Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Yazarın güzel Türkçemiz’e olan sevgisi ve hayranlığı da gözlerden kaçmıyor. Kelimeler ve cümleler üzerine bir dil/bilimci (İki anlamlı kullandım. Bir de gönül anlamı var) hassasiyetiyle yaklaşıyor yazar. İnce tedkikler ve tahlillerle, Türkçe’nin derinliklerinde saklı cevherleri gün yüzüne çıkarıyor. Bu yönüyle Tarkan’dan çok önceleri TDK’nin dikkatini çekmiş olması gerekmez miydi diye düşündüğüm bir yazar. Cenab-ı Aşk’ı, öncelikle kendim istifade/istifada etmek için okuduğumu belirteyim. Bu kitaptaki bazı bölümlerin, ilm-i aşk ve ilm-i tevhid konusunda bana önemli bir rehber olduğunu söyleyebilirim. Kitabı okuduğumda en azından/çoğundan ölümü bir kere daha hatırlamış, hayatın fâniliğini ve kendimizi tanımamızın gerekliliğini bir kere daha anlamış oldum. Bu hakikatleri böyle güzel ve samimi bir üslupla dile getirdiği için Dücane Hoca’ma teşekkürlerimi sunuyorum. Elbette ki, kitapta eleştirdiğim ya da kabul etmediğim hususlar da oldu ve bu çalışmada bu hususları toplumla paylaşma gereği hissettim. Bu eleştiri yazısı, Dücane Hoca’nın fikirlerinin sapkınlığını ortaya koymak, yazarın fikirlerinin ehl-i sünnet çizgisinin dışında olduğunu iddia etmek için yazılmış bir reddiye yazısı kesinlikle değildir. Bazı Molla Kasımların meseleyi böyle anlamalarından korktuğum için bu açıklamayı yapma gereğini hissettiğimi de belirteyim. Dücane Cündioğlu, benim de aydınlanmama etkisi olan oldukça önemli münevverdir ve yeni neslin de istifade etmesi gereken bir değerli zekadır. Mesele oldukça açıktır. Bazen bazı insanlar olaylara ve meselelere farklı zaviyelerden bakabilirler. Bu zaviyelerin sonsuza uzanan aralıklarında çeşitli ekoller de oluşmuş olabilir. Vahdet-i Vücud, Vahdet-i Şuhud gibi farklı meşrebler olabilir… Bu nedenle bazı meselelere Dücâne Hoca’dan farklı bir açıdan bakabilirim elbette. Bu durum ne benim yoldan çıktığım, ne de Dücâne Hoca’nın yoldan saptığı anlamına gelir. Tartışmak, düşünmek için yeni konular bulmuşuzdur sadece yeni mevzulara konmuşuzudur, konuşmuşuzdur… Bilmediklerimiz varsa öğrenmişiz, bildiklerimizi de paylaşmışızdır. Elbette insan olduğumuz için de hatalar da yapabiliriz. Biz de bu çalışmamızda hatalar yapmış olabiliriz. Birileri bu hataları düzeltene kadar yaptıklarımız ve söylediklerimiz bizim için doğrudur. Ben hatasızım demek, başlı başına bir ruh hastalığıdır zaten. Bu nedenle haddim olmayarak, değerli Hocamın bilhassa dille ilgili bazı görüşlerini de eleştirme ya da tashih etme gereği duydum. Hocamın bu çalışmayla müsamaha ile bakmasını, bu çalışmayı kendisine bir saygısızlık olarak algılamamasını edeben, kendilerinden istirham ediyorum. Vesselam.. Sh. 6- Yazar “aşk almadan vermenin adıdır” demiş. Bize göre, aşk almadan vermenin adı değildir. Aşk sonuçta bir vuslat, yani bir karşılık bekler. Ayrılık acısından doğan ıstırap ve feryatlar işte bu vuslatı arzulamanın sonucudur. Şefkat, almadan vermenin adıdır. Zira hiçbir karşılık umulmadan beslenir. Annelerin bebeklerine, insanların kendilerinden daha acizlere besledikleri fıtri şefkat duygusu aşktan daha karşılıksızdır. Sh. 8- “Aşk vücudu fâni kılmak için çabalayanların mesleği’ demiş yazar. Haklı elbette.. Ancak öylesine bir yokoluş arayışı değil. Vücudu sonsuz olan Vacib’ül Vücüd’da fâni kılma arayışı. Fenâfillah yani.. Bir diğer vechesiyle Bekâbillah.. Sonsuzda fâni olmak, aslında Sonsuz Olan’da Bâki olmak demek değil midir? Sh. 30- Neyzen Tevfik’in hiççiliği hakkındaki ifadeler beni tatmin etmedi. Onun hiççiliği daha çok Nihilizm’e yakın gibi. O halde Nietzche de hiçcidir deyu, onu da mı sarıp sarmalayalım koynumuza... Yazar’ın anladığı hiçlik, “Sonsuz Var’ı da madum eden bir hiçliği kabul edenleri” mazur görüyorsa kusura bakmayın ben o hiçlikte yokum… Sh. 34- Geçmişte olanlara pişman olmanın bir değerinin ve faydasının olmadığını iddia etmiş yazar. Kur’an-ı Kerim’le ve Hz. Muhammed’in uygulamalarıyla çelişmiş gibi bu sözler. Kur’an’da bizzat geçer “Pişman olucu, kendisini levm eden nefis, nefs-i levvâme” Bu mertebeyi geçmeden Nefs-i mülhimmeye ve devamla diğer mertebelere nasıl ulaşabiliriz? Yazarın bu gerçekleri bilmemesine imkân yok. “Yübeddilullahu seyyiâtihim hasenât” hakikatinin tezahür edebilmesi için de öncelikle “günahlara pişman” olmak gerekmiyor mu? Sahabeler de pişman olmamışlar mıydı geçmişte yaptıklarına? Bu onları insanlığın en değerlileri kılmadı mı? Geçmişte yapılanlara pişman olmak, bize göre çok değerlidir, faydalı ve anlamlıdır. En azından sonsuzluğumuz için bu durum böyledir. Sonsuz Varlığın Rızasını kazandıran bir yola sevk eden pişmanlığın değersiz, anlamsız ve faydasız olduğunu kimse söylemesin. Kader-i ihtiyaride durum böyledir. Amma ki “kader-i ıztırari” (zorunlu kader) başa gelmişse elbette “Âmene bilkader, emine min’el kader” (Kadere iman eden kederden emin olur) demekten başka da çaremiz yoktur. Cebriyye’nin kader anlayışı ile Kur’an-ı Kerim talebelerinin kader anlayışı arasında elbette farklar bulunacak. “Kime bir iyilik isabet ederse Allah’tan, kime bir kötülük isabet ederse nefsindendir” ayeti, bize nimet olarak verilen güzelliklerle övünmememizi, nefsimizin emrine uyarak işlediğimiz kötülüklerimizden pişman olmamızı öğütlüyor. Sh. 56- “Bu yoktan dünyayı var kabul edenler, gerçekte VAR olanı (vücüd-u hakikiyi) vehmen yok sayıyorlar” ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in varlık anlayışıyla çelişiyor. Çünkü bizatihi Kur’an-ı Kerim’in Allah’ı göklerden, yıldızlardan, insandan, denizden, hayvanlardan ve bilcümle yarattıklarından bahsederek, örnekler vererek, onların var olduğunu, onları var ettiğini ispat ediyor. Aslında bu varlıkların yok olması, O’nun vücud-u hakikisine delil değil, bu varlıkların gerçekten var olması o zatın Vücud-u Hakikisine, esma-yi hüsnasına delil olarak kabul edilmelidir. Zaten yazarın “bu yoktan dünya” diye bir dünyayı, önermesine delil göstermesi bile bu “yoktan dünyanın” yazar tarafından “var” kabul edildiğinin bir göstergesi. Bu sözüyle bile yazar, kendi ifadesinin “vücud-u hakikiyi yok sayıyorlar” sırrına mazhar oluyor. Yazarın kitabının varlığı yazarı gösterdiği, gibi bu kâinatın varlığı da Vacib’ul Vücüdun varlığını ve var ediciliğini göstermiyor mu? Yoksa Sonsuz Kudret, İlim, Hallakiyet, Kayyumiyet sahibi olarak inandığımız, bildiğimiz ve muhabbet beslediğimiz Hayy olan Allah, sadece vehimlerden ibaret bir evren mi yaratabilir denmek isteniyor? Bizce onun “ol” diyerek oluşturduğu bizim nazarımızdaki en vehmi varlık bile, varlık olarak anılabilecek her ne varsa, hepsi kadar vardır ve gerçektir. Çünkü o hılf’u l vaad yapmaz. Yalan, yokluk ve sahte işler, zulüm ondan sudur etmez. Bu onun bütün isimlerinin de bir iktizası değil midir? Hem onu Vücub bir Var kabul edeceksiniz, hem de o Mutlak Varın, var ettiklerini “vehim” kabul edeceksiniz. Bu yaman bir çelişkidir bize göre. Bâki’nin ayinelerdeki görüntüler de Bâki’den geldikleri için Bâkidirler. Onun Kaf-Nun fabrikasından her ne çıktıysa, O’nun vücud-u ilmisinde sabit olduğu gibi vücud-u haricide de vardır, hem de onun Varlığının hakikatine istinad ederek vardır. O Vacib’ul Vücudun ilim dairesinde kalan, bizim için meçhul olan varlıklar alemi bile vücud-u ilmide hakikaten vardır ve vehim değillerdir. Var edenin var ettiklerini vehim ve hatta yok kabul etmek, Var edenin Var ediciliğini ve Zorunlu Varlığını da vehimlere, yokluklara havale etmeye sebep olmaz mı? Var edenin bütün var ettikleri vardır, yok ve vehim değillerdir dediğimizde ise, O’nun Birliğine halel getirmiyoruz, 99 değil, bin bir değil belki anlar ve varlıklar sayısınca olan isimlerinin, sıfatlarının “Birlik” adına idam edilmesine karşı çıkıyoruz. Pekala, bu varlıklar da varken, o isimler de türlü renk boyutlarıyla tecelli ederken, O yine birdir, tektir, vahiddir, ehaddir. Bu varlıklar onun ne şerikidir, ne de rakibidir. İstiklaline Sonsuz derecede sahip çıkan Mutlak Bir Olan’ın vehimlerle de olsa kendisine şerikler var edeceğini düşünmek bile evham ürünü bir sanı değil midir? Demek ki bu anlayışta bir hata var. Üstelik, Ehl-i kemalin aşk, istiğrak, vecd ve cezbe halinde söyledikleri özel ifadeleri, her ne kadar değerli olurlarsa olsunlar, umuma açık bir cadde-yi Kübranın tabelaları olarak maddeyle boğulmuş nazarlara sunmak, Allahsız bir Nihilizme kapı aralamaz mı? Vahdet-i Vücudu ilan eden istiğrak halindeki ehl-i kemal, söylediklerinde elbette kendi aşkları, sekrleri, cezbeleri ve keşfleri çerçevesinde haklıydılar. Onların kâinatı nisyanları (unutmaları, yok saymaları) Allah’ın varlığını ve birliğini öncelemek için bir nisyân-ı vehymiydi sadece, nisyan-ı mutlak değildi. Çünkü onlar söylediklerini kendi pencerelerinden hissettiler, gördüler ve yaşadılar. Onların varlığı inkârları kabûli, hissi bir inkârdı ilmi bir inkâr değil. Bir aşık elbette aşkından başka hiçbir şeyi göremez ve hatta başkalarını aşkı adına inkâr eder. Aşk sarhoşu olmuş ehl-i Kemal’in serd ettiği varlığın keyfiyetine dair biraz da mecazi ifadelerle Vahdet hesabına söylenen ifratkâr beyanlar, o erenlerin makamlarına çıkamayanlar için yol gösterici olamazlar. Onların bu sözleri, hâli, kabûli, hissi ve keşfi beyanlardır. Onlar söylediklerinde mazurdurlar çünkü sekr halinde, aşk sarhoşluğunda bu kelamları ifade etmişlerdir. Bu sekri ifadeler, keşfedenleri açısından bir hakikati ifade etseler de, başkaları ve bilhassa da avam için bir inanış ya da bir itikâd haline getirilemezler. Çünkü Kur’an-ı Kerim bütün varlıkları, yaş ve kuru ne varsa her şeyi, var olarak anlatan bir kelam-ı ilahidir. Kelam-ı kibarı, itikad haline getirmek adına Kelam-ı ilahinin neredeyse her bir ayette haykırdığı varlıklar meşherini inkar etmek, Kur’an-ı Kerim’e karşı bir hürmetsizlik olmaz mı? Hem sadece Vahdaniyeti ortaya koymak uğruna, birliğin diğer bir vechesi olan ve her bir varlıkta ayır ayrı görünen Ehadiyeti, o varlıkları yok sayarak inkâr etmek de “Birlik” inanışıyla çelişmiyor mu? Var olan her şeyi yok kabul edeceksek, sormak lazım o zaman; Vacib’ül Vücud olan Hallak, hiçbir şey yaratmadı mı ya da yaratamaz mı? O halde Kur’an’da defalarca tekrarlanan “Haleka” (Hı-Yarattı) gibi ifadeleri “heleke” (He-Yok etti) diye tefsir etmiş olmayacak mıyız? Peki sözlerinde hılaf olmayan zatın, “yarattım” dediğine “hayır yaratmadın, onu yok ettin” diye karşılık vermek, başlı başına “tehvid” inanışıyla çelişen bir vehmi tevil değil midir? Ol Hallak’ın bir tek zerreyi bile yarattığını kabul ediyorsanız, o yaratılanın Yaradan’dan ötürü “var ve değerli” olduğunu da kabul etmeniz gerekiyor. Demek ki asıl vehim, Allah’ın gerçekten var ettiklerini “yok” kabul etmektir. Ehl-i kemalin aşk sarhoşluğu halinde söyledikleri o hissi sözler ise mazurdur ancak, itikadımız için temel alınamazlar. (Dücane Hocamın da ol ehl-i kemal içinde bulunabileceği ihtimalini asla yadsımıyorum) Sh. 59- “ Nitekim uzlaşmak sözcüğünün özleşmekten bozma olduğunu hatırlarsak” şeklinde bir iddiada bulunmuş yazar. Ancak bu iddia imkansız bir iddia. İki kelime de birbirinden farklı hikâyelere sahip çünkü. İnternetten çok rahat ulaşılabilecek Nişanyan Etimolojik sözlüğe bir göz attığımızda bile “Uzlaşmak” fiilinin kökeni hakkında bir bilgi sahibi olabiliyoruz. Uslaşmak>Akıllaşmak, akıl danışmak, ortak aklı kullanmak>Uzlaşmak) Görüldüğü gibi uzlaş- ve özleş- kelimeleri arasında müteradiflik dışında bir köken bağlantısı yok. Hem “öz” kelimesi başlı başına us ya da uz, uy kelimelerinden ayrı, binlerce yıldan beri kullanılan bir kelimedir. Öz kelimesi ile Eski Partça Ez, Az (Ben) kelimeleri arasında da bir bağlantı kurulmuştur ama bu bağlantı tam manasıyla ispatlanamamıştır. Hem çok küçük bir ihtimalle de olsa, özleş- ve uzlaş- fiilleri arasında bir kökendaşlık olduğunu varsaysak bile dilbilgisi açısından diğer kuvvetli örnekler bu olasılığı tard ederdi. Dilbilgisel açıdan bu zayıf olasılığı mutlak bir gerçekmiş gibi ortaya koyan yazarın, bilhassa tasavvufi konularda ortaya koyduğu mutlak ifadeler de “acaba?” denilerek şüpheyle karşılanması gereken ifadeler olarak belirginleşmiyor mu? Sh. 67- “Dindar insanlar bu tür suallere “Allah rızası için…” şeklinde bir cevap vermeyi esaslı bir marifet bilirler.” “Şimdi insanlara niçin ilimle meşgul oldukları soruluyor da onlar hiç utanmadan ya “Halka hizmet için..” ya da “Allah rızası için…” cevabını veriyorlar” Allah’a olan derin sevgisinden hiçbir şüphe duymadığım sayın yazarın bu ifadeleri gerçekten beni şaşırttı. Niyet sorgulama yöntemi asla bize göre değil, yakışmıyor da. Bir insan bir işi “Allah rızası için yapıyorum” diyorsa, biz ona nasıl “utanmadan” gerçek niyetini saklıyorsun” diyebiliriz ki? Bu hangi tasavvufi nezakete uyar? Sayfalar boyunca “vahdetten ve Tevhid hakikatinden” bahseden bir yazarın, bir anda “bencil” arzuları övmesi, işlerini Allah rızası için yaptıklarını ifade edenleri zan altında bırakması oldukça şaşırtıcı geldi bana? Allah rızası için hayırlı işler yapamadıklarında kendilerini hiçbir iş yapmamış gibi görenler, eleştirilmesi gereken değil, Allah razı olsun, denilerek takdir edilmesi gereken kişilerdir. Kimin neyi Allah rızası için değil de, nefsi için yaptığını ise ancak, Kur’an ve sünnet mikyasıyla anlayabiliriz ki, bu nûrani dâirenin içinde olan bütün fiillerin niyeti hakkında hüsn-i zannımızı muhafaza etmemiz gerekiyor. Yoksa Rıza makamını önemseyenleri tahfif edersek, nefs-i Râziye (Râzı olan nefis) ve nefs-i Marziye (Râzı olunmuş nefis) mertebelerine nasıl varabiliriz ki? Sh. 91- “Belki küçük bir ayrıntı ama bizce önemli bir ayrıntı. Yazar, “konu, konuk(luk), konuklamak, konak, konaklamak, ko(y)mak, kondur(ma)mak… bütün bu sözcükler tıpkı konuşmak gibi aynı kökten türüyor: konmak…” demiş. Yukarıda saydığı bütün kelimelerin “kon-“ filinden türediğini iddia etmiş. Durum böyle mi peki? Kon fiilindeki –n cevherden mi arazdan mı? Asıldan mı, füru’dan mı? Bu kelimelerin asıl kökü ko- mu, kon- mu? Birazcık dille iştigal etmiş olanlar, bu fiillerin ko-(y)mak kökünden geldiğini tahmin edebilecektir. Demek ki yukarıda kon- kökünden türemiş olarak gösterilen ko(y)mak fiili, aslında bütün o kelimelerin kökenidir. Zira ko-n fiilindeki –n sesi “yıkanmak” fiilinde olduğu gibi fiilden fiil türeten bir ektir. Ko-mak fiili başka bir nesneyi etkilemeyi hedef alırken, kon-mak fiili fâilin kendisini bir yere koymasını ifade eder. Yani, buradaki –n eki Dönüşlülük (Mutavaat) bildirir. Kökenbilimciler, kon- fiiline ilaveten kod/y-, koş, fiil köklerinin de ko- ortak kökünden geldiğini ortaya koyarlar ki, bu mesele şimdilik bahsimizden hariçtir. Sh. 123’de geçen Heidegger’den alıntılanan şu söze dikkat edelim. “Kaya vardır ama varolmamaktadır, at vardır ama varolmamaktadır, melek vardır ama varolmamaktadır, Tanrı vardır ama varolmamaktadır. Sadece insandır ki vardır ve varolmaktadır!” Yazarın, bu sözü kendi görüşleri için mesned göstermiştir. Sözün itikadımıza aykırı kısımlarını ise tashih etme gereği duymaması, onun bu sözün hükümlerini kabul ettiğini gösteriyor. Zira buradaki “, melek vardır ama varolmamaktadır, Tanrı vardır ama varolmamaktadır” hükümlerini fark etmemesi imkânsızdır. Madem aslolan Vâcib’ül Vücud olan vücud-u hakikidir, o halde bizim O’ndan gelen, O’nda olan ve O’nla devam eden varlığımızın “Tanrı’yı var ettiğini” iddia etmemizin ne anlamı var ki? Bu gibi ifadelerin şerh edilmeden paylaşılması, insanların aklında çeşitli şüphelerin uyanmasına sebep olmaz mı? Bir büyük düşünürün dediği gibi diyelim varlığın hakikatte ne olduğunu açıklamak için ve hem Sonradan Varlıklar hem de Zorunlu Varlık hakkındaki bütün şüpheleri izale edelim “Madem Allah var, her şey var” Oğuz DÜZGÜN KAYNAKLAR: 1-Cenab-ı Aşk, Dücane CÜNDİOĞLU (Kapı-Şubat 2010) 2- http://www.nisanyansozluk.com
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Oğuz Düzgün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |