lâçin tarafına nasıl geçeceğini anlattı. Düzköy’den Lâçin’e geçen dar bir köprü vardı. Ama Düzköy’den Ankara’nın ilçesi Beypazarı’na doğru gidilince Ankara toprakları içindeki köprüden karşıya geçip, Lâçin’e dönülebileceğini öğrendi.

Arda, giderken Ankara topraklarına da basalım deyip, gencin tarif ettiği gibi yapıp Lâçin’e ulaştı. Lâçin’de oyalanmadan Mayıslar köyüne vardı. Mayıslar köyündeki kahvede çok güzel çay demliyorlardı. Belki de buranın suyundan kaynaklanıyor olabilirdi. Buranın insanlarıyla muhabbet etti. Bu çevredeki arazilerden bazı özel taşların bulunduğunu öğrendi. Bir de gerçek ipek böceği kozlarından has ipek elde eden fabrika hakkında bazı bilgiler aldı. Bir kooperatif tarafından çalıştırılan fabrikanın ülkedeki tek koza işleme tesisi olduğunu söylüyorlardı.      

Sarıcakaya’ya geçti. Sarıcakaya’da oyalanmadan Mihalgazi’ye geçti. Epey zaman geçmişti. Arda, Dik kayalardan ve kırmızımtırak topraklardan oluşan Sakarıılıca kaplıcalarına doğru tırmandı. Bu ılıcanın suyu bikarbonatlı ve magnezyumlu idi Romatizma ve mide hastalıklarına iyi geldiği söyleniyordu.

Arda, tekrar Hekim dağına tırmanıp çadırının olduğu yere uğradı. Her şey yerli yerinde idi. Fazla oyalanmadan Taşköprü’ye Kenan’ın yanına vardı. Çay ocağında kimse yoktu. Kenan yalnızdı. Burasının çok az nüfusu vardı. Eli ayağı tutanlar hayvan otlatmaktan yeni gelmişti. Ahırlarında hayvanlarının bakımlarını yapıyorlardı. Yaşlılar da yemeğe evlerine gitmişlerdi. Arda, Kenan ile birlikte bir şeyler atıştırdı. Çaylarını içerlerken yavaş yavaş insanlar gelmeye başlamıştı. Fazla oyalanmadan çadırına gidip dinlenmek isteyen Arda Kenan ile vedalaşıp ayrıldı.

Çadırına varınca defterine bir şeyler karalarken yorgunluk iyice çökmüştü. Sabah erkenden kalkıp Eskişehir’e varmak oradan da Ankara ana yolu üzerinden Seyitgazi’ye varmak istiyordu.

Arda, hem erken yattığı için hem de buranın havası iyi olduğu için uykusunu almış vaziyette uyandığında şafak sökmek üzere idi. Dağlarda bir sabah serinliği vardı. Hiç oyalanmadan çadırını söktü, eşyalarını motora yükledi.

Yola koyulduğunda oldukça erkendi. Köylülerden tek tük hayvanlarına bakmak için uyananlar vardı. Yolu Eskişehir’e yaklaşık sekiz on kilometre uzaklıkta olan Muttalıp köyünden geçiyordu. Aslında buraya köy demek yanlış olur. Çünkü Muttalıp yaklaşık on bin nüfusa sahip bir yerdir. Arda, ilerlerken yer yer sis ile karşılaşıyordu. Aşağı doğru sallandığında bir ara düzlükten tekrar inişe geçmek üzere iken önünde bir dönemeç vardı. Buluttan dolayı Eskişehir görünmüyordu. Daha önce buralarda yaşadığı olayı bekledi ama olmadı. Eskişehir hâlâ görünmüyordu. Daha aşağılara indiğinde Eskişehir kendisini gösterdi ama o tat yoktu. Demek ki bazı güzellikler geçici o anı yakalamak ve tadını çıkarmak gerekiyor. Bunun için ise olduğun yerde durmak yerine karşılaşacağın sürprizlere hazır olmak lazım. Memlekette o kadar görülecek gezilecek yer vardı ki. Acaba bir insanın tüm zamanını buna harcaması tüm bu güzellikleri yakalamaya yeter miydi? Eskişehir ve bu çevreler geçmiş dönemlerde ne olaylara tanıklık etmişti. Taşında toprağında tarihin izleri vardı.

M.Ö. 1200’lü yıllarda gelip Anadolu’ya ulaşan Frigyalılar Boğazköy’ü o zamanki Hattuşa’yı ve tüm Batı Anadolu’yu egemenlikleri altına aldıktan sonra Anadolu’da pek çok tarihi eser bırakmışlardı. Persler Eskişehir ilimiz topraklarından geçen Kral Yolunu izleyerek M.Ö. 546’lı yıllarda Lidya'nın merkezi olan Sard’ı ele geçirmişler ama buralarda kalıcı olamamışlardı. Bu nedenle Anadolu’da Persler'e ait hiçbir tarihi eser yoktur. Ama Bizanslılar'a ait eser ve mezar kalıntıları Eskişehir il ve ilçelerinde görülmekte. Anadolu Selçuklu Sultanı Mesud tarafından 1284 yılında fermanla aşiret reisliğinden uç beyliğine getirilen Osman Bey Güçlenip 1289 yılında Eskişehir çevresini topraklarına katmıştı.

Arda, Eskişehir’e girdiğinde hiç oyalanmadı. Ankara yoluna girip şehir dışına çıktı. Eskişehir de değişmiş güzelleşmişti ama zaten çok kişinin bildiği bir yerdi. O ulaşılmamış yerleri görmek tanımak istiyordu.

Eskişehir’den direk Seyitgazi’ye ulaşan yol vardı ama o bir süre ana yolda ilerlemek istedi. Mahmudiye, Hamidiye yol sapağından sola ayrılıp Seyitgazi’ye oradan ulaştı. Eskişehir-Afyon arasında bulunan, kuzey-güney doğrultusunda uzanan, Frigya vadisi olarak bilinen ve Seyitgazi İlçesi'ni de kapsayan bölge Frigler'in dini merkeziydi. Seyitgazi’nin Seyyid Battal Gazi Külliyesi’nde o çevreden toplanan eserler sergilenmekte idi. Burası müze olarak faaliyet göstermekte idi. Halen yaklaşık iki ya da üç bin nüfusu barındıran bu ilçe önemli dönemlere tanıklık etmişti. Selçuklu ve Osmanlı yapı tarzlarının etkileri tarihi mekânlarda izlerini belli ediyorlardı. Kırka, Seyitgazi’nin köyü iken Eti bor tesislerinden dolayı Yaklaşık altı bin nüfusu ile ilçesini geçmişti. Buralar Sakarya nehrini doğduğu topraklardı.

Sakarya nehri Çifteler dolaylarında doğup, Seyitgazi’ye bağlı Kırka kasabası dolaylarında olan Seydisuyu ve Kunduzlar deresinden ilerleyip kocaman bir nehir haline geliyordu. Buralarda küçük sulama göletleri vardı. Nehir ilerledikçe ve büyüdükçe üzerindeki Porsuk, Bayındır, Sarıyar, Gökçekaya, Kurtboğazı barajlarını doldurabilecek duruma geliyordu. Bunun yanında üzerinde baraj kurulması muhtemel yerler de vardı. Arda, dere ya da çay diyebileceğimiz, çevresinde ağaçlar ve su otlarının olduğu bazı yerlerde düzlüklere yayılmış bataklık görünümünde ki yerlerin kenarından devam eden yolca Kırka’ya doğru ilerledi.

Sakarya nehri, Osmaneli’ni geçince İnegöl ve Yenişehir ovalarını sulayan Göksu kolunu alıyordu. Osmaneli yani eski dönemlerdeki adıyla Lefke, İznik’e çok yakındır. Arda, İznik’in Lefke kapı tarafından değil Yenişehir kapı tarafından çıkarak turuna başlamıştı. Buradan Irmağın doğduğu yerlere kadar geldi. Osmaneli'nden önce Göynük çayını alıp Pamukova’ya ulaşan nehrin Yukarı Sakarya Havzası denilen bölgesinden Göynük ve Taraklı’ya ulaşmayı planlıyordu.

Eski jeolojik devirlerde nehir yönü farklı olduğu düşünülmekte. Osmaneli dolaylarındaki Arap uçtu çamlıkları denilen bölgenin heyelan sonucu kayarak önünü tıkaması sonucu bu gün Karadeniz’e dökülen bilinen yatağındadır. Yön değiştirmeden önce İznik gölüne bağlanıyormuş. Denizden yüksekliği 85 metre olan İznik Gölü çevresindeki yüksek dağlardan beslenir. Bunun yanında birçok derecik göle akmaktadır bunların bir kısmı yazın kesilmekte olup yaz kış akanlar da vardır. yeraltı nehirleriyle de beslenen İznik Gölü’nün fazla suyu halen Gemlik körfezine akar. Sakarya'nın Karadeniz’e aktığı yerde oluşturduğu delta, Kızılırmak ve Yeşilırmak deltası gibi denize doğru belirli bir çıkıntı meydana getirmiyor. Buradan da Sakarya nehrinin döküldüğü yerin değiştiği düşünülebilir. Abdülhamit zamanında Sakarya Nehrini Sapanca Gölüne orayı da İzmit körfezine bağlayıp, İstanbul boğazındaki gemi trafiğini azaltma projesi varmış.


Arda’nın kafasından bin türlü düşünce geçerken çevresine karşı da ilgisiz değildi. Kırka kasabası yakınlarında bir kayanın dibinden çıkan suyun dereye aktığını gördü. Buralarda fazla yüksek bir dağ olmamasına karşın su çıkan yerlerin olması Sakarya Nehrinin buralardan doğup ilerledikçe büyümesi ilginçti. Belki de daha uzaklarda olan yüksek bir dağın biriktirdiği sular buralarda ortaya çıkıyordu. Buraların çok eski dönemlerden beri medeniyetlere beşiklik etmesi tesadüf olamazdı.

Arda, yavaş bir seyir halinde idi. Havanın yüzüne temas etmesini istediğinden motoru kenara çekip kaskını çıkarttı arka çantaya yerleştirdi. Arda arkasına bakmayı sevmezdi. Bu nedenle hareketin ona olunabilecek en güzel yerde olmayı sağladığını düşünüyordu. Bazı akranları erkenden evlenip çoluk çocuğa karışmasına rağmen; o bir yere bağlı kalamayacağını hissettiğinden evlenmeyi düşünmemişti. Bazı belgesel film projelerinde görev alması onun yurt içi ve yurt dışı seyahat etmesini sağlamıştı. Bu seyahatlerde kendini keşfetti. Arda kendisini iyi tanıması yanında çevresini iyi tahlil edebilen ve gözlemlerini aktarabilen biri olarak en faydalı olabileceği bir iş olarak Belgeselciliği seçmişti. Hiç umulmadık yerlerde beklenmedik fikirlerle, beklenmedik insanlarla karşılaşmak onu şaşırtmıyordu. Farklı bakış açılarına saygı göstermesi yanında bu farklılıkların birer zenginlik olduğunu düşünüyordu. Hayat düz değildi, dağlar ve ovalar gibi inişli ve çıkışlı idi. Yaptığı işlerde abartısız ve gerçekçi olması yanında detaycı ve ince fikirli idi.

Önemsiz gibi görünse ve nüfusu az olsa da bir gün gelecek buralar yüksek nüfusları barındıran yerler olacak diye düşündü. Bor önemli bir madendi. Kırka’nın nüfusunun ilçesini geçmesi tesadüf değildi. Arda, Kırka’ya girerken solda geniş bir alan ve alanda bazı binalar gördü. Burası bor tesisleri idi. Kırka’ya girince biraz motorla turaladı. Fazla bir gezilecek yeri yoktu. İçinden çay büyüklüğünde bir su akıyordu. Pazar yerine girmeden sağda oldukça temiz görünen bir lokanta vardı. Motor üzerinde uzun bir yol almıştı ve acıkmıştı. Lokantada karnını doyurduktan sonra her zaman olduğu gibi canı çay içmek istiyordu. Biraz dolaşınca dışarıda birkaç sandalyesi olan bahçesine dikilen asmayı sardırarak çardak yaptıkları bir kahvehane gördü.

Arda yaşlılarla muhabbet etmek istiyordu. Herkes kendi âleminde masalarında sohbet ediyordu. Asmanın altında çay içmek ona zevk vermişti. Frig vadisinin tam ortasında çayını yudumluyordu. Dikkatini yan tarafta yalnız başına oturan yaşlı adam çekmişti. Yetmiş yaşlarında görünüyordu. Saçları ağarmış, yüzünde derin çizgiler oluşmuştu. Dalgın bir vaziyette yan tarafta akan dereye doğru bakıyordu. Yaşına göre oldukça bakımlıydı, üstüne başına dikkat eden biri olduğu belliydi. Teni çok fazla esmer değildi. Arda, sandalyesini yaşlı adamın yanına doğru yanaştırdı. Adam sese doğru gayri ihtiyari baktı.

- Merhaba dayı nasılsınız?
- Merhaba genç teşekkür ederim.
- Ben yolcuyum da asma altında bir çay içeyim dedim.
- İyi etmişsin, yolun nasıl düştü buralara merak ettim.
- Ben motorla geziyorum dayı. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde geçtiği gibi söylemek gerekirse ‘beşinci mevsimin yaşandığı’ İznik’ten çıktım yola.
- Maşallah memleketimizde çok gezip görülecek yerler var. Gezmek iyidir, her gittiğin yerde yeni insanlarla karşılaşmak yeni yerler görmek öğrenmek güzeldir. Ben memuriyet hayatımda memleketin çok yerini gördüm. İnsanlar tanıdım, dostluklar kurdum. Emekli oldum, yaşlandım da gördüğün gibi, biraz kabuğuma çekildim. Ben öğretmen emeklisiyim evladım.
- Kutsal bir mesleğiniz varmış hem de saygın bir meslek.
- Öğretmenlik eskiden daha başka idi. Gittiğiniz yer hele kırsal bir bölge ise o insanların sorunlarını çözmek, husumetlerini sulh ile neticelendirmek, sevinçlerine ortak olmak güzeldir. Kendinizi kabul ettirdiniz mi bağırlarına basar Anadolu’mun insanı.

Anlatırken gözlerinden sevinç ve sevgi hem de özlem okunuyordu. Saçlarındaki her beyaz telin bir hikâyesi vardı sanki.

- Nihayetinde buraya yerleştiniz, Kırkalı’sınız sanırım.
- Kırka’nın Karaören köyündenim. Benim çocukluğumda Karaören çok zengin bir köydü. Ekip biçme vardı o zamanlar. Her ailede en az iki çift öküz olup büyükbaş küçükbaş hayvanların sayısı belli değildi. Benim öğretmenim babama ısrar etti onun sayesinde okudum, ben de öğretmenlik mesleğini seçtim. Buralarda maden olduğu belli idi ama bu günkü kadar işçi barındırmıyordu. Dedem anlatırdı, padişahlık döneminde İngilizler buraya tren yolu yapmışlar. Vagonlarla maden çekmişler, numune alıyoruz demişler. İngiliz mühendisler maden çıkışı işçilerin ceplerine bakarmış acaba ceplerinde çıkartıyorlar mı diye. O kadar önemli olduğu halde beş kuruş ödememişler. Şimdi bine yakın işçi çalışıyor burada. Kırka’lı olanda var dışarıdan gelen de; esnafı bakkalı sebepleniyor. En nihayetinde ekmek kapısı oldu insanlarımıza.
- Buralar hakkında öğrenilecek çok şey var.
- Evet, bu çevreler tarihin ilk dönemlerinden beri önemli olmuş. Belki verimli toprakları olduğundan belki ırmak kıyısı olduğundan önem arz etmiş.
- Su bir medeniyetin kurulması için önemli tabii ki.
- Tabelaları görmüşsündür. Burada Kümbet var, Han yakındır Kümbet’e Yazılıkaya, Kaya mezarları birçok tarihi bulgu mevcut tabii bunlar geriye kalanlar. Araştırılsa kim bilebilir neler çıkacağını!
- Doğru söylüyorsun dayı.

Sohbet oldukça verimli idi. Beraber birer çay daha içtiler. Arda, müsaade istedi kalktı. Çay paralarını ödemek istedi ama Kemal dayı şiddetle karşı çıktı. Arda, onun anlattığı yerleri biliyordu. Han’a geçmesi ters geliyordu, ama Kümbet’e uğramanın iyi olacağını düşündü.

Motorunu Gazlıgöl’e doğru sürdü. Yol kenarında Kümbet tabelasını gördü. ‘daha vaktim var.’diye düşündü. Kümbet’e saptı. Köy tek katlı ve geniş alanları olan evlerden oluşuyordu. Köy meydanındaki kahvenin yanındaki bahçeye bir heykel dikilmişti. Az yukarıda da Selçuklu kümbeti görünüyordu. Kümbete giden yol dar ve dolambaçlı sokaklardan, terk edilmiş yıkık evlerin yanından geçiyordu. Kümbetin çevresinde Anadolu Selçuklu döneminde yaşayanların mezarları vardı. Kümbet, bakımsız ve harabe bir durumda bırakılmıştı.



Kalıntıların olduğu yerdeki tabelada ‘Solon Mezarı’ yazıyordu. Bu tarihi kalıntıların olduğu yere ulaşmak için Arda’nın mahallenin kızgın ve saldırgan köpeklerini aşması gerekmişti. Terk edilen evlerin damlarının üzerinden kalıntılara ulaştı. Terk edilen toprak damlı evlerin yer yer çökmesinden ayağını bastığı yerlere dikkat etmesi gerekiyordu.

Kalıntıların olduğu yerden görünen Sakarya nehri kıvrım kıvrım akarken her zaman olduğu gibi yine bulanıktı. Necip fazıl Kısakürek ‘Sakarya Türküsü’ adlı şiirinde Sakarya Nehrine dediği gibi:

‘‘Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!’’


Kümbet ile Aslanlı Mabet birbirine çok yakındı. Burada bir kaya bloğunun üzerine yapılmış birtakım oymalar ve kaya üzerinde yollar vardı. Cephe mimarisi ile Roma dönemi anıtsal oda mezarlarının başında yer alan mezar kayaya oyulmuş vaziyette idi. Kaya bloğu üzerine oyulmuş birbirine bakan iki aslan açıkça belli oluyordu. Arda burasının en azından bu kadar korunmuş olmasına sevindi. Mezar defineciler tarafından yağmalanmış olabilirdi. Çünkü içeride mezarın olması gereken yerde büyük bir çukur vardı. Kalıntıların üzeri kapatılarak doğal koşullardan korunmalı idi.

Arda, tekrar aşağıya indiğinde misafirperver insanların muhabbeti ile karşılaştı. Onlardan birçok bilgi aldı. Köylerini tanıtmak istiyorlardı. Çayları güzel ve boldu. Heykeli Eskişehir Anadolu Üniversitesi yapmış ve köy kahvelerinin yanına koymuş. Köylülerin söylediğine göre Midas heykeli imiş. Bu heykelin şeklini oluşturmada hangi verileri kullandıklarını merak ediyordu. ‘Evet, Midas’a ait birçok antika heykel vardı. Acaba Midas gerçekten böyle biri mi idi diye düşündü. Kulakları uzun muydu yoksa kısa mıydı? Arda, uzun bir sohbetten sonra oradakilerle vedalaşıp ayrıldı.

Arda, Gazlıgöl’e ilk gidişinden önce bir arkadaşı şaka yapmıştı. Ona ‘’bir takım olta al yanına balık tutarsın’’ demişti. O, ise buna vaktim olmayabilir deyip almamıştı. Gazlıgöl’e vardığında göl falan bulamamıştı tabii ki.

Gazlıgöl’e ulaştığında vakit oldukça geç idi. Bazı yerlerde arazinin hemen üzerindeki su birikintilerinden buhar çıkıyordu. Arda biraz dolaştıktan sonra geceyi geçirebileceği temiz bir pansiyon buldu. Temizlik ve bunun gibi ihtiyaçlarını gideriyordu. Bir ara telefonu çaldı ama bakamadı. Arda telefon kullanmayı pek sevmese de zaruri durumlarda kullanmak üzere yanında taşıyordu. Müsait olduğunda görüştü: Arkadaşları Demirkazık tırmanışı için çağırıyorlardı. Bu tırmanışa yetişmesi için 500 Km. üzerinde bir yol kat etmesi gerekiyordu. Bu tırmanışı çok istemesine rağmen başka bir sefere bırakmak zorunda kaldı.

Sabah kalktığında çorba içmek için girdiği lokantacı konuşkan bir tip idi. Sabah çok erken olduğundan müşteri yoktu. Arda, biraz bekledikten sonra adam yeni pişen çorbayı getirdi. Lokanta çok temiz sayılmazdı. Masaların üzerindeki örtüler eskimiş ve lekeliydi. Lokantada yemekleri de servisi de aynı kişi yapıyordu. Adam konuşurken hep yüzünü ekşitiyordu. Hayatı boyunca hiçbir şeyden memnun olmayan insanlardan biri de bu adamdı. Arda çorbasını içti ama pek de içine sinmedi. Adam konuşurken Arda başka bir şeyler düşünüyordu. İçinden, bu adam üst üste sıraladığı yalanlarla beni kandığını sanıyor, diye düşünüyordu.

Adamın anlattıklarında mantıklı olanlarda vardı tabii ki: Lokantacının anlattığına göre sıcak suyu bulmak için elli metrelik mermer zemin delinerek mermerden sonra bazen iki yüz metre derinden su alınıyormuş. Burada konaklamayı sağlayacak tesisler olsa da yeni yatırımlar yapılacakmış. Burası geçen sene daha canlı bir sezon yaşamış. Her geçen sene ilgi daha da azalıyormuş. Esnafın durumu iyi değilmiş. İnsanlar güneş ve kum aradığından güney sahillerini tercih ediyorlarmış. Kaplıcalara insanlar şifa bulmak için geliyorlarmış. Buradaki oteller misafirlerinin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak tesisleri kurduklarından dışarı pek bir döviz kalmıyormuş.

Bu bölgede anlatılan bir hikâyeye göre kaplıcaların şifa amaçlı Frigyalılar zamanından beri kullanılırmış: Kral Midas’ın kızı vücudunda çıkan çıbanlardan dolayı dağ tepe dolaşırken bu bölgeye ulaşır. Yaz aylarında olduğundan çok susayan kız bataklık olduğuna bakmadan su içer ve içerken su değen yerlerinde ağrılarının sızılarının hafiflediğini hisseder. Çamur halindeki suda banyo yapar ve rahatlamış halde uyuyakalır. Kızı takip eden kralın adamları durumu fark eder ve Midas’a haber verir. Kral Midas bu bölgeye hamam yapılmasını, gelen geçenin yararlanmasını emreder. O zamandan beri Gazlıgöl kaplıcaları, fazla miktarda CO2 içeren saf kalevi suyu ile kalp ve damar hastalıklarının tedavisinde, banyo şeklinde şifa vermektedir.

Gazlıgöl’den Afyon çok yakındı ama uğraması zaman kaybı yaratacaktı. Kırka üzerinden tekrar Seyitgazi’ye ulaştı. Bu güzergâh üzerinde daha önce dikkat etmediği peri bacalarına benzer ve farklı şekillerde kaya oluşumları dikkatini çekiyordu. Seyitgazi’den Hamidiye’ye ulaştı. Sola dönerek Ankara’ya giden ana yolu bir süre kullanıp, Kaymaz’a varmadan sol tarafa düşen Beylikova yoluna girdi. Buralarda bir köyün yanından geçerken yolun alt tarafında bir borudan akan sudan içti. Yolun üst tarafında çalı çırpıdan oluşan çitin arka tarafındaki bahçede bir bekçi köpeği biteviye havlıyordu. Ağzı yüzü tüy içindeki bu barak köpeğinin gösterdiği dişleri oldukça korkunç ve tehditkârdı. Arda kayıtsızca su içmeye ve çevresine bakmaya devam etti. Bahçenin ortasındaki evin kenarındaki keçi ağılının yanında duran kümesteki tavuklarla ilgilenen kadın bağırıyordu.

- Kör olasıca tilki bu akşam tavuk çalmış yine! Uyuz köpek biz sana ne diye ekmek veriyoruz. Dün gece neredeydin? Hangi cehennemdeydin? Tilkilerin yolgeçen hanı oldu bizim kümes. Babasının kümesine girer gibi gelip karnını doyuruyor...

Kadın bağırdıkça bağırıyor, köpek hiç oralı olmadan Arda’ya havlamaya devam ediyordu. Belki de kadının bağırışları köpeğe cesaret veriyordu. Arda, yoluna devam etti. Beylikova’dan geçip Alpu, Mihalıççık yol çatında sağa dönüp Mihalıççık’a yöneldi.

Mihalıççık’ta eski dönemlerde dokumacılık varmış. Köylerinde ipek böcekçiliği yaygınmış. Burada genelde tahıl ve bakliyat ekilip dikilir. Yukarı Sakarya olarak adlandırılan bölgede bu şirin ilçe Sündiken dağlarının güney doğusunda kurulmuş.

Şemsettin Sami’nin Kâmusü'l Alâm adlı eserinde 1840 tarihinden beri Ankara vilayetinin merkez sancağına bağlı bir kaza olan Mihalıççık hakkında şu bilgileri vermektedir: ‘Kazâ merkezi Kuyucuk Köyüdür. 59 köyden oluşan kazanın tümü Müslüman olmak üzere nüfusu 15.538'dir.’

Mihalıççık’tan çıkışta bir süre sonra hafif bir iniş esnasında sol tarafta bir koyun sürüsünü fark etti. Sürü ilerde yola oldukça uzak bir yerde otluyordu. Çoban ucu toprağa batmış olan sopasına yaslanmış koyunlara doğru hiç hareket etmeksizin dalgın bakıyordu. Adeta otlayan koyunların yayıldıklarında çıkan sesten hipnotize olmuş öylece kalmıştı. Koyunlar kafalarını kaldırmadan ilerliyorlardı. Arazide ağır akan koyunların arkasından tengil tüngül yol alan mart kuzuları fırsat buldukça ot kopartıyor bir taraftan da annelerine ulaştıklarında süt için memeye saldırıyorlardı. Kuzu oldukça büyümesine rağmen annesinin yanına gelince ön ayaklarını kırıp otlamakta olan annesinin altına yatıyor kafasının kaldırıp anne sütünün mucizesinden yararlanıyordu. Anne kayıtsızca otlayarak ilerledikçe, kuzu kırmış olan ön ayaklarını sürüyerek yine annesinin altına giriyordu. Sürünün öncüleri su oluğuna ulaşıp birer ikişer su ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Susuzluğunu gideren koyunlar daha da ilerlerken çoban hâlâ kayıtsız ve hareketsiz duruyordu. Sürünün etrafında fır dönen Sivas Kangal çoban köpekleri ve devasa Mezgit köpeği çobanın kayıtsızlığına rağmen sürüyü koruyorlardı.

Karşılaşılan her tür manzara ve güzelliklere rağmen yola devam etmek gerekiyordu. Arda sonunda Nallıhan’a ulaştı. Nallıhan’da karnını doyurduktan sonra, Göynük’e geçti. Göynük, tarihi ahşap binaları restore edilmiş olan şirin bir kasabaydı. Arda, burayı çok seviyordu; bir sürü yeri geçip giderken kendini buraya atmak için sabırsızlanmıştı. Bir günde alınabilecek en uzun mesafeyi almıştı. Göynük’e yaklaşınca hissettiği huzur, karşıdan ahşap evleri görünce doruk noktasına ulaştı.

Buraya her geldiğinde kaldığı pansiyonun kapısı ahşap motifli idi. Kapıdan girdiğinizde oturmalık küçük bir sedir vardı sedirde eski usul işlemeli dayama yastıklar ve duvarda Anadolu motifli duvar halısı mevcuttu. Merdivenden yukarı çıkarken sahanlığın kenarındaki pencere önümde bir dönem insanlarının ihtiyacını karşılamış olan kap kacak yerleştirilmişti. Merdivenlerin kenarlarında ahşap işlemeli tırabzan vardı. Yukarı çıktığınızda sundurma ve tavanın baklava desenli göbekli ahşap işçiliği dikkat çekici idi. Sundurmanın duvarlarını yöreye ait işlemeler yöresel giysi örnekleri ve buna benzer el işleri süslüyordu. Ortada pek eski yapım olmayan, ahşap bir masa ve üzerinde işlemeli bir örtü vardı.

Arda buraya geldiğinde yer sorunu yaşamadığından önceden rezervasyon yaptırmasına gerek kalmıyordu. Burada bir oda tuttu. Odanın içinde genişçe bir yatak, eski ahşap evlere has bir şömine ya da eski deyimiyle ocak, duvarlarda Göynük’e ait eski dönem resimleri vardı.

Göynük dört ilin birleştiği bir noktada yemyeşil bir doğa harikası olması yanında Arda’nın bir türlü tanımlayamadığı isim koyamadığı bir atmosfere sahipti. Uzaktan baktığında yeşilin dokusuna aykırı düşmeyen evler kırmızı kiremitleri ile yamaçlarda üst üste dururcasına sıralanıyorlardı.

Göynük’te mayıs ayının üçüncü haftasında Akşemsettin anma etkinlikleri düzenlenmekte olup Arda bu etkinliklere bir türlü tesadüf edememişti. Göynük Taraklı ve bu civarda çok iyi tanınan bu kişiye değer veriliyordu. Buralarda kime sorsanız Akşemsettin hakkında bir şeyler biliyordu. Kimisi tıp alanındaki başarılarını, kimisi Fatih sultan Mehmet’in hocası olduğunu anlatıyordu.

Göynükte çok güzel yaylalar vardı. Çam ormanlarının ortasında küçük gölleri muhteşemdi. Arda yatacak yerini ayarladıktan sonra Çubuk gölüne doğru yola çıktı. Yeşil ve mavinin doyumsuzluğunu yaşamak isteyen insanlar sağda solda geziniyorlardı. Arda motorunu bir kenara çekip doymak bilmeyen gözleri ile güzellikleri adeta beynine kazıdı. Bu güzellikler belki ilerde bir şiir olarak belki de bir gezi yazısı olarak ortaya çıkacaktı. Belki de bir gün edebiyat denizine dökülen bir damla olacaktı. Evet, bu denizin beslendiği yerler bu tür güzellikler olmalı idi.

Arda, bir takım notlar aldıktan sonra istemeyerek de olsa buradan ayrılmak zorunda idi. Giderken arkasında bıraktığı çubuk gölünün kenarında güzellikler arasında erimiş bir ruh tüm ağaçların dallarını okşayan rüzgârla beraber dolaşarak gölün yüzeyini okşayıp geçerek hayli uzaklaşmış olan motorlu sürücüye ulaşmıştı.

Arda, rüya âleminden çıkıp kendine geldiğinde motosikletinin üzerinde buldu kendini. Mucize bir şekilde asfaltın üzerinde yol alan motorun üzerinde olması şu an yaşadığı tek gerçeklikti. Bu gerçeklik Arda’yı gölden uzaklaştırmasına rağmen Göynük’e yaklaştırıyordu. Tek tesellisi de bu idi zaten.

Arda, Göynük içinde yaya dolaşarak tarihi mekânları gezdi. Burası küçük bir yerdi. Yaya olarak gezmek, tarihe dokunmak ona haz veriyordu.

Sabah kalktığında turunun sonuna yaklaşmış olmasının heyecanı Arda’yı sarmaya başlamıştı. Göynük’ün o mis gibi kokan tarhana çorbasından içip yola çıktı. Taraklı, Göynük’e yakın bir mesafede idi. Taraklı’nın uzunca bir ana caddesi vardı. Bu ana cadde dağ yamacı boyunca ilerleyip çukurda kalan eski evlerin yoğun olduğu mahalleye kadar gidiyordu. Ana cadde boyunca evler bakımlı ve restore edilmişti. Ama ileride çukurdaki mahallenin evleri oldukça bakımsızdı. Taraklı’nın hemen üzerinde yüksek ağaçlardan oluşan orman başlıyordu. Arda’nın buraya ilk gelişi, Gölpazarı’ndan oldukça bozuk ve dolambaçlı bir yol üzerinden olmuştu.

Arda, gidilip gezilecek çok yer olsa da; iyi bir Anadolu turu yapmıştı. Başlangıç noktasına da oldukça yaklaşmıştı. Buradan gideceği yer tur başı olan İznik değildi. Arda, buradan oldukça dolambaçlı ve irtifa kaybeden yol üzerinden Geyve’ye geçti. Bu yol üzerinde yukarıdan bakınca bazı yerlerden, ovada deprem sonrası seyrekleşmiş yerleşim belli oluyordu. Alifuatpaşa’dan geçip Sakarya nehrinin diğer kenarındaki Doğançay yanından Adapazarı’na oradan da söğütlü Ferizli üzerinden Karasu’ya ulaştı. Ana yolu terk edip karşıya Doğançay’a geçmiş olsaydı. Yer yer fındık bahçeleri yer yer de meşe ağaçları arasından ilerleyen kıvrımlı yoldan da Adapazarı’na ulaşabilirdi. Bu yol zevkli olduğu kadar da zaman kaybettirecekti. Bu bölgede isterseniz Akyazı tarafına isterseniz Ferizli’ye kadar yeşilliklerin arasından ulaşabileceğiniz yollar vardı. Son büyük depremden sonra merkezin yerleşim yoğunluğu düşünce çevredeki Ferizli gibi yakın yerler yerleşim açısından önem kazanmıştı. Arda, motorunu tam nehrin döküldüğü yere sürdü.

Nehrin Karadeniz’e karıştığı yerde durunca Sakarya hep altimetrenin sıfırındaydı zannedersiniz. Gerçekte ise hiç de öyle değil. Buharlaşan okyanuslara, denizlere inat Sakarya akar. Üzerinden akan sular bambaşka sulardır. Sakarya, havzasından yağmur biçer su akar; her yağmurda topraktan yeniden doğar. Yazılıkaya’yı, Aslanlı mabedi işleyen taş ustalarının alın teri akmıştır Sakarya toprağına. Evlerin kiremitlerini, yaprakları, çiçekleri koşuşan insanları belki bağlardaki üzümlerini çakallardan korumak için çardaklarında bekleyen dedelerimizin kulaklarını okşayıp yine süzüldü topraktan yine Sakarya oldu. Sakarya yağmur damlasının havadan aldığı mavisini, kiremidin kırmızısını, yaprağın yeşilini, toprağın renklerini döker Karadeniz’e. Sadece renkleri değil, Anadolu yaylalarının, insanın kanına demir yükleyen havasını almış genç erkeklerin, genç kızların aşk ve yiğitlik hikâyelerini yüklenmiştir Sakarya.

Sakarya Anadolu’nun suyunu akaçlayan bir ırmak mıdır sadece? Sakarya Anadolu’nun elinde kırbaçtır adeta. Sakarya bir hikâye anlatıcısıdır. Yakın geçmişimizde kurtuluş savaşı zaferlerini yükledi üzerine. Yıllar boyu Anadolu’da yaşanmışlıkları Karadeniz’e akıttı. Bir dönem Midas’ın hikâyesi bir dönem Akşemsettin, Mihalgazi, Kutalmışoğlu Süleymanşah, Kılıç Arslan, Alp Arslan’ın ve binlercesinin hikâyelerine tanık olan tüm zamanların nehridir.

Kazandığı zaferlerden dönerken, yolu Sakarya Nehri üzerinden geçen komutanların hislerine tanık olmuştu; mağrur ve muzaffer komutanların, askerlerin bu hikâyelerini karıştırıyordu Karadeniz’e. Karışmıyordu, adeta suya doymayan Karadeniz’in tuzlu sularında eriyordu. Şimdi Karadeniz’in coşkun dalgaları bu hikâyeleri Kaçkar, Canik, Küre, Ilgaz, Köroğlu dağlarına yaylalarına anlatır. Yaşanmışlıklar buradan tüm Anadolu’ya yayılır.

İyot yüklü rüzgâr Karadeniz’e mavi bakan Arda’dan bir damla aldı götürdü. Arda’nın, Sakarı Boyu Hikâyeleri ile Seyr_ü Sefer’i de Karadeniz’de eriyen bir damla olacaktı.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın deneysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sakarı Boyu Hikâyeleri İle Seyr - Ü Sefer - 2
Sakarı Boyu Hikâyeleri İle Seyr - Ü Sefer - 1

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Hayal Gücünün Paradigması - 5
Hayal Gücünün Paradigması 1
Hayal Gücünün Paradigması 4
Kaktüs ve Akrebin Kısa Tarihi
Dünyanın Herhangi Bir Köşesi, Bilin Bakalım Neresi?
GDO'yu Beklerken
Masal Bu Ya/ Eke'yi Beklerken 2
Hayal Gücünün Paradigması 2
Hayal Gücünün Paradigması 3
Ben ve Ben

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Git Kendinde Kaybol Arama Beni [Şiir]
Keşiş Dağında Erguvan Kokusu [Şiir]
Müşküre [Şiir]
Topraktan Gelen Sesler [Şiir]
İçimde Bir Şiir Ölüyor [Şiir]
Yavaş Yavaş Ölürler Neruda"yı Nazım"ı Tanımayanlar [Şiir]
Hava Kar Yağıp Buz Kesiyor [Şiir]
Kayıp Şiirler Şehrinde Yitirdiklerim [Şiir]
Geceye Saçlarından Dökülenler [Şiir]
Filler ve Çimen (*) [Şiir]


Taner SARGIN kimdir?

Yakamozları yazmaktan çok, içine girmemin getirdiği duyguyu yazmayı tercih ederim.


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Taner SARGIN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.