Yazar yazı yazmayı başka insanlara göre daha zor yapan insandır. -Thomas Mann |
|
||||||||||
|
Aşağıdaki öykü gerçek mi, değil mi artık varın siz değerlendirin. Yazan kalem Şefika Turgut Hanımefindeden kıssadan bir hisse tadındaydı. Hani bir söz vardır; “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste tadı” diye… Tabi “ölüm” Allah’ın emri, ondan kimse kaçamaz. Lakin yaşarken kalp kırmadan, incitmeden yüreklerimizi, bunun yanı sıra, sevgi ve hoşgörümüzün içine “saygı” ve “sabır” süslerini de katarsak, daha hoş olmaz mı birliktelikler? Daha çekilir kılınmaz mı hayat? Şunun şurasında daha kaç yıl yaşayacağız ki? Kim biliyor bir nefes sonrası yaşamı garanti etmeye? Kimse… “Yutkunmak gerekir” demişti, bir dostum. Ve sözlerinin devamını getirmişti: “Hemde bir kere değil, bir kaç kez yutkunmalı insan, çünkü boğaz dokuz boğumdur.” Şöyle gözlerimizi kapayalım ve düşünelim birlikte. Beş yıl öncesine gidelim. O yıllarımızda bizi en çok üzen bir anımızda yoğunlaşalım. Öyle ki, bu anımızın içinde iki kişi olsun. Biri siz bir diğeri de en yakınımız olan olsun. Örneğin; annemiz, babamız, eşimiz, çocuklarımız veya dostlarımızdan biri olabilir, pekala… Ve bir konuda uzlaşmak için önce konuşuyoruz, sonra uzlaşamadan tartışıyoruz. Tartışma sonrası kaçınılmaz bir “gurur” rengine bulanıyor ruhumuz. İşte o anda iki rolü üstleniyoruz. Biri, çekip gitmek oluyor, bir diğeri de kalıp şiddeti yaşamak olmuyor mu? Sonuç, felaket tabi. Yakıyoruz her şeyi…Nasıl ki Neron yakmış Roma’yı, bizler de hem kendimizi hem de çevremizi yakıp-talan ediyoruz. Bir anlık öfkemize teslim oluyoruz, değil mi? İşte bu anlarımızda “dokuz kez” yutkunmuş olsak, değişen ne olabilirdi? Belki “derviş sabrını” gösteremeyiz, ama denemekte fayda vardır, zarar yoktur… Zira susmanın, sihirli bir tesiri vardır insan yaşamında. Hatta bu konuda baba bir söz bile edilmiş: “Söz gümüş sükut altındır” diye… Ben böyle anlarımda çok sabırsızımdır; içimde tutamam hissettiklerimi…Karşımdakini ikna etmek adına, önce söylerim söylenecekleri, baktım karşı taraf aşırı üzerime geliyor, susarım ve çekilirim kendi sineme…Çoğu kez de uyurum. Evet, kendimce bir çözüm bu eylemim. Uyku bende belki bir kaçış oluyor, lakin en iyi sedatif etkiyi de beraberinde getiriyor. Unutuyorum, erteliyorum, bizi üzen her şeyi, o ardımda bıraktığım anı dahi… Yaşamda başımıza gelen çoğu şeye “kader” desek de, doğanın bir mıknatıs etkisi var. Bazı olumlu ve olumsuzluklarımızı kendine çekip, adaleti de yaşatıyor bizlere. En acısı ölüm de olsa, ayrılıklarsa ölümden beter geliyor yüreklerimize. Hani o aşırı gururumuza teslim ettikten sonra ruhumuzu ördüğümüz tuğlaların ardına bıraktığımız yalnızlıklara… Aşağıdaki hikaye beni oldukça düşündürdü. Bakalım sizde nasıl bir tesir bırakacak? Keyifli okumalar. Emine PİŞİREN/Edremit-Akçay 28.08.2010 “…Vaktiyle bir derviş, nefsi ile mücadelenin, bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınarak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekle olmamaktadır. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir…Saç, sakal, bıyık, ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır. Berberden kendisini traş etmesini ister. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynadan durumu izlemektedir. Basının bir kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atar ve şaklabanlık yaparak: -‘Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım! ‘ diye kükrer. Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olması gerektir. Kaideyi bozmaz derviş, hiç ses etmez, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup olur ama, korkmuştur da. Sesini çıkartamaz. Kabadayı Dervişin kalktığı koltuğa oturur, berber traşa baslar. Traş sırasında da devamlı olarak dervişi aşağılayıp alay etmeye devan eder; ‘Kabak aşağı, kabak yukarı…..’ Traş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıya çarpar. Kabadayı orada yığılır kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basarlar. Berber ise şaşkındır. Bir bu kötü manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar: - ‘Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?’ Der. Derviş mahzun ve düşünceli bir şekilde cevap verir: - ‘Vallahi asla gücenmedim ona. Hatta hakkımı da helal etmiştim…Gel gör ki kabağın bir sahibi var.’O’ gücenmiş olmalı’… “ Emine PİŞİREN/Edremit-Zeytinli 2010 Not: "Kabağında Sahibi Varmış" adlı yazıyı yazan kaleme teşekkürler. Bunu Paylaş
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |