Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Çocukluğumda yaşadığım ve bende hoş anılar bırakmış güzel günlerden biri de Ramazan günleriydi. Çocuk dünyamızda sıkıntılarımızın olmaması, ailemizin mutlaka var olan sorunlarından habersiz olmamız, çocukluğumuzda yaşadığımız her şeyi güzel kılıyordu. Ramazan ayı biz çocuklar için çok eğlenceliydi, diğer aylardan farklıydı. Ramazanda yemekler daha özenli, daha çeşitli yapılıyordu. Doyasıya tatlı yiyorduk. Hatta bıkıncaya kadar. Bazen iftarda misafirlerimiz oluyordu. Biz de başkalarına iftar yemeğine gidiyorduk. Annem Ramazan haricindeki yemek davetlerine bizi götürmezdi. Üç tane çocukla başkasına yemeğe mi gidilirdi? Sonra ayıp olurdu.(!) Hele dördüncü kardeş de aramıza katıldıktan sonra, asla. Annem bir yere gitmeden önce, bizim karnımızı güzelce doyururdu, içi rahat giderdi. Ama , Ramazan davetlerine biz çocuklar da giderdik .” Mübarek gün çocuklar evde bırakılmaz” dı. Büyüklerimiz böyle derlerdi. Böyle söyleyen büyükleri çok seviyordum. Ne güzel! Biz çocukları düşünüyorlardı. Ramazan ayı yaklaştığında, evlerde bir telâş başlardı. Temizlikler yapılır, yufkalar pişirilirdi. Komşu kadınlar toplanır, her gün bir veya birkaç ailenin, ramazanda yiyeceği yufkaları, yardımlaşarak yaparlardı. Yufkayı çok seviyordum. O, her derde deva gibiydi. Ekmek yerine yenebiliyor, dürüm yapılabiliyor, böreği bile oluyordu. O nedenle Ramazan gelmeden mutlaka yufka yapılırdı. Öyle sekiz-on tane değil, onlarca yapılırdı; ramazan ayı boyunca yetecek kadar. Yapılan yufkalar üstüste dizilir, bir kuleyi andırırdı...Biz Mudurnu’da “gözleme” diyorduk buna. Gözlemesiz ramazan olmazdı. Bu bizim alışkanlığımızdı. Belki de mecburiyetimiz. Mutfaklarımız genelde pek zengin olmadığı için, bugün bulup yiyebildiğimiz birçok şey o yıllarda bulunmadığı için, ya da çoğumuz alamadığımız için, işte o bulunmayanları, alınamayanları gözleme ile telâfi ediyorduk. Sahurda bu gözlemelerden börek yapılırdı. Annem gece yatmadan önce gözlemeleri ıslatır, yumuşatırdı. Her birinin içine peynir veya cevizle karışık peynir koyar, gözlemeyi kare şeklinde katlardı. Sahura kalktığımızda, bunları tavada kızartırdı. Bu börek olmadan sanki oruç tutulamazdı. Öylesine yerleşmiş bir alışkanlığımızdı bu. Ayrıca tavuklu pilâvın yanında yenirdi. O nedenle mutlaka gözleme yapılıyordu Ramazandan önce. Diğer zamanlarda ancak bir iki kilo alabildiğimiz pirinç, şeker gibi şeyler, Ramazan ayı boyunca bize yetecek kadar alınırdı. Ramazanda mutfaklarımız zenginleşiyordu. Annelerimiz tel kadayıfını bile evlerde kendileri yaparlardı. Kadayıfın yapılışını seyretmeye bayılıyordum. Kadayıf hamurunu çok yumuşak yapıyorlar (koyu ayran kıvamında), dibi süzgeç gibi delikli teneke kutulara dolduruyorlardı. Kadayıf hamurunu kızgın saç üzerine döküyorlardı. Dökerken, dibi delikli teneke kutuyu, özenle ve belirli bir düzende gezdiriyorlardı saç üzerinde. Hem de çabuk çabuk. Çünkü hemen pişiyordu incecik kadayıflar. Hamur saç üzerinde yol yol şekiller alıyordu. Aynı ince ve sık kareli bir kumaş gibi. Biraz pişer pişmez, kadayıf tellerini hemencecik saç üzeriden alıyorlardı. Onlar bu işi yaparken, biz çocuklar bir kenarda zevkle seyrederdik. Hatta bir gün anneme, kadayıf hamurunu kızgın saca dökmek istediğimi, bu işi yapabileceğimi söylemiştim. Tabii ki annem izin vermedi. Annemin birlikte kadayıf yaptığı teyzelerden biri , bana şöyle demişti: “ Bugün Mudurnu’da hoparlör bağırmış. Herkes elinden gelen haltı karıştırsın demiş.” (!) ...Bu da ne demek oluyordu? Biz çocuklar, boyumuzdan büyük bir işe kalkıştığımızda, hep bu sözü işitirdik. Bunun bir şaka olduğunu bilirdik ama, her şakanın altında bir gerçeğin yattığını da bilirdik. İstediğimiz şeyi yapmaktan vazgeçerdik. O zamanlar biz çocuklar, kolay çocuklardık. Hiçbir konuda ısrarcı değildik. Bize bir şeyi yaptırmak ya da yaptığımız şeyden vazgeçirmek o kadar kolaydı ki! Ramazanda en hoşuma giden şeylerden biri de, gece sahura kalkmaktı. Oruç tutsam da tutmasam da sahura kalkmak isterdim. Annem sofrayı hazırlar, bizi çağırırdı. Uyku mahmurluğuyla gözlerim yarı açık açık kapalı yediğim o sahur yemeklerinin tadını nasıl unuturum! O yemeklerin tadı bugün beş yıldızlı otellerin mutfaklarında bile yok. Hele o gözleme böreklerinin tadı hiçbir yerde yok. Oruç tutmayacağımız zamanlarda annem , nasıl olsa oruç tutmayacağız diye, uykumuz bölünmesin diye bizi sahura kaldırmadığında ona küserdik. Gece, onların tıkırtısından bazen uyanır, bizi çağırmadıkları için sofraya oturmazdık. Ama, ablam ve kardeşimle beraber odamızdan çıkar, güya tuvalete gider gelir, tekrar yatağımıza dönerdik. Hatta kalktığımızı duyurmak için biraz gürültülü davranırdık. Kapıları sert açar, sert kapatırdık. Yani ; “Biz uyandık ama, bizi çağırmadığınız için sofraya gelmiyoruz işte! Yemekleriniz de, gözlemeleriniz de sizin olsun!” demek isterdik. Annem, babamla beraber sahurda yedikleri yemeklerden mutlaka bize ayırır, öğle yemeğinde önümüze koyardı. Ne ben, ne kardeşlerim o yemeklere elimizi bile sürmezdik. Çocuk aklımızla protesto ederdik. Kısacası, annemle babamın sahurda yediği yemekleri kıskanırdık. Sonunda annem bizim gönlümüzü alırdı. Biraz nazlandıktan sonra, mecburen yerdik. Biz Ramazanın eğlenceli yanıyla ilgileniyorduk. Sahurda, yanında kendisine fenerle ışık tutan birisiyle beraber sokak sokak dolaşan davulcuyu görmek, onun söylediği mânileri dinlemek, hele hele kendisine bahşiş verme zevkini yaşamak isterdik. Davulcu çok güzel mâniler söylerdi. Geldiği evin kişilerine, onların özelliklerine göre mâniler söylemeyi bilirdi. Bunu nasıl başarıyordu, şaşardım. Bir komşumuzun henüz tamamlanmamış bir evi vardı. Alt katı bitirmişlerdi ama, üst katı sadece çatısı örtülmüş olarak duruyordu. Bir ramazan gecesi davulcu, bu komşumuzun kapısına gelip, şu mâniyi söylemişti: Sabah erken kalksana Evine bir kat daha yapsana. O günlerden aklımda kalan ve davulcunun söylediği şu mâni çok hoşuma gider , beni güldürürdü: Yeni camii direk ister Söylemeye yürek ister. Benim karnım tok ama, Arkadaşım börek ister. Oruçlu olduğumuz günler, iftar topunun atılmasını beklemek ne büyük zevkti. Topun patladığında çıkardığı alevi görebilmek için, mahallenin yüksek bir yerine çıkardık. Elimize bir parça pide almayı ihmal etmezdik. Çünkü açlıktan bayılmak üzere olurduk. İftara yakın o dakikalar geçmek bilmezdi. Sanki iftar yaklaşınca, saatin akrep ve yelkovanı daha ağır ilerliyordu. Top atılır atılmaz, kıtlıktan çıkmış gibi pideyi midemize indirir, evin yolunu tutardık. Annemin özenle hazırladığı yer sofrasına otururduk. Annem ve babam biraz ağır yememiz konusunda bizi uyarırlardı. Ama dinleyen kim? Saatlerce aç kalmış olmanın açgözlülüğüyle yemeklere saldırırdık. İftardan sonra bize bir ağırlık çökerdi, oturduğumuz yerde derin bir uykuya dalıverirdik. Oruçlu olduğumuz günler, oruçluyken yapmamamız gereken şeyleri yaptığımız da olurdu. Bunları saklı gizli yapardık. Allah’tan saklı gizli bir şey yapılamayacağını biliyorduk ama, yine de bizi hiç olmazsa birilerinin görmesini istemiyorduk. Yaptığımızın yanlış olduğunu bilirdik de, nefsimize yenilirdik. Başladığımız orucu tamamlamakta zorlanırdık. Bazen açlığa dayanamaz ,öğleyin orucumuzu bozup; “Ben zaten öğleye kadar niyet etmiştim.” diye, gerçek olmayan sözler söylerdik. Bayrama bir-iki gün kala, “katmerli” dediğimiz cevizli ekmekler yapılırdı. Hâla da yapılıyor bazı evlerde. Her evde bir taş fırın olurdu. Katmerliler işte bu taş fırınlarda yapılırdı. Fırınlardan çıkan o cevizli sıcak ekmeğin kokusu, bizim aklımızı başımızdan alırdı. Sıcak katmerliye tere yağı sürüp yemek, ne güzeldi! O anda oruçlu olduğumuza pişman olurduk. Annelerimiz bize kızmasa, neredeyse orucumuzu bozardık Hatta bir defasında erkek kardeşim dayanamamış, bu katmerliden yemiş, orucunu bozmuştu. Yaşı çok küçüktü. Bize özenip o da oruç tutmuştu. Annem bizi oruç tutmaya özendirirdi. “Biz büyüklerin orucu mum ışığı kadar, ama siz çocuklarınki elektrik ampulü kadar sevap.” derdi...Ben de birkaç defa sabah kalktığımda su içmiştim oruçluyken. Gece yediğim gözleme börekleri susatıyordu. Gün boyu acıkırım korkusuyla sahurda tıka basa yiyor, sabahleyin içim âdeta yanmış olarak uyanıyordum. Sabah, bu hararete dayanamıyor, hiç kimse görmeden suyumu içiyor, ama iftara kadar hiçbir şey yemiyordum. Birkaç kez yaptım bunu. Sabah içtiğim bir bardakçık(!) suyla, orucumun bozulmayacağına inanıyordum. Daha doğrusu inanmak istiyordum. Akşama kadar aç duruyordum ya, benim orucum kabul olurdu. Benim Allahım beni affederdi. Annemin okuduğu kitaplarda ; ”Allah esirgeyendir, bağışlayandır.” diye yazıyordu. Ben yetişkin biri değildim, nihayetinde bir çocuktum. Benden büyük olduğu halde oruç tutmayanlar vardı. Allah önce onlara kızmalıydı.(!) ..Hem bir bardakçık(!) suyun nesi olurdu, onların yaptığının yanında? Çocuk aklımla böyle düşünüyordum. Bir ramazan günü bir arkadaşımız oruçluyken sakız çiğniyordu. Ona orucunun bozulacağını, sakız çiğnememesini söylüyorduk. Ama o çiğniyordu. “Ben sakızı yemiyorum ki. Sadece çiğniyorum, orucum bozulmaz.” Diyordu. Öyle ya! Bana göre, sabah içilen bir bardak suyla oruç bozulmazsa, sakız çiğnemekle hiç bozulmazdı. Arkadaşımızın da doğrusu buydu. Biz çocukların kendimize göre doğrularımız, yanlışlarımız vardı. Zor olanı kolay yapmaya yönelik gibiydi bu doğrular ve yanlışlar. Oysa ki doğru, herkese göre doğru olmalıydı. İnsandan insana değişmemeliydi. Henüz bunu düşünecek yaşta değildik. Sakız çiğneyen arkadaşımız derste öğretmenimize sordu. Kendisinden öyle emindi ki. Yaptığının yanlış olmadığını bize ispatlamaya çalışıyordu aklı sıra.” Sakız çiğneyince oruç bozulur mu?” diye sordu, öğretmenimize. İşte şimdi alacaktı cevabını. Öğretmenimiz de, soru soran arkadaşımıza bir soru yöneltti: “Deveye taş atsan ölür mü?” dedi. Arkadaşımız da “Ölmez ama, yaralanır.” şeklinde cevapladı. Bu cevabın üzerine öğretmenimiz ; “ İşte , oruç da sakız çiğnemekle bozulmaz ama sakatlanır.” diye, düşündürücü bir cevap verdi. Çarşıdan ayakkabı alırken; sökük veya çizik bir ayakkabıyı almak istemediğimizi söyledi. O halde özürlü ayakkabı nasıl makbul değilse, sakatlanan oruç da makbul değildi. Öğretmenimizin ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Demek ki, benim oruçluyken su içmem , orucu sakatlamakla kalmıyor, öldürmeye yetiyordu. O zaman anladım ki, sabahları su içtiğim günler, oruç tutuyorum diye akşama kadar boşuna aç durmuştum. O oruçlarım, oruç değildi. Bundan emindim. Yaptığımdan utandığım için, bu konuda ne öğretmenime, ne de arkadaşlarıma hiç söz etmedim. Sonunda hatamı görmüş, doğruyu bulmuştum. Sofra başında iftarı beklemenin zevki de bir başkaydı. İftara on, onbeş dakika kala sofraya otururduk biz çocuklar. Gözümüz sofradaki yemeklerde, kulağımız top ve ezan sesinde olurdu. Müezzin ezan okuduğunda , babam orucunu açmakta acele etmezdi. Sebebini sorduğumda bir gün bana ; “Müezzinin eve gitmesini bekliyorum.” demişti. Bize sabırlı olmayı, nefse hâkim olmayı öğretmeye çalışıyordu. Zaten orucun anlamı da bu değil miydi? Hiç babamdan geri kalır mıydık. Onunla beraber biz de beklerdik. Sanki, hak etmediğimiz bir şeye el uzatmamış olmanın huzurunu içimizde duyardık. Müezzinin , bizden daha uzun süre aç kalmasına gönlümüz razı olmazdı. Böyle yaptığım için, oruçluyken su içmemden dolayı Allah beni belki affederdi. Ona inanıyor ve güveniyordum. Mudurnu’nun meşhur Saray Helvası vardır. Malzemesi; tereyağı, un, şekerden ibarettir. İşte çocukluğumda bu helva, ilkel yöntemle evlerde de yapılırdı. Ama sadece özel günlerde. Çünkü yapılması çok zordu. Ve birkaç kişiyi gerektiriyordu. Helvanın kavrulmasında, şekerinin, yağının katılmasında, hem zamanlama hem de göz kararı çok önemliydi. Yanlış bir şey yapıldığında helva taş kesiliverirdi. Öyle herkesin harcı değildi bu helvayı yapmak. Helvayı yaparken; un, yağ , şekerden oluşan ve bir ip çilesi şekline getirilmiş malzemeyi , birkaç kişinin çeke çeke büyütmesi, malzemenin tel tel olması çok hoşuma giderdi. Gözümü kırpmadan seyrederdim, helvanın yapılışını. Bir an önce bitse de yesem diye beklerdim. Yapılışı çok uzun sürerdi. Malzeme saç telinden daha ince hale gelince, bir tepsiye boşaltılırdı. Üzerine beyaz ve kalın ( veya kat kat) kâğıt örtülürdü. Şimdi sıra, helvayı iyice sıkıştırmaktaydı. Ellerine aldıkları bir ağırlıkla, kâğıdın üzerinden bastırırlar, helvayı iyice sıkıştırırlardı. Hatta, ayakları ile çiğnedikleri bile olurdu. Her iş bitince de, baklava keser gibi, helvayı keserlerdi. Bu helvanın tadı, hiçbir şeyde yoktu. Biz çocuklar, içimiz yanıncaya kadar yerdik. Arkasından da bardak bardak su içerdik. Büyüklerimizin helvaya verdikleri emek, gösterdikleri itina, galiba helvaya yansıyordu. Onu çok leziz, çok başka yapıyordu. Şöyle bir düşündüm .Yapılması zor olan yemekler ve tatlılar çok güzel oluyordu. Kolay hazırlananların tadı ,eh öylesineydi. Demek ki bir işte başarılı olmak için, çok çalışmak, çok emek vermek gerekiyordu. Aynı helva gibi..... İşte bunlar bize, Ramazan ayının bir nimetiydi. Ramazanda herşey ama herşey çok güzeldi, çok başkaydı. Şimdi yine geliyor, yine yaşanıyor ramazanlar. Çocukluğumda oruç tutmak , Ramazanı yaşamak benim için zevkti. Şimdi ise, yükümlü olduğum bir görev. Ramazan davetleri, çocukluğumdaki gibi eğlenceli değil. Uymamız gereken bir kural gibi. Siz beni çağırıyorsunuz, ben sizi. O zamanki davetlerimiz çok sıcaktı. Şimdiki davetler gibi fazla masraf, aşırı emek gerektirmezdi. Elbette ki çok değerli konuklarımız için, bütçemizin elverdiğince birşeyler hazırlanırdı. Ancak aşırıya kaçılmazdı. Herkes bu konuda mütevaziydi. Ah, yine çocuk olsam! Annem beni sahura kaldırsa. Gözlerim yarı açık, yarı kapalı, o sevdiğim gözleme böreklerini yesem. Davulcu kapımıza gelip, mâni söylese. Ben de babamdan alacağım bahşişi davulcuya versem. O da hemen ayaküstü düzeceği bir mâniyle atıfta bulunsa. O günler, şairin “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer.” dediği günlermiş meğer. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Çocukluğumdaki ramazanları çok özlüyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |