Bir insan bir kaplanı öldürmek istediğinde buna spor diyor, kaplan onu öldürmek istediğinde buna vahşet diyor. -Bernard Shaw |
|
||||||||||
|
Öğretmenimiz Fikret Bey’in lakabı “Karıncaezmez”’di. Gürültü olmasın diye, altları lastik/kauçuk iskarpinler giyer, yer döşemelerini yıpratmak istemez gibi adımlarını adeta yere dokundurmadan atardı. Öyle değnekle, gürültüyle bir işi olmazdı onun. O, nöbetçi oldu mu, o gün her şey saat gibi tıkır tıkır yürür, hiçbir vukuat çıkmazdı. Tüm iyi şeyleri kendinde toplamıştı. İnsandan çok farklı, insanüstü bir yaratık gibiydi. İnsan bir kerecik olsun bir şeye kızmaz mı, bağırmaz mı; hadi bunları geçtik, şöyle bir kaşlarını çatmaz mı be hey adam! Nöbetçi olduğu günler herkesi tek tek, başlarını okşayarak uyandırırdı. Ben, o gelmeden çok önce uyanmış olurdum, ama beklerdim ki, gelsin, başımı okşasın, “günaydın çocuğum,” desin… Çok hoşuma giderdi bu, o günümü bu sayede aydınlık geçirdiğimi düşünürdüm. Herkes öyle. Hepimiz, öğretmen sevgisini, ana-baba sevgisini, abi sevgisini, arkadaş sevgisini, ihtiyacımız olan her sevgiyi onda bulurduk. O, kendini öğrencilerine adamıştı. Yatakhaneden çıkıp yemekhanenin yolunu tuttuğumuzda sırtını duvara verip dikilir, hepimizin suratını tek tek gözden geçirir, bir problemimiz olup olmadığını algılamaya çalışırdı. Hepimizin okul numarasını ezbere bilirdi. Asık suratlı birini gördüğü zaman, o öğrencinin numarasını seslenip, “Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye sorardı. Ben, ondan bu soruyu ilk duyduğumda, soruyu sorduğu çocuğun gemi sahibi birisi olduğunu sanmış, çocukla baş başa kaldığımız bir anda, çenemi tutamayıp, ciddi ciddi, “senin gemilerin mi var?” diye sormuştum. Çocuk, benim salağın teki olduğumu nereden bilsin, onunla dalga geçtiğimi sanarak, “siktir ol, git lan başımdan!” diyerek beni yanından kovmuştu. Kafamın yarıldığının ertesi günü nöbetçi Karıncaezmez’di. Ben, onun bu özelliklerini henüz bilmiyordum. Yatakhaneden çıkmış, yemekhaneye doğru giderken numaramı seslendiğini duydum. Tam o anda da yanı başımdaki bir çocuğun sorduğu bir soruya cevap veriyordum; hemen sustum. Karıncaezmez, “sen gel bakayım buraya!” diye emretti. Konuştuğum için azar işiteceğimi sanarak, içimden konuşmama sebep olan çocuğa okkalı bir küfür savurarak, yanına gittim. O, başımdaki bandajı işaret ederek, şefkatle, “başına ne oldu, evladım?” diye sordu. “Üst katımdaki ranzanın kenarına çarptım efendim,” dedim. Merakla, “nasıl oldu o?” diye üstelediğinde, biran nöbetçi öğretmenden bahsedip bahsetmemeyi düşündüm. Adam herkese, başımı sakarlığımdan dolayı çarptığımı söylemişti. Şimdi onu suçlamaya çalışmak gereksizdi. “Ranzamdan kalkarken biraz acele etmiştim efendim,” dedim. “Geçmiş olsun!” diyerek beni yolladı. “Tamam, gidebilirsin!” Yemekhanede tabldot tepsisindeki zeytin, peynir, margarin ve reçel çeşitlerini katık ederek bol ekmekle karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Karıncaezmez görünürlerde yoktu, buna rağmen koca yemekhanede çatal, bıçak seslerinden başka bir ses yoktu. Sessizlik içinde kahvaltılıklar bitirilip tepsiler bulaşıkhanenin küçük penceresinden içeri teslim edilirken Karıncaezmez de ortaya çıkmıştı. Tam da yemekhane kapısının kenarına dikilmiş, kahvaltısını yapıp çıkan öğrencilere bakıyordu. Ben de tepsimi teslim etmiş, yemekhaneden çıkıyordum ki, herkese sadece numarasıyla hitap ettiği söylenen Karıncaezmez, tam önünden geçerken bana, “Kemal Yavuz, gel!” diye seslenmişti. Bu gün, benimle ikinci muhataplığıydı bu, pek hayra alamet değildi. Kortum. Heyecanlı hareketlerle yanına giderken, “yavaş, yavaş, acele etmene gerek yok evladım!” diyerek karşıladı beni. Elini omzuma koyarak yemekhane kapısından dışarı çıkarttı. Gelip geçenlere duyurmak istemiyormuş gibi, usulca, “Ali Yavuz senin baban mı?” diye sordu. Bir an babama bir şey olduğunu sandım, “evet?” dedim sorgular gibi. O, sevecenlikle, “baban benim köy enstitüsündeyken arkadaşımdı,” dedi. Şaşırdığımı görünce, biraz daha açıklama ihtiyacı duyarak, “senin yaşlarındayken babanla ben ayrılmaz iki arkadaştık,” diye devam etti. “Gel benimle!” diyerek, elini omzumdan çekip yanı başımda yürümeye başladı. Başımdaki bandaja çevirdi bakışlarını; onun gene kafamdaki yarığın nasıl oluştuğunu sorgulamaya başlayacağını hemen anladım. “Ben araştırdım, soruşturdum, kafanın nasıl yaralandığını öğrendim,” dedi. Kafamın, nöbetçi öğretmenin yüzünden yarıldığını öğrendiğini sandım; ama o, “kafanı yaran arkadaşının ismini vermek istemediğin için seni takdir ederim; ama ismini bana söyle ki, bir daha böyle şeyler olmaması için ona nasihatte bulunabileyim!” diyerek devam edince, başımı bir arkadaşımla kavga ederek yardığımı sandığını anlamış oldum. Nöbetçi öğretmenden hala haberi yoktu. “Yok vallahi öğretmenim, acele edecem diye kendim ranzanın demirine çarptım,” diyerek ısrar ettim. Bu defa inanmış görünerek, “öyle olsun bakalım,” dedi. Beni okulun malzeme ambarına götürdü. Malzeme ambarındaki memurun odasına girdik. Karıncaezmez, memura, “bu Kemal Yavuz,” diyerek beni gösterdi. “Onu sana emanet ediyorum,” dedikten sonra da çıkıp gitti. Odada altı, yedi öğrenci yan yana dizilmişler, sessizce dikilmekteydiler. Memur, “sen de arkadaşlarının yanında sıraya geç,” diyerek bekleyen öğrencileri gösterdi. Geçip, sıranın en sonunda dikildim. Yanı başımdaki oğlanın, üst katımda yatan kibirli oğlan olduğunu görünce başımı çevirdim. O beni selam verilmeyecek kadar küçümsüyorsa, ben ona yılışamazdım ya! Neler olduğunu anlamaya çalışarak beklemeye başladım. Ambar memuru önündeki sayfalar halindeki bir listeden, sayfaları arasında siyah karbon kağıdı döşenmiş bir malzeme alma bonosuna notlar almaktaydı. “Bir iskarpin, 40 numara, bir gömlek, 1 numara, bir kravat, bir takım elbise, bir pardösü, çorap, iç çamaşırı, mendil, çanta, üç yüz sahife sarı defter, harita metod defteri, çizgisiz, harita metot defteri, kareli, okul defteri 3 adet, çizgili, kurşun kalem, dolma kalem, mavi mürekkep, …” sonsuza dek sürecek gibi upuzun bir liste oluşturarak habire yazıyordu. O sırada kucaklarındaki kolilerle gelen iki işçi, kolileri ortadaki sehpanın üstüne bıraktılar. “Bunlar, Sabri Yılmaz’ınkiler…” Memur sıranın en başındaki öğrenciyi yanına çağırdı. “Sabri, gel oğlum, eşyalarını teslim aldığına dair tutanağı imzala!” Çağırılan öğrenci hemen gidip gösterilen yerleri imzaladı. Memur, ona eşyalara dair hazırladığı bononun bir nüshasını da vererek, “eşyalarını bu listeyle karşılaştırarak dolabına yerleştir, eksik bir şey çıkarsa hemen gelip bana haber ver, emi!” diye tembih etti. İşçilere, “çocuğun kolilerini dolabına kadar götürün!” diye emrederken bir başka listeyi de onlara teslim etti. “Döndükten sonra da şunları hazırlayın!” Olanlardan anladığım kadarıyla öğrencilere giyecek ve kırtasiye yardımı yapılıyordu. Nihayet sıra bana geldiğinde de aynı şeyler oldu. İmzalarımı atıp tamamladıktan sonra kolilerimi kucaklayıp taşıyıveren iki işçinin önünde yatakhanedeki dolabımın önüne vardık. Adamlar, kolileri yere bıraktıktan sonra gittiler. Benim dolabımdan birkaç dolap ötede, kendisine verilenleri yerleştirmekle meşgul olan kasıntı oğlanın bu defa suratı gülüyordu. Arada bir çığlık atıyordu. “Üf! Şunlara bak, gıcır gıcır!” Ben de kolilerimi açarak içlerini boşaltmaya başladım. Kolilerin biri giysilerle, diğeri kırtasiyelerle doluydu. Ağzı kulaklarında sevinç çığlıkları atan kasıntı çocuğa, “bunları bize niye verdiler ki?” diye sordum. “Fakir olduğumuz için,” dedi. Gerekçeden incindim bir an; kendi kendime, “ben fakir miyim?” diye sordum. Sonra, “bunları verdiklerine göre fakirmişim demek ki,” diye karar verdim. Bunun gerçek olma ihtimalinden dolayı onurum kırıldı. Fakir, Muhittin Amca gibiysen olunur, adamcağız fakirliği yüzünden dilencilik yapmak zorunda kalmıştı; oysa benim babam bir öğretmendi, devlet babadan bir sürü maaş alıyordu. Hem Nail amcam vardı benim. Eskişehir’in en zengin adamlarından biriydi o; fabrikası, evleri, dükkânları vardı. Oğlanı azarlar gibi, “ben fakir değilim!” diye çıkıştım. Babam belki fakir sınıfına giriyordur diye düşünerek ona amcamla övünmeye başladım. “Benim fabrikatör amcam var, üç yüz tane işçi çalıştırıyor.” Öğrenci güldü. “Benim de üç yüz dönüm sulak tarlası, besihanesinde altı yüz tane danası, davarı olan amcam var. Ne olmuş?” Eşyalarını yerleştirmeyi bitirmişti. Dolabının asma kilidini kapatıp yanıma geldi. “Buraya gelirken, annem yol paramı ondan alamadı da, muhtar amca, bakkal İsmail amca ve kahveci Recep, yol paramı aralarında denkleyip verdiler,” dedi. Dolabıma yerleştirmeye başladığım kılıkları göstererek, “Allah, devletimize zeval vermesin! İnsanın amcası bu kadar yardım etmez, acıyıp da!” dedi. Bir an sustuktan sonra, “senin amcan ediyor mu?” diye sordu. “Çı-ıh!” dedim. Amcalarımızın harisliğine ikimiz de güldük. Verilen kılıkları giyinip de dersliğimize doğru giderken, koridorlarda yanlarından geçtiğim öğrencilerin pek çoğu kafalarını çevirip çevirip üstüme başıma bakıyorlardı. Eminim ki, onların arasında nice babasız kalmış, fakir çocukları vardı. Üstümdekileri, oların sırtından sıyıp almışım da öyle giyinmişim gibi bir duyguya kapıldım. Nazmi ile asık suratlı başlayan ilişkimiz, sonradan çok samimi bir dostluğa dönüşecekti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |