Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuştuncaya dek mermeri oydum -Mikelanjelo |
|
||||||||||
|
Meryem teyze haftada bir gün on kilometre tutan Sakarya caddesi boyunca gidip gelerek, cadde üstündekidükkanlardan sadaka toplamaya başlamıştı. Esnaf onu iyice tanımıştı artık. Kimisi avucuna birkaç kuruş koyuyor, kimisi de dükkanlarındaki kullanım süresi dolmak üzere olan mallardan birini çantasına sokuşturuyordu. Bazen eve, taşımakta güçlük çektiği fileler dolusu gıda çeşitleriyle dönüyordu. Bu işi haftada bir gün yapıyordu, çünkü topladığı paralar ve mallar, o haftayı bolluk içerisinde yaşamasına yetip de artıyordu bile. Günün birinde Meryem teyzenin evinde beş yaşında bir kız çocuğu peyda oldu. Öğrendik ki, Meryem teyze bu kıza para karşılığında bakmaya başlamış. Kızın annesi bir pavyonda çalışan konsomatrismiş. Konsomatris her hafta Cuma günleri sabaha karşı bir taksiyle gelip kızı teslim alıyor, aynı günün akşamında getirip teslim ediyor, sonra bir dahaki Cumaya kadar hiç uğramıyordu. Bir gün üst kat merdivenlerinde otururken gördüğüm kıza, “adın ne senin?” diye sordum. “Sabah,” dedi bana gülümseyerek. Saba, sabah güneşiyle yıkanmış, pırıl pırıl bir kızdı. Saba olan ismini Sabah diye benimsediği anlaşılıyordu, bu hoşuma gittiği için ben de ona Sabah diye hitap etmeye başladım. “Sabah! Sen okula gidiyor musun?” diye sordum. “Ben küçüğüm,” diye karşılık verdi. “Kaç yaşındasın?” diye sordum. “Beş,” dedi,. “Ama beş yaşındaki çocuklar anaokuluna gidiyor. Sen de, anaokuluna gitsen ya,” dedim. Aklı karıştı. “Çı-ıh!” layarak itiraz etti. “Ben okula gideceğim.” Onun kafasını daha fazla karıştırmamak için, “tamam!” dedim; “sen okula gidersin madem ki…” O günden sonraki günlerde de, Sabah ile pek çok defa karşılaştık. Bizim tahta merdivenlerde oturup, orada oynamak çok sevdiği bir şeydi. Bazen ben de oturuyor, onun oyunlarını paylaşıyordum. Daha sonraki günlerde onu merdivenlerin başında oturup benim okuldan dönmemi bekliyorken bulmaya başladım. Okul kıyafetlerimi soyunur soyunmaz yanına dönüyor, müsvedde defterime kendim yazdığım masallardan okuyordum. Aramızdaki dostluk iyice pekişmişti. Meryem teyzenin oğlu Mehmet, gidişinden tam bir yıl sonra çıka geldi. Gittiği günkü haline göre adeta beş yaş birden büyümüştü. Başında, hiç de moda olmamasına rağmen bir fötr şapka vardı ve üst dudağı ile çenesinin ortasında bıyık ve sakalı andıran seyrek kıllar vardı. Pek sık değillerdi ama arkadaşım tam bir erkek gibiydi işte! Sırtında kayışını omzundan geçirip astığı bir akustik gitar taşıyordu ve elinde de lacivert küçük bir valiz… Önce bir yabancı sandım onu, sonra hatırlayarak sevinçle kucakladım. “Hoş geldin Mehmet’ciğim!” Kucaklaşma isteğime öylesine soğuk bir karşılık verdi ki, bir anda, ilk karşılaştığımız zamanlardaki ezikliğe itiliverdim. O, kibirli,soğuk bir sesle, “hoş bulduk!” dedi. “Muhterem!” diye ekledi. Ben, ne demek istediğini anlayamayarak şapşal şapşal suratına bakarken, o devam etti: “Benim adım Mehmet değil, Muhterem artık!” Hala bir şey anlayamamıştım. O, “bana hitap etmek istiyorsan, Muhterem abi diyeceksin bundan sonra! Anladın mı?” diyerek evin içine girdi. Meryem teyze çığlık çığlığa karşıladı onu: “Oğlum!... Yavrum!...” Bir anda Mehmet’e öylesine yabancılaşıvermiştim ki, ondan sonraki günlerde karşılaşmamamız için elimden gelen her şeyi yapmaya başlamıştım. Zorunlu olarak karşılaştığımızda ise, o bana laf atmadıkça laf atmıyor, başımı çevirip görmezlikten geliyordum. Ben, beni alıştırmış olduğu sigarayı avluda gizli saklı içiyordum, ama o, artık alenen, herkesin önünde içiyordu sigarasını. O geldikten sonra, Sabah, merdivenlere çok seyrek çıkmaya başlamıştı. Evlerinin kapısı önünden geçerek merdivenleri çıkarken, içerden gitar ritimleri eşliğinde Mehmet’in şarkı söylediği duyuluyordu. Sabah, kendisine gitar çalıp şarkılar söyleyen “Muhterem abisiyle” benden daha çok arkadaşlık yapar olmuştu. Bunu pek fazla önemsemiyordum aslında; kız için yazdığım masallar atıl kalmıştı, ona üzülüyordum. Ortaokulu bitirmek üzereydim. Babam nereden taktıysa kafasına takmış, bana, “senin öğretmen olmanı istiyorum,” dedi. “Seni öğretmen okulu sınavlarına sokacağım. Derslerine ona göre çalış, emi!” Bu emri aldığımdan itibaren ders çalışmaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmez oldum. Yoğun bir şekilde sınavlara hazırlandım. Babam öğretmen olmamı istemişti. Olacaktım. Hırslıydım. Mayıs ayında babamla birlikte Ankara’ya gittik. Atatürk Orman Çiftliği içindeki okulda girdiğim yazılı sınav ve mülakat sonrası, sınavı üçüncülükle kazandığımı öğrendik. Sonra, okullar açılmadan önce tekrar gelecek, okula kaydımı yaptıracak ve okulun yurduna yerleşerek okumayı Ankara Erkek Öğretmen Okulu’nda sürdürecektim. Sınav stresi üzerimden kalktıktan sonra, babamın da arttırdığı harçlıklarımla gezip tozuyordum. Küçük Sabah’ı da özlemiyor değildim hani… Eve döndüğüm bir gün onu gene merdivenlerde otururken buldum. Sandım ki, o da beni özlemiş, dönmemi bekliyor. Fakat yanıldığımı az sonra anladım. O, Muhterem abisini bekliyordu. “Nasılsın Sabah?” “İyiyim.” “Senin için yazdığım masallardan birini getirip okuyayım mı sana? İster misin?” “Çı-ıh! Ben sünnetçilik oynamak istiyorum. Muhterem abim gelince, onunla sünnetçilik oynaycaz…” Küçük kızın ne söylediğini birden kavrayamadım. “Sünnetçilik mi?” diye sordum tekrar. “Sünnetçilik.” İyice anlamaya çalışarak, “nasıl oynanıyor sünnetçilik? Ben bilmiyorum,” dedim. Elleriyle ve mimikleriyle tarif ederek anlatmaya başladı: “Muterem abim sünnetçi oluyor. Bööle… Ben külotumu indiriyorum. Bööle… Pipimi, kesiyo, sünnet yapıyo, böle…” Daha fazlasını dinlemeye tahammül edemedim. “Böyle oyun mu olurmuş be!” diye öyle bir haykırmıştım ki, kızcağız o andaki halimden korkuya kapılıp ağlamaya başlamıştı. Öfkeden suratımı ateş basmış, suratımın kıpkırmızı kesildiğini hissetmiştim. Meryem teyze ve annem evlerinden fırlayıp merdiven başında toplaştılar. “Ne var? Ne oluyor oğlum?” Sinirden anlatmakta güçlük çekiyordum öğrendiklerimi. Duyduklarından sonra Meryem teyzenin boş bir çuval gibi yere yığıldığını gördüm. Beti benzi bembeyaz… Mehmet, olanlardan habersiz eve döndüğünde, onu bekleyen polisler tarafından göz altına alınıp bileklerine kelepçe takıldı ve semtin karakoluna götürüldü. Karakol önündeki insanlar galeyana gelmiş, onu linç etmek istemekteydi. Karakolda, içerde, Küçük Sabah’ın annesi bir vahşi kedi gibi, çığlık çığlığa saldırmaktaydı ve polis memurları engel olmasa oğlanı paralayacaktı. Mehmet, yaptığı sapıklığın ortaya çıkmış olduğunu anlamış, bir medet umarcasına, annesine bakınmaktaydı. Küçük kızın annesi hıçkırıklarla ağlamakta, saldırmakta… Mehmet’in gözleri annesini aramakta… “Annem? Annem nerede?” Onu tutuklayarak getiren polis memuru, ona nefretle baktı ve “Annen, Devlet Hastanesinin morguna kaldırıldı,” dedi. *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |