Anasayfa
Son
Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar
Katılımı
Yazar Kütüphaneleri
17 Ekim 2003
Prenses ve Ejderha..! 2. Bölüm
Esin Yardımlı
Dikenleri kuyruğunun ucuna kadar devam ediyormuş. İpincecik pençeleri, yeşil bir derisi ve kafasında bir o yana bir bu yana dağılmış on onbeş tane dikeniyle dişi bir ejderhaymış bu... Ejder de gözlerini bu güzellikten bir türlü alamıyormuş yani..!
Uçağın gittiği yöne doğru bakmaya başlamış ejder... XXI. Prenses Pamuk’un şatosu kuzeydeymiş, biliyormuş ejderha bunu... Ama kendi şatosu daha da kuzeydeymiş, bunu da biliyormuş ejderha... Peki... Ama neden..? Ama neden bu uçak güneye gitmiyormuş? Düşünmeye başlamış ejder...
XXI. Prenses Pamuk da etrafına bakıyormuş. Adadaki ufak bir benek kadar olana dek süzmüş ejderhayı. Daha sonra uçağın içini incelemeye başlamış. Küçük bir uçakmış bu. Post-masern çağda, teknolojinin ilerlediği bir devirde yaşıyormuş sonuçta... Ve artık uçaklar taksi niyetine kullanılıyormuş. Ama henüz uçan araba keşfedilmemişmiş... Sonuçta atmasyon bir öykü değilmiş bu, uçan arabalara o dönemde yer verilmemişse, çünkü yokmuşlarsa bu öyküde de yer verilmezmiş...
Uçağın pilotunun kırmızı saçlarının olduğunu görmüş XXI. Prenses Pamuk. Kırmızı, uzun saçlı bir kadınmış bu. Simsiyah giyinmiş, son derece güzel ve genç bir kadınmış. Kırmızı, uzun saçlı bir kadınmış. Kırmızı, uzun saçlar mı? Bu... Olsa olsa bir... Bu kadın olsa olsa bir... Yani... Şimdi, masallara pek inanmazmış XXI. Prenses Pamuk ama... Bu kadın kesinlikle bir cadıymış yani...
Pilot bir gerçekten bir cadıymış aslında. Ve de XXI. Prenses Pamuk’u kaçırmak istiyormuş. Son zamanlarda işler çok kesat olduğu için bir prenses kaçırmaya ihtiyacı varmış çünkü. Yakaladığı prenseslerin genellikle güzelse seslerini alır, babalarına fidye istediğini belirten bir mektup yollar ve para küçük bir zarfın içinde şatosuna ulaşana kadar kızı hizmetçi gibi kullanıp keyfine bakarmış...
XXI. Prenses Pamuk da belli bir süre sonra kuzeye gittiklerini farketmiş. Endişelenmiş, tedirgin olmuş, kelimenin tam anlamıyla korkmaya başlamış... Biraz daha dikkatli bakınca uçağın dümenini tutan ellerin zayıf, kemikli ve bembeyaz olduğunu görmüş. Kadının tırnaklarında da siyah ojeler varmış. Tam modern bir cadıymış yani... Hansel ile Gretel’i yakalayan büyük büyük büyük büyük annesi gibi burnunda kocaman bir sivilce yokmuş, bütün dişleri tammış ve büyüleyici bir güzelliğe sahipmiş. Saçları dağınık değilmiş, son derece bakımlı bir insanmış... Ama yine de bir cadıymış işte...
XXI. Prenses Pamuk gerçekten bir cadı tarafından kaçırıldığını anlamış. Ama daha da endişelenmesine, tedirgin olmasına, kelimenin tam anlamıyla korkmaya başlamasına fırsat vermeden, hemen bir plan yapmış modaya, geleneklere zorunlu olarak uydurulmuş upuzuun boyalı saçlarının arkasındaki beyni...
Su geçirmez kumaşla kaplı koni biçimli açık mavi şapkasını kafasından yavaşça çıkarmış. Çantasında duran bir defterle kalemi alıp Ejder’ine bir mektup yazmış:
‘Ejder, kuzeye doğru ilerleyen bir uçaktayım ve bir cadı beni kaçırıyor!!! Bana yardım eder misin? imza: XXI. Prenses Pamuk.’
Daha uzun yazmak istermiş XXI. Prenses Pamuk... Ama yazı yazmayı çok sevmezmiş... Hele de mektup yazmaktan nefret edermiş. Zaten biraz daha uzun bir yazı yazıp onu aşağı göndermeye çalışsaymış, mutlaka öndeki cadı onu farkedermiş...
Daha sonra mesajı yazdığı kağıdı cadıya çaktırmadan defterinden koparıp şapkasının içine sokmuş. Şapkasının ağzını büzüp düğümledikten sonra (o kadar uzun bir şapkaymış ki bu, pekala da torba gibi kullanılabiliyormuş yani...) pencereyi zar zor açıp şapkayı kuzey denizine atmış. Bir yandan da Ejder’inin o şapkayı bulup onu cadıdan kurtarmasını umuyormuş...
Cadı arada sırada XXI. Prenses Pamuk’u uçaktaki dikiz aynasından süzüyorsa da, pencereden aşağı şapkasını attığını görmemiş. Görse de bir şey yapmazmış zaten. Şimdiye kadar kaçırdığı prenseslerden hiç biri şapkasını suya attığı için kurtulmamışmış çünkü... İçi rahatmış cadının. Bir süre sonra uçağı otomatik pilota takıp XXI. Prenses Pamuk’un yanına gelmiş.
‘Iııı... Canım... Bunu söylemek ne kadar bana zor geliyor olsa da...’ diye kem küm etmiş cadı. Kibar bir cadıymış bu. Ve tutsaklarına acı haberi öyle hemen, adice, yüzlerine vura vura söylemezmiş. Ama bu kötü olmadığı anlamına da gelmezmiş yani...
‘Biliyorum, biliyorum...’ demiş XXI. Prenses Pamuk. ‘Mektubu babama göndermekte lütfen acele etmeyin, gelip beni kurtarırsa başıma gelecek olanları düşünemiyorum bile..!’
‘İşte bu, bir problem..!’ demiş cadı. Kafasını kaşımaya başlamış. ‘Çünkü seni kaçırmamın nedeni parasal sıkışıklığımdı.’ Şirin bir prensesmiş bu kız, ama işine yarayacak cinsten bir tipe pek benzemiyormuş...
‘Peki mektubu Ejder'ime...’ diye lafına başlamışken susmuş XXI. Prenses Pamuk. Ejderin onu bedavaya da kurtaracağından eminmiş. Ama ekmek parası kazanmaya çalışan bir cadının onunla boşuna uğraşmasını da istemezmiş yani...
‘Peki şuna ne dersin?’ demiş cadı bir anda. XXI. Prenses Pamuk’a bakmış. ‘Mektubu annene gönderirim, o da bundan babana söz etmez... Nasıl olur ama? Gerçi böyle bir durumda mektubun babaya gönderilmesi adetinden vazgeçmiş olurum, ama... Senin gibi iyi bir prenses için yaparım bunu..!’ Bir yandan da bu yalanını yutmasını umuyormuş XXI. Prenses Pamuk’un. Ne kadar kibar olursa olsun, fidye mektubunu sadece Kraliçe’nin okuması için fazladan çalışmaya niyeti yokmuş cadının...
‘Pekala!’ deyip gülmüş XXI. Prenses Pamuk. Elini kadına uzatmış. ‘Ben XXI. Prenses Pamuk!’
‘Ben de Syntia!’ demiş cadı. Bembeyaz elini uzatıp XXI. Prenses Pamuk’un elini sıkmış. ‘Tanıştığımıza sevindim..! Bana yardım ettiğin için de şimdiden teşekkür ederim..!’
‘Aa.. Canım, lafı mı olur? Dostlar arasında olur böyle şeyler..!’ demiş XXI. Prenses Pamuk. Cadı Syntia’nın gerçekten iyi bir insan olduğunu düşünüyormuş. En azından, uyutulmadan önce aklından son geçen şey buymuş...
Cadı Syntia aslında çok çok kötü bir cadıymış. Tıpkı Hansel ve Gretel’i yakalayan büyük büyük büyük annesi gibi. Üstelik büyük büyük büyük büyük annesi kadar aptal da değilmiş. Küçük çocukların ve büyük insanların cadıları ne tür yollarla yakalayacaklarını çok iyi bildiği için düşmanlarından kaçmayı, onlara yakalanmamayı hep başarırmış... Ve geleneklere uygun bir şekilde XXI. Prenses Pamuk’un babasına XXI. Prenses Pamuk’un kaçırıldığını belirten bir mektup yazıp hemen göndermiş.
O sırada ‘Yoo...’ demiş kuzeydeki krallıktaki Kral, Kraliçenin yanında. (Kaçıncı kral olduğunu hep unuturmuş, kimse de hatırlamaya pek meraklı değilmiş) Elindeki mektuba bir kez daha bakmış. ‘Benim kızımın, Pamuk Prenses gibi cici bir insanın büyük büyük büyük büyük büyük torununun bir cadının eline kaçması kabul edilemez! Kafasını uçurun!’
‘Ne kızınızın kafasını mı uçuralım yani?!’ demiş cellatlar şaşkınlıkla.
‘Hayır hayır... Sadece kafasını uçurun!’ demiş Kral.
‘Ama kocacığım... O laf Alis’deki Kupa Kraliçesi’nin lafıydı..’ demiş Kraliçe fısıldayarak. Onca okurun önünde rezil etmek istemiyormuş kocasını.
‘O zaman... o zaman..’ demiş Kral. ‘Mektubu uçurun! Gözüm görmesin bu mektubu!’
Cellatlar kaçıncı kral olduğunu kimsenin bilmediği Kral’ın daha fazla sinirlenmemesi için tuttuğu mektubu hemen alıp katlayıp bir uçak yapmışlar. Sonra da onu pencereden atıp uçurmuşlar...
O sırada Ejder de bilgisayarın ekranındaki ICQ’suna bakıyormuş. XXI. Prenses Pamuk’un, Kral’ın uçurttuğu bilgisayarın yerine yenisini alamasa da, sonuçta bir internet cafe’ye girebilir gibi geliyormuş ona!
Kazanından bir yudum daha kahve almış. Daha sonra odanın öbür ucundaki televizyonu açıp VCD Player’ına X-Men filmlerinden ilkini koymuş...
Saliseler, saniyeler, dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar geçmiş... Kral, cadı Syntia’nın istediği fidyeyi krallık hazinesinden karşılayamıyormuş, bu nedenle XXI. Prenses Pamuk bir türlü özgür bırakmıyormuş. XXI. Prenses Pamuk’un Ejder’i de meraklı gözlerle, düşüncelerle dolu bir kafayla oturup, oturup, oturup duruyormuş... Birden aklına bir fikir gelmiş.
Çevresine bakmış ejderha. Şatonun dışına, haritaya çizilmemiş olan adadan uzağa, bilinmeyen bir okyanusun ücra bir köşesinin çevresine doğru bakmış.. Sonra büyük bir telaşla şatonun kapısını açtığı gibi kanatlarını çırpmaya başlamış. Zaten romatizmalı olan kanatlarını ağır ağır çırparak denizin üzerinde süzülmeye başlamış. Amacı XXI. Prenses Pamuk’a ait her hangi bir şey, belki bir uçak, hiç olmazsa tanıdık bir koku bulmakmış... Bu umutla denizin üstünde uzuun uzuun süzülmüş, her tarafı kolaçan etmiş. Ve birden gözüne mavi, parlak bir kumaş parçası çarpmış...
Hemen denize doğru pike yapıp mavi kumaş parçasını kapmış. Bunun XXI. Prenses Pamuk’un şapkası olduğunu ve şapkanın içinde bir mesajın bulunduğunu anlar anlamaz en yakındaki buluta oturup XXI. Prenses Pamuk’un mektubunu açmış. Okumaya çalışmış ama bu biraz zormuş yani... Kağıt, şapka kumaşının suya dayanıklılığına karşın çok eskimiş ve üzerindeki yazılar biraz silinmişmiş çünkü.
‘Bir cadı...’ diye başlayıp yüksek sesle mektubu okumaya başlamış ejderha. Sonra kendi kendine konuşmaya başlamış. ‘Bir cadı, ha? Seni kaçırdı, ha? Bunu nasıl düşünemedim! Bekle bakalım XXI. Prenses Pamuk, geliyorum oraya!’
Üzerine oturduğu buluttan kalkıp kuzeye doğru uçmaya başlamış ejderha. Amacı XXI. Prenses Pamuk’u kaçıran cadıyı bulup onun yanında kötü bir ejderha gibi davranarak kızı satın almayı istemekmiş. Daha sonra da XXI. Prenses Pamuk’u kaptığı gibi, kaşla göz arasında, bir kaç saniye içersinde cadının yanından kaçacak, ortadan kaybolacak, tüyecekmiş...
Hemen bildiği bütün cadıları saymış. ‘Cadı Mirabel, cadı Miranda, cadı Ethel, cadı Syntia...’ ve daha bir sürüsünü saymış. Tanıdığı o kadar çok cadı varmış ki! Gençliğinde, henüz yavruyken bir sürü kötü işlere karışmışmış çünkü. Bu nedenle de bütün cadılarla ahbaplığı varmış eskiden. Tabii artık hiç birinin yüzüne bile bakmazmış ya, neyse...
Bulunduğu yere en yakın oturan cadı, cadı Miranda’ymış. Cadı Miranda biraz yaşlıca (aşağı yukarı üç yüz yaşındaymış) ve gerçekten kötü kalpli bir cadıymış. Kafası her bozulduğunda bir prensesi kaçırır ve kurbağa yaparmış. Eğer iyiden iyiye sinirlendiyse de yedi tane prensi yaban kuğusuna çevirirmiş. Ama şimdiye kadar sadece bir kez böyle birşey yapacak kadar sinirlenmişmiş...
Kapının çaldığını duymuş cadı Miranda. ‘Yoksa gelen postacı mı?’ diye düşünüp umutla kapıya koşmuş. Bir aydır elinde olan XVII. Rapunzel’in fidyesi için bekliyormuş postacıyı. Ama kapıda ejderhanın olduğunu görünce bütün umutları sönmüş.
‘Ne istiyorsun ejderha?’ diye sormuş aksi aksi.
‘Elinde hiç prenses var mı?’ diye sormuş ejderha. Sert ve soğukkanlı bir şekilde bakmış cadıya. Duvara dayanmış. Dayı dayı kamburunu çıkarmış. Bir yandan da gençliğinde bu cadıyla kimbilir kaç prensesi kaçırdığını düşünüp pişman olup duruyormuş...
‘Var, ama çoktan ayırtıldılar...’ demiş cadı. ‘Tabii daha yüksek bir fiyatla almak istersen sana bir kıyak geçerim...’
‘Yok, önemli değil..’ demiş ejderha. XXI. Prenses pamuk’un babasının fidyeyi çoktan ödemiş olduğunu düşünmüş çünkü.
‘Gözün kalmasın, gel bir bak içeri!’ demiş cadı. ‘Ben sana bir kahve koyayim...’
‘Yok, kahveye gerek yok!’ diye atılmış ejderha. Cadının o kahveyi kimbilir neleri kaynattığı kazanlarından birinde yapacağını biliyormuş çünkü. Ve XXI. Prenses Pamuk’u ararken mide sancılarıyla şatosuna dönmeyi de pek istemiyormuş yani...
‘Prensesler nerede?’
‘Şu anda bahçedeki ayrık otlarını topluyor olmalılar... Biliyorsun, kendim için çalıştırırım onları...’
‘Onları neden beslemiyorsun?’ diye sormuş ejderha merakla. ‘Siz cadılar onları kafese kapatıp besleyip yemez misiniz?’
‘Yamyam mıyım ben?!’ demiş cadı Miranda. ‘O eskidendi! Hem sen ne çabuk unutmuşsun bizim alışkanlıkları... Nerelerdeydin sen?’
‘Iıı... Başka bir cadıyla aşağı yukarı iki yüz yıldır çalışıyordum da...’ diye bir yalan uydurmuş ejderha.
‘Neyse... Bir daha satma beni, sensiz çok zor yakalanıyor prensesler..!’
Emin ol satmam seni... diye düşünmüş XXI. Prenses Pamuk’un Ejder’i içinden.
‘Artık cadılar çocuktan daha lezzetli yemeklerin olduğunu farketti. Şimdi sadece para için kaçırıyoruz insanları... Bir de sesleri, güzellikleri, saçları falan için...’ Süpürge gibi olan sapsarı saçlarını tutup göstermiş. ‘XVIII. Cinderella’nın... Yakışmış mı?’
‘Evet, evet..’ diye mırıldanmış ejderha. Bir yandan da XXI. Prenses Pamuk’un burada olmamasını umuyormuş. Böyle kötü bir cadının yanında kimbilir neler gelirmiş başına? Değil mi ama?
Cadı onu villasının avlusuna götürmüş. avluda on kadar prenses varmış. Hepsi de eskiden internet üzerinden ejderle konuşup onun bir ejderha olduğunu anlar anlamaz chat penceresini suratına kapatan prenseslerdenmiş. XXVIII. Cinderella, IXX. Uuyuyan Güzel, XVII. Rapunzel...
Ama hiç biri güzel gözükmüyormuş. Saçlarının rengi, güzelim elbiseleri, yüzlerindeki on kat makyajları ve pırıl pırıl takıları olmadığı için hepsi sıradan insanlara benzemişlermiş.
‘Aradığın burada mı?’ diye sormuş cadı.
‘Hayır...’ demiş ejderha. Aslında bütün bu prensesleri burada bırakmaya gönlü elvermiyormuş. Ama ejder ölmek gibi bir tehlikeyle karşı karşıya olmadıklarını, hatta biraz gerçek insan gibi yaşamalarının onlar için iyi olduğunu ve internet üzerinden yaptıkları yüzsüzlüklerin bir cezasının olması gerektiğini düşündüğü için bırakmış onları orada...
XXI. Prenses Pamuk’un babası parayı bir türlü göndermiyormuş. XXI. Prenses Pamuk bunun nedeninin cadı Syntia’nın fidye miktarını fazla tutması olduğunu biliyormuş. Ama parasal sıkışıklığının geçip geçmemesi pek umrunda olmadığı için cadıya fiyatı indirirse Kral’ın adamlarının parayı cici cici eline sayabileceklerini söylemiyormuş. Zaten onu kurtarmak için Ejder’inin geleceğinden o kadar eminmiş ki!
Cadı Syntia da, bir iksiri kaynattığı kazanının başında bu prensesi boşuna kaçırdığını düşünüp öfkeleniyormuş o sırada. Eğer bir kaç gün içersinde parayı göndermezlerse XXI. Prenses Pamuk’u kurbağaya çevirmeye karar vermiş...
Ejderha uçmuş, uçmuş, uçmuş... Diğer bütün cadılara uğramış, ama Rusya’nın iyice kuzeyinde oturan cadı Syntia’ya giderken artık hiç umut olmadığını düşünüp kendini bir ormana atmış. Günlerdir bir damla bile uyku uyumadığı için altında ezilen çalıların, ağaçların, dikenlerin ve kayaların rahatlığına karşı koyamadan hemen uykuya dalmış...
O sırada ‘Yoo...’ demiş kuzeydeki krallıktaki Kral, Kraliçenin yanında. (Kaçıncı kral olduğunu hep unuturmuş, kimse de hatırlamaya pek meraklı değilmiş) ‘Benim kızımın, Pamuk Prenses gibi cici bir insanın büyük büyük büyük büyük büyük torununun bir cadının elinde beklemesi kabul edilemez! Kafasını uçurun!’
‘Neyin?!’ demiş cellatlar şaşkınlıkla.
‘Kafasını uçurun işte!’ demiş kral.
‘Ama kocacığım... O laf Alis’deki Kupa Kraliçesi’nin lafıydı..’ demiş kraliçe fısıldayarak. Onca okurun önünde rezil etmek istemiyormuş kocasını, ama artık sıkılmaya da başlamışmış yani...
‘O zaman... o zaman..’ demiş Kral. ‘Parayı uçurun!’
‘Nasıl yapalım bunu?!’ demiş cellatlar. İyice şaşırmışlar.
‘Bir uçak bulup uçurun işte!’ demiş Kral.
Cellatlar da birbirlerine şaşkın şaşkın bakıp omuz silkerek sonunda toplanmış olan parayı ve bir uçağı havaya uçurmak üzere saraydan çıkmışlar... Tabii daha sonra, parayı uçurmadan hemen önce kraliçe onları bulup durdurmuş, ama uçakları çoktan havaya uçtuğu için yeni bir tane bulmak için beklemek zorunda kalmışlar...
‘Pıst! Kalksana! Birazdan burada olurlar!’
‘Ha? Ne?!’
‘İnsanlar. Birazdan burada olurlar... Yakalanmak istemiyorsan benimle gel! Yaralı mısın?’
‘Hayır, hayır.. Sadece uyuyordum...’
‘Uyuyor muydun? Ormanın içinde?’
‘N’olmuş uyuduysam..? Bu arada... Kimsin sen?’
‘Ben Ejderia’yım.’ demiş Ejder’in önündeki ejderha. Bu da Ejder gibi klişeleşmiş bir ejderha adıymış. Ama bir dişi ejderha adıymış... Ejder bunu farkeder farketmez gözlerini açmış. Altında yan yatmış olan ağaçların üzerinde doğrulmuş ve karşısındaki ejderhaya bakmış.
Bazı yerleri kırmızı kırmızı parlayan (uzun süredir ağzından ateş püskürtmediği ve bütün ateşler içinde biriktiği için olsa gerekmiş...) yeşil pullarla kaplı bir derisi olan, düzgün burun deliklerine sahip, kafasında bir o yana bir bu yana dağılmış on onbeş tane dikeni olan dişi bir ejderhaymış Ejderia. Dikenleri kuyruğunun ucuna kadar devam ediyormuş. İpincecik ve sipsivri pençeleri varmış. Kanatlarını biraz kambur tutuyormuş ve Rusya’ya özgü upuzuun boyuyla güpgüzel bir ejderhaymış bu... Ejder gözlerini bütün bunlardan alamıyormuş yani..! Sonra kendini toparlamış.
‘Şeyy... Merhaba...’
‘Gidelim mi?’ demiş Ejderia.
‘Peki.. Olur...’
Sonra Ejderia ile birlikte ormanın sonlarındaki bir dağa doğru uçmaya başlamış. Hayatında böyle güzel bir ejderhayla karşılaşmadığı için ne kadar mutlulukla dopdolu olsa da, XXI. Prenses Pamuk’un onu kurtarılmak için beklediğini düşünmeden de edemiyormuş... Zaten o kadar düşünceli gözüküyormuş ki Ejderia ona neden böyle düşünceli gözüktüğünü sormuş. Ejder ilk başta pek bir şeyin olmadığın söylese de, sonra Ejderia o kadar ısrar etmiş ki, konuşmaya başlamış...
‘Bir arkadaşım vardı... XXI. Prenses Pamuk’du adı... Belki duymuşsundur?’ diye mırıldanmış Ejder.
‘Evet, evet duydum... Hatta hemen komşu ülkede oturuyormuş galiba?’ diye cevap vermiş Ejderia.
‘İşte, onunla üç senedir falan internetten sohbet ediyorduk. Daha sonra benim şatomu bir ziyaret etmeye geldi, geri dönerken de bir cadı onu kaçırdı...’
‘Bir şaton mu var?’ diye sormuş Ejderia merakla. Sonra şatonun kaçırılan bir arkadaşın yanında biraz önemsiz bir konu olduğunu farkedip başka bir soru sormuş. ‘Hangi cadı olduğunu biliyor musun?’
‘Büyük bir ihtimal cadı Syntia olmalı...’ demiş Ejder.
‘Eğer prensesini kaçıran oysa, onu geri almak pek de kolay olmayacak...’ demiş Ejderia. ‘Çünkü daha önce kaçırdığı insanları kurtarmaya çalıştığımızı farkedip villasını sihirli, görünmez bir kalkanla örttü cadı Syntia. Görünmez kalkan şatosunun arazisini kaplıyor ve kalkandan içeri giren ejderhalar suya girmiş gibi oluyor...’
‘Ama onu kurtarmanın bir yolu mutlaka olmalı!’ diye atılmış ejderha. ‘Mutlaka olmalı, kesinlikle vardır, n’olur olsun!’ diye mırıldanmaya başlamış sonra.
Bir süre boyunca düşünmüşler. O sırada Ejderia kendilerine birer tencere kahve yapmış (kazanı yokmuş, pek zengin değilmiş çünkü...), oturduğu yanar dağın içine oyulmuş olan ocakta bir ateş yakmış ve bir yandan düşünmüş... Ejder de cadının eskiden ahbabı olan bir ejderhayı kabul edip edemeyeceğini merak ederek mağaradan dışarıyı izliyormuş. Gerçekten de az önce yatmış olduğu yere bir grup insanın geldiğini ve çevresine bakınmaya başladığını görmüş...
‘Bekle! Aklıma bir fikir geldi!’ demiş Ejderia. Ejderia bir anda konuşmaya başlayınca o kadar korkmuş ki ejderha, korkudan tenceresini düşürmüş. Ama Ejderia mağarasını kirlettiği için Ejder’e kızmamış. Hızlı hızlı konuşmaya devam etmiş... ‘Eğer bütün eski masallarda olduğu gibi yakışıklı bir prens bulursak ve onu XXI. Prenses Pamuk’u kurtarması için ikna edersek hem sen prensesine kavuşursun, hem de prenses giderayak bir prens bulmuş olur. Üstelik sarayına yanında bir prensle geldiği için Kral da ona kızmaz..!’
‘Mantıklı..!’ demiş ejderha. ‘Bana böyle bir fikir verdiğin için teşekkür ederim! Yakışıklı bir prens ararken benimle gelmek ister misin?’
‘Tabii ki!’ demiş Ejderia. Daha sonra ateşi hemen söndürüp (çünkü biraz daha fazla yanarsa dağ patlayabilirmiş..) gökyüzüne doğru uçmaya başlamışlar... Aradıkları yakışıklı prensi hemen bulamamışlar. Tabii, öyle her prens yüzünü bile görmediği bir prenses için hayatını tehlikeye atmazmış. Hele de prensesin tehlikede olduğunu iki ejderha gelip söylüyorsa, hiç bakmazmış bile onlara... Ama sonunda biri onların derdini anlamış ve XXI. Prenses Pamuk’u kurtarmaya karar vermiş...
Ejder de, Ejderia da onu çok sevmişler... Çok kafa bir tipmiş buldukları prens. Adı XVI. Prens Kurbağa’ymış. Bu prens mavi ve bir ejderhanın kafasındaki boynuzlarla aynı biçime soktuğu saçlarından da anlaşıldığı gibi punkçı bir prensmiş. Babası onun böyle takılmasından ne kadar hoşlanmasa da, prens kulağına sekiz tane küpesini, prenslere yaraşır kıyafetlerinin üzerine zincirlerini takarmış. Koluna da bir tane ejderha dövmesi yaptırdığından beri saraydan çıkma yasağı varmış...
Sarayından dışarı çıkamadığı ve chat yapmaktan sıkıldığı için de diğer prens ve prenseslerin aksine kitap okumayı, romanlara dalmayı da çok severmiş, masal gibi gelirmiş hepsi ona. Ve on dokuz yıldır yaşadığı sıkıcı krallık yaşamından o kadar sıkılmışmış ki, ejderhaların dediklerini duyar duymaz büyük bir istekle kapatıldığı kuleden Ejder’in kanadına tırmanıp onlarla beraber cadı Syntia’yı yakalamak üzere uçmaya başlamış...
Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe dümdüz, altı ay bir güz gitmişler, bir de arkalarına bakmışlar ki bir arpa boyu yol gitmişler... Yine kalkıp gitmiş, gitmiş, gitmiş, gide gide gitmişler. Sonunda şaşırmışlar ayları yılları, Görünmüş Çinimaçin padişahının bağları. Girmişler birine; değirmencinin biri değirmen çevirir, yanında bir de kedisi gerinir... O kedideki göz, o kedideki kaş, o kedideki burun, o kedideki ağız, o kedideki el, o kedideki ayak, o kedideki boy, o kedideki boğaz, o kedideki kulak, o kedideki yüz, o kedideki saç, o kedideki kuyruk...
Bir kedideki saç, bir kedideki kuyruk, bir de bizimkilerin yolu çok uzunmuş, çıkmışlar tekrar yola. Varmışlar sora sora Bağdat’a, gelmişler geniş bir avluya, durdurak demeden devam etmişler masala...
:: esin...
Gönderen: ayşegül engin / istanbul
19 Ekim 2003
sakın vazgeçme:)
Söyleyeceklerim var! Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?
Yazıları
yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz
ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız,
yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.
Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın .
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın .
. . .
Etkilendiği Yazarlar:
Gördüğüm, tanıdığım, hayal ettiğim, yapıtını okuduğum herkes.
bu
yazının yer aldığı
kütüphaneler