Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
Yaşlı dilencinin dediğine göre bu göçerlerin davranışlarını işte bu yüzden normal karşılamak gerekiyordu. Onlarda açtı ve hala mağara dönemi felsefesiyle yaşıyorlardı. İlk dilenci oluşumunu kendi bakış açısıyla anlatıyordu yaşlı dilenci. Ona göre, Tanrı o vahşet çağında sessiz ve tarafsız kalmayı tercih etmiş olabilirdi. Ama Tanrı ortaya çıkana kadarda bu fani dünyada hiç dilenci olmamıştı. Onları Tanrı yaratmıştı. Tanrının ana felsefesinin en önemli yapı taşında dilenci vardı. Felsefenin iki ana kuralı vardı. Bir “Haline şükür etmek” iki “İhtiyacı olana sadaka vermek” . Ya insanlar birbirine yardım edecekti ya da insanlar geçmişte olduğu gibi birbirini yiyecekti. Biri dilenecek bir diğeri de verecekti. Köyün ilk dilencisinin cami hocası olduğunu hala ısrarla söylüyordu. Namazdan sonra dışarı çıkan cemaati hocanın yardımcısı karşılıyordu. Bir sandığın üzerindeki kase insanlara bakıyordu. Verilen mesaj netti. Camiye yardım bir bakıma Tanrıya yardım sayılırdı. Sonraları o sandığın kenarında bazı faniler belirdi. Sandığın hemen yanı başında oturan çingene kadın çocuğunu emzirirken ağlıyordu. O da “Allah rızası için” yardım istiyordu. Onun yanında oturan ihtiyar sakat, bastonlu bir adamda yardım diyordu. Yardımın büyük çoğunluğu elbette o kutsal kaseye akıyordu. Oradan sıçrayan bozukluklar arada bir de olsa çingene kadının ve sakat ihtiyarın kucağına düşmüştü. Cami hocasının dikkatini çekene kadarda düşmeye devam etti. Bir gün camiden öfkeye fırlamıştı hoca. Asık sert suratı ve elindeki kalın sopası ile onları kovaladı. Hocanın sopası çok sertti ve ortak istemiyordu. Sopasıyla onları avlunun dışına kadar sürükledi. Kadının memesini emen o bebeğin gözlerindeki dehşeti görene kadar kovaladı. Bir çift kanlı çocuk gözü tüm nefretiyle hocaya bakmıştı. Köyün ilk dilencileri olarak bunlar kayıtlara geçiyordu. Sonra bir gün köye üniformalı adamlar geldi. Bir binaya girip oturdular. Sonra bir tanesi binanın girişine bir tabela astı. Tabelada “Karakol” yazıyordu. İlk okuyanda hoca oluyordu. Acı çekse de, gözleri yerinden fırlasa da hocanın bu gerçeği kabullenmekten başka bir çaresi yoktu. Kaseye yeni bir ortak gelmişti. Üstelik bunlar o çingene kadın ve o ihtiyar gibi aciz, zavallı değildi. Silahları vardı. Binanın alt katında karanlık bir hücre ve içerisinde de falaka sopaları vardı. Onlarda yardımdan pay bekliyordu. Ülke kaynakları yetersizdi ve bunlar maaşları etkilemişti. Camiye işi düşen bir insan o kaseye nasıl saygı gösteriyorsa buraya işi düştüğü zamanda aynı saygıyı gösterecekti. Üstelik bunlar insanoğluna o cezayı yaşarken bu dünyada veriyordu. Gece bekçileri bunu hatırlatmak için düdükleriyle ortalığı inletiyordu. Bu karakolu buraya yollayan reislerin de yardıma ihtiyacı vardı. İnsanlar bundan sonra daha çok çalışacaktı. Bu durumun farkına varan en akıllı insana bir mevki verdiler. O yeni temsilci muhtardı. Karakol, cami, ve ahali arasında bu akil adam arabulucu olmuştu. Ama kaseye bir ortak daha katılıyordu. Çingene kadın ile bastonlu ihtiyar dilencinin bu rakipler karşısında bir şansı kalmıyordu. İnsanlar daha çok çalışacaktı. Daha çok vergi ödeyecekti. Çalıştılar, daha çok vergi ödediler. Daha çok kurbanlar kesildi. Ama yinede o kutsal kase dolmuyordu. Sanki dipsiz bir kuyuya taş atılıyordu. Uzun yılar sürecekti bu durum. Kara bir delik sürekli yutuyordu. Üniformalı adamların göbekleri de büyüyordu. Hoca, cemaat de büyüyordu. Göbekler büyüdükçe büyüdü. Enseler kat kat deri bağladı. Semiren kırmızı suratlar, al yanaklar çoğaldı. Sonra bir anda hiç olmadık bazı şeyler hem ahaliyi hem üniformalı adamı hemde hocayı şaşırttı. Bazı evler dükkanlar soyulmuştu. Evlerin kapıları asırlardır açıktı. İlk defa hırsız denen bir şeyler duyuldu. Hırsızlar ortaya çıkmıştı. Ahaliyi kara düşünceler sarıyordu. İlk hırsız yakalandığında insanlar daha çok şaşırdı. Bu hırsız çingene kadının emzirdiği o çocuktu. Karakolun hücresinden duyulan çığlıklar, feryatlar o gece insanları sabaha kadar uyutmadı. Üniformalı adamlar bu çocuğu kutsal kitapta olduğu gibi çarmığa germişti. Amirleri çok öfkeliydi. Ortak istemiyordu. Hoca o cuma günü verdiği vaazda bas bas bağırıyordu. “Kimse kimsenin malını çalmasın, hırsızlık en büyük günah” diyordu. Sonraki günler başka insanların feryatları da o hücreden duyuldu. Hoca, amir, muhtar yine şok geçiriyordu. Yakalanan hırsızların arasında ahali, eşraf çocukları da vardı. Zamanında az çok bir şeyleri olan bu insanların çocukları da aç kalmıştı. Aylar, yılları kovaladı. Bu köyden başka köylere kaçanlar oldu. Diğer köylerden bu köye gelenler oldu. İnsanlar nereye kaçmışsa, o yerde mutlaka bir hoca, bir muhtar, bir karakol onları karşılıyordu. Köy mahalle oldu sonra bir ilçe. Sonrada şehir. En asil insanlar en sefil oldu. Valilik, kaymakamlık binalarının önünde insanlar kuyruğa giriyordu. Hemen herkes bir şekilde yardım istiyordu. Üniformalı adamlar hoca, muhtar, vali paniğe kapılıyordu. Bütün herkes o kutsal kaseye ait belgeyi istiyordu. Sonunda sağduyu galip gelecekti. İsteyen herkese dağıtılıyordu. Bir dilencinin yetki belgesine sahip oldular. Az da olsa rahatladılar. Onların artık birer "Yeşil Kartı " olmuştu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |