İnsan gülümsemeyle gözyaşı arasında gidip gelen bir sarkaçtır. -Byron |
|
||||||||||
|
"Sakin olun, paniğe kapılmayın, yaklaşsın, iyice yaklaşsın." Birkaç saniye geçmemişti ki tankın kule kapağını açan bir onbaşı da bağırdı: "Ne yapalım komutanım harekete geçelim mi.." Paniğe kapılan askerleri uyarmak zorunda kaldı. Bağırdı: "Askerler sakin olun dedim, biraz daha yaklaşsın, onbaşı uçaksavarı hedeften ayırma. Turgut Çavuş sen de adamlarını hazırla, az zamanımız kaldı, aman dikkatli olun, mümkün olduğu kadar az zayiatla atlatalım çocuklar" Eller, gözler hedefe kilitlendi. Komutan tecbrübeliydi, askerlerini sakinleştirirken duruma hakim oldu. Emin olduktan avazı çıktığı kadar bağırdı, haykırıyordu: "Askeler şimdi sıra sizde...Çanakkale de Yemen de gösterdiğiniz kahramanlığı şimdi yeniden gösterme zamanı. Viyanayı unutmayın, Rodosu hatırlayın. Bizler doğduğumuz anda o şehadet şerbetini içtik. Haydi bakayım, gazamız mübarek olsun. Haydi durdurun şu hedefi, Çanakkale aslanları. " Tankın uçaksavarı hedefin tam üstündeyken, altı piyade askeri tüm cesaretiyle, tüfekleriyle aniden hedefin önüne fırladı. Hedef durmak zorunda kaldı. Kaçacak saklanacak başka bir şansı da artık yoktu. Tam zamanında cesurca verilen bir karardı. G.o.paşa, Beyazıt hattı yolcu minibüsü ani bir fren ile durdu. Askerler minibüs’ün etrafını sararken bir onbaşı minibüs’ün kapısını açarak sertçe bağırdı: "Kimse kıpraşmasın lan şerefsizler, eller yukarı kadınlar hariç erkekler hepsi aşağıya insin. Yoksa fena olur lan...Sen oğlum artist misin lan ne diye ters ters bakıyon inin lan, aşağı... " 12 eylül askeri darbesi henüz bir haftalık sürecindeydi. Edirnekapı girişinde ki tarihi roma surlar önünde bir tank, bir piyade zırhlı aracı komutan Hamdi başçavuş idaresinde konuşlanmıştı. Muhtemel komünistler, düşman adayları her yerde aranıyordu. Ülke zor günler geçiriyordu. Ülkenin her bölgesinde olduğu gibi İstanbulda da birçok önemli hassas noktalar tankçı, topçu, piyade, komanda taburları ile kontrol altına alınmıştı. Minibüsten inen yolcular paldır küldür dipçiklerle minibüsün ön sırasına dizildi. Çavuş haykırmıştı. "Eller yukarı, kimlikleri çıkarın, kımıldamayın, hareket yapmayın. Lan ihtiyar çabuk ol . Ulan sakallı şimdi senin geçmişini lan ."diye bağırıyordu. Kimlik cüzdanlarını bir asker toplarken diğerleri de üst aramasına başladı. Birlik komutanı olan Hamdi başçavuş bir taraftan göbeğini palaskası ile zaptetmeye çalışırken yolculara doğru yaklaştı. Askerin getirdiği cüzdanlara bakıp kontrolünü yaparken sordu: "Birşey çıktı mı?" Çavuş yine haykırıyordu: "Çıkmadı komutanım!" Canı sıkılmıştı. Bu kaçıncı minibüstü, üstelik hala bir şey çıkmıyordu. Bu işte bir tuhaflık vardı. Bir şeylerin çıkması gerekiyordu. Bir şeylerin çıkmadığı bir yerde mutlaka bir şeyler vardı. Mesleki tecrübesinden bunu iyi biliyordu. Asker adam yanılmazdı bunu da çok iyi biliyordu... Kızgınlıkla tekrar bağırdı: "Yüzünüzü dönün ulan, pezevenkler..." Yedi yolcu aynı anda aynı hızla dönünce askerler şaşırdı. Yolcular da asker çevikliği ile hareket ediyordu.Yolcuların suratına teker teker dikkatli bir şekilde bakarak izlemeye başladı. Gözler yalan söylemezdi, ataları küçükken ona nasihat etmişti. İnsanın içi neyse, dışı da o’dur demişlerdi. İki ihtiyar yolcunun ayakları titriyordu. Saçı sakalı birbirine karışmış, perişan yüzlü adamlar belki de korkudan altlarına kaçıracaktı. Tetikte bekleyen askerler başta olmak üzere yolcuların bakışları Hamdi başçavuş’un üzerindeydi. O bu bakışların farkındaydı. Sorumluluğun ve kudretinin ilahi gücünü ense kökünde hissederken, yolculara biraz daha yaklaşıp baktı. Sağ baştan başlayarak tek tek yüzleri, gözleri ve ayakları dikkatlice süzdü. Herkesi keskin gözleriyle tarıyordu. Titreyen iki ihtiyarın üstü başı perişandı, üstelik ayakkabıları yırtıktı. Bir tanesinin topuğu dahi yoktu. Bu da onların sıradan, basit bir iyi vatandaş olduğunun belirtisiydi. Üstelik beygir gibi kokan bu iki ihtiyarın kokuları komutanın hassas burnunu rahatsız etti. Bu koku da onların sefil, zararsız kişiler olduğunun işareti sayılırdı. Üstelik ayaklarının zangır zangır titremesi devletten, otoritenin gücünden çekindikleri izlenimi veriyordu. Özellikleri yeniden değerlendirirken, iki ihtiyarı geçti. Esas duruşta bekleyen dört yolcunun önünde durdu. Bu adamlar sivil değil de sanki askeri tören mangasının erleri gibi duruyordu. Ayaklar bitişik nizamda iken, eller bacaklara sıkı bir biçimde yapışmıştı. Başlar dik vaziyette, gözler komutanda, adeta "Emredin efendim, sayın komutanım" dercesine bakıyordu dört adam. Bu davranış şekli hoşuna gitti. Bunlar iyi insandı bunlar gerçek Türk vatandaşlarıydı. Ama o sefil adam neden titriyordu. "Hey moruk ne var o torbanın içinde söyle bakayım ama sakın yalan söyleme. Sonra fena olur anladın değilmi koçum benim. Hadi bana doğruyu söyle, söz veriyorum, doğruyu söylersen sana bir şey yapmayacağım. Ne olur doğruyu söyle bana" diye onu uyarmak zorunda kalıyordu Hamdi başçavuş. Cevap vermek isteyen yolcunun her tarafı daha çok titremeye başladı. Çenesi dişleri takır takır vuruyordu. Komutan askerlerine döndü. Bu yoksa sakın?.. "Vallahi, billahi sayın komutanım bir şey yok, yalan söylüyorsam şerefsizim. Gedikpaşada bir ayakkabıcıda çalışıyorum, torbada öğle yemeği için sefer tasları var. Hanım dün akşamdan kalan biber dolması ile makarnayı koymuş...Koyma hanım dedim ama beni dinlemedi. O gene koydu. Benim hiç bir suçum günahım yok." "Çavuş bak şunlara içinde ne var. imdi anlarız, ne dolmasıymış? Çavuşun öne fırlaması, torbaya bakması için bir saniyelik bir süre yetti: "Evet komutanım doğru söylüyor, yeşil biber dolmasıyla, yoğurtlu makarna, bir de yarım ekmek var, torbada" Dört yolcuyu geçti. Son yolcunun önünde durduğunda, suratı birden asıldı. Bu genç adamın duruşu farklıydı. Ağzında sakız ve ya şekerleme gibi birşey vardı. Eller, ayaklar serbest lakayıt bir şekilde havaya bakıyordu bu adam. Kot pantolonu, spor ayakkabısı vardı. Hiç korkmuşa benzemiyordu bu genç yolcu. Asi ve dik kafalı bir insan görüntüsü vardı. Ne yapıyordu bu adam. Burnuna şüphe kokuları gelmeye başladı. Genç adamın kılık kıyafeti çok düzgündü. "Ne iş yapıyorsun sen?" diye sertçe sordu. Genç adam bu kez de iki elini arkasına kavrayarak hiç umursamıyormuş havasıyla cevapladı: "Öğrenciyim. Üniversite. Şey diyecektim" Komutanın keskin gözleriyle karşılaşan , genç adam birden korktu konuşamadı. Gözlerden alev fışkırıyordu. Sanki beyin kanaması geçiriyordu, hiddetle haykırdı: "Askerler alın bu haini çabuk olun." Dört beş asker hızla koşarak öğrenciyi tuttuktan sonra paldır küldür dipçiklerle vurarak sürüklemeye başladı.Bir ihtiyar korkudan bayılırken, minibüs şoförü ağlıyordu.Şoför: "Komutanım, sayın komutanım bende ondan şüphelenmiştim, siz çevirmeseydiniz vallahi billahi ben ihbar edecektim." diyordu. Öğrenci de bağırıyordu: "Ne oldu ya ne yaptım ben size, suçum ne benim?" Öğrenciyi karga tulumba askeri araca bindirdiler. Komutan asi yolcuyu izliyordu. Rahatlamıştı. Nihayet şüpheli bir durumu ortaya çıkarmıştı. Vatan haini namussuz terörist aklı sıra minibüs yolcusu kamuflajı ile rahatça kendisini gizleyerek sabotajlarını kolaylıkla yapacağını zannetmişti. Şimdi merkezde foyası meydana çıkacaktı. Metris kışlasında onu bülbül gibi, saksağan gibi öttüreceklerdi. Artık kutsal vatan topraklarında bir hain daha temizlenecekti. Düşünüyordu. Üç arama mevzisini yarıpta nasıl buralara gelmişti bu hain. Halbuki beşyüz evler çıkışında ki mevzide obüs bölüğü vardı. Bölüğün komutanı Cafer başçavuş Kore’de savaşmış bir kahramandı. Bu namussuz yolcuyu nasıl gözden kaçırmıştı. Diyelim Cafer başçavuş artık iyice yaşlanmıştı. Top seslerinden belki kulakları duymuyor, yaşlılıktan belki gözleri de cavlamıyordu. Peki ikinci cephe komutanı Rami yolu sorumlusu piyade teğmen Nevzat’ın gözünden nasıl kaçmıştı acaba?..Belki de çömezliğinden, bu işteki tecrübesizliğinden olabilirdi. Ama Hamdi başçavuş varken bu cephe geçilmezdi. Tank bölüğü komutanı az da olsa, birazcıkta olsa gururlanmayı haketmişti. Askeri reo aracı son sürat düşman adayını Metris kışlasına doğru götürürken gözleri hala öğrencinin üstündeydi. "Komutanım şüpheli bir kişi bu tarafa doğru hızla geliyor." Çavuş bağırmıştı. Neler oluyordu.?..Çavuş’un haykırması ile arkasını döndü. Bir tank kulesi de aynı yöne dönerken diğer askerler de tüfeklerini gelen hedefe doğru çevirmişti. Bir adam ellerini havaya kaldırmış, karşı caddeden koşarak geliyordu. "Komutanım, komutanım" Bağıran adamın yüzü de gülüyordu.Bugün neler oluyordu. Hepsi birbirine bakıyordu. Kimdi bu adam?.. Çavuş hırsla bağırdı: "Dur ulan olduğun yerde, sakın yaklaşma, kımıldama olduğun yerde kal!" Adam anında durdu. Selam çakarak yüksek sesle haykırıyordu: "Komutanım ben Niyazi. Niyazi Kılkuyruk. Hamdi başçavuşum benim, beni tanımadınız mı?.." Kendisine ismiyle hitap eden sivile hayretle baktı. Askerler emir bekliyordu.Tereddüte düştü. Bir düşman saldırısı olsa şimdiye kadar yapılırdı. Tek başına gelen bu adamın herhangi bir desteği yoktu. Üstelik kendisini tanıyordu. İyice meraklandı, emir verdi: "Bırakın gelsin, önce üstünü sıkı bir şekilde arayın, aman dikkatli olun çocuklar..." İki asker gelen adamı sıkı bir şekilde aradı. Adam komutanın elini öpmek için eğilip kolunu kavramaya çalışırken bir yandan heyecanla tekrar haykırarak konuşmaya başladı: "Komutanım, komutanım verin şu mübarek elinizi öpeyim" Elini şapur şupur öpen sivile bakarken kim bu yahu Allah Allah nerden çıktı diye düşündü...Güçlükle elini kurtardı: "Tamam, tamam kimsin sen hop, kendini tanıt bakayım." Kısa boylu, esmer, zayıf, kaytan bıyıklı, karga suratlı, adamın gözleri gülüyordu. İki elini dua edercesine açtı: "Şükürler olsun kavuşturana, Hamdi başçavuşum, komutanım ben emireriniz Niyazi Kılkuyruk. Beni tanımadız mı? Niyazi, Edirneli Niyazi." Yıllardır binlerce askeri yöneten Hamdi başçavuş düşündü fakat Niyazi ismi ona birşey hatırlatmıyordu: "Hangi Niyazi kardeşim nerden geldin, nereye gidiyorsun, askerliğini nerede yaptın?.." "Komutanım Kıbrıs’ta hatırlamıyor musunuz. Çıkartmada ben de vardım. 5. tank bölüğü, Edirneli Niyazi. Postallarınızı ben boyardım, çift cila çeker, yarım saatte kadifelerdim. Niyazi işte, hatta size Tekirdağ köftesi bile yapmıştım ya..".Sustu, gülümseyerek baktı. Sonunda hatırladı. Niyazi en iyi askerlerinden birisiydi. Postalları öyle bir boyardı ki, diğer subay ve astsubaylar Hamdi başçavuşun ayaklarına gıpta ile bakardı. Üstelik çok iyi tekmil verirdi. Her görevi fazlasıyla yapardı. Biraz yağcı ve yalaka bir askerdi ama diğer özellikleri bunları da kapatırdı, hem de fazlasıyla. Kısa bir süre de olsa, geçmiş gözlerinde canlandı. Asık suratı biraz yumuşadı. Kendisini biraz zorlayarak gülümsemeye çalıştı. Bu meslekte gülmek sakıncalı bir iş olduğundan, yıllardır gülmeyi unutmuştu. Bu nedenle olacak ki yüz kasları gülümseme işlemini zor yapıyordu. Gülümserken biraz acı çekiyordu: "Vay Niyazi naber lan, bu ne hal ulan at hırsızı gibi olmuşsun.Seni gidi pezevenk seni" Eski askerine yumuşak bir ses tonu ile cevap verdi. Niyazi sevincinden çıldıracak gibi olmuştu. Evet, evet komutanı onu kesinlikle hatırlamıştı. Mutluluktan hızla konuşurken, ağzından çıkan kelimeler de ortalığı makineli tüfek gibi takır takır tarıyordu.. "Komutanım minibüsle geçerken gördüm tankları, işte 66, aha işte 67. Hele sizi görünce gözlerim daha çok yaşardı. Vatan sizin sayenizde kurtuldu komutanım. Bin sene düşünsem aklıma gelmezdi vallahi. Kıbrısa çıkartma yaptığımız tankları İstanbulda göreceğim, hele hele nerdeyse kendi mahallemde göreceğim bin sene düşünsem aklıma gelmezdi. Vallahi hayret komutanım. Verin şu mübarek elinizi bir kere daha öpeyim ne olur." Bu kez elini uzatmadı. Tekrar asık suratına büründü: "Neyse Niyazi benim de aklıma gelmezdi Kıbrıstan sonra İstanbul’a da çıkartma yapacağımız ama hayatta herşey olurmuş derler neyse Niyazi sen şimdi ne yapıyorsun?" Tank personeli ve diğer askerler komutan ile diğer sivilin konuşmasını izlerken hala aynı ciddiyette ve tetikte bekliyordu. "Ne yapalım komutanım askerden geldikten sonra ufak tefek işlere girdik fakat hala dikiş tutturamadık, keşke ölene kadar asker olarak kalsaydım... Üstelik bu zor günlerde vatan savunmasında ben de yer alırdım. Şu tanklar şu paletler hala rüyalarıma giriyor komutanım. Terhis olduktan sonra inanın tüyleri yolunmuş tavuk misali perişan oldum. Yapacağım birşey var mı? Ben de yardımcı olayım. Ne olur bana da bir görev verin komutanım." Niyazinin duygusal konuşmasından biraz etkilenmişti. Gerçekten o iyi bir askerdi.Bir elini omuzuna koydu: "Sen görevini yaptın Niyazi koçum. Ama savaşın gidişatı ne olur belli değil. Eğer ilerki günlerde sivil milislere ya da mücahitlere ihtiyaç duyarsak seni hemen alırım, merak etme aslanım tamam mı? Sen şimdi işine git, bizim de işimiz gücümüz var tamam mı aslanım, hadi güle güle bakayım" Hamdi başçavuşun babacan konuşması, eski askerin hüzünlenmesine, gözlerinin yaşarmasına sebep oldu. Gözyaşları seller gibi boşalıyordu. Bu kez eğilip komutanın ayaklarına yapıştı. İki eliyle bir çocuk gibi bacaklara sarıldı. Feryat ediyordu: "Söz değil mi komutanım?.. Söz verin beni de çağıracaksınız. Bari müsade edin size akşam Tekirdağ köftesi yapayım, yiyin acıkmışınızdır. Burdasınız değil mi komutanım ne olur en azından size köfteleri getireyim" Eski asker hıçkırıyordu. Bir sevgili gibi sarıldığı bacakları hala bırakmak istemiyordu.. Manzarayı izleyen askerlerden çok komutan şaşırmıştı. Tam bir belaya çattığını düşündü. Zorlukla da olsa Niyazi’nin ellerini bacaklarından çözerek ayağa kaldırdı. "Tamam Niyazi getirirsin köfteyi, yalnız akşam üstü biraz işimiz var. Taksim meydanına çıkartma harekatı yapacağız. Destek kuvvetlerini bekliyorum. Biliyorsun düşman kuvvetlerinin, solcu komünistlerin merkezi olan bir yer orası, işimiz biraz zor olacak. Sen yarın gene bu saatlerde gel köfteleri de getir yeriz. Hadi şimdi git Niyazi." Komutanın anlattıklarının ciddiyeti eski asker yeni sivil Niyazi’yi biraz kendine getirmiş duygusallığından arındırmıştı: "Demek durum ciddi komutanım öyle mi. demek durum çok ciddi..." derken göz yaşlarını ceketinin koluyla sildi. Komutan da aynı ses tonu ile durumun ciddiyetini hissettiriyordu: "Evet Niyazi inşallah deniz kuvvetlerinden de destek gelirse harekatı çabuk bitiririz. İki fırkateyn ile bir denizaltı şimdi Beşiktaş sahilinde bekliyor bakalım. Haydi Niyazi şimdi sana güle güle bakayım." Niyazi hala gitmek istemiyordu.Ülkenin bu zor günlerinde gölgede kalmak istemediğinden eski sert çakı asker Niyaziyi anımsatan bir selam verdikten sonra bağırdı: "Vatan Sağolsuunn Komutanım..!!" "Dostlar Sağolsuuunnn Niyazi..!" Karşılıklı verilen tekmiller öyle ses çıkarmıştı ki adeta gök gürlemesi yankısı yarattı. Elektirik direğinin tepesindeki iki karga panikle nereye uçacağını şaşırırken önlerinden geçmekte olan bir sokak köpeği ise korkudan kuyruğunu bacaklarının arasına alırken kaçıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © şenol durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |