Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner |
|
||||||||||
|
O yılın ocak ayında yaşanan olayı o sırada dışarıda olanlardan başka kimse görmemişti. O şanslı, belki de şanssız, azınlıktan biri de bendim elbette. 13 Ocak 1996 yılının öğle saatlerinde ne olduğu konusuna gelmeden önce, o yıl Erzurum’un yoğun bir kar yağışı altında olduğunu belirtmem gerek. Çünkü, Erzurum’a kış mevsiminde sadece kar yağardı. Gökyüzünü kara kara bulutların sardığı ve lapa lapa yağan karların altında Erzurum, bir inci kutusunun yere düştüğünde oluşan görüntüye sahipti. Şanslı azınlık (Ya da şanssız azınlık) o gün, 13 Ocak Cuma günü, Şehitler Mahallesinde, gökyüzünün kara kara bulutlarla kaplandığı, kar yağışının fırtınaya döndüğü öğle vakti, sadece bir evin üzerine yağmur yağdığını gördü. Olaya şahit olanlar, rüzgarla birlikte yağan karın sadece bir evin üzerine düşmediğini hayretle izliyorlardı. Bu doğaüstü olay, kar yağmayan evin çatısına solucanlı yağmurun yağdığının görülmesiyle iyice tuhaf bir hal almıştı. Evin çatısından gökyüzünü dikine kesen ve görünmeyen bir set varmış gibiydi. Bu set o yoğun kar yağışını durduruyor ve sadece evin çatısına yağmur bırakan o garip hava olayını o ana şahitlik edenlerin gözüne gözüne sokuyordu. Ev sahibi Hacı Kerim Aslan, oğlu ve eşiyle o evde yaşamaktaydı. Evde yaşayanların bu tuhaf hava olayından haberdar olup olmadığını kimse bilmiyordu. Bu doğaüstü hava olayını kimse kimseye alenen anlatmıyordu. Fakat o gün yaşanan hava olayı kulaktan kulağa yayılıyor ve çeşitli söylentilerin ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Kimileri, bu olayı bir lanet olarak düşünüyor, kimileri bu olayın Hacı Kerim’in yüzünden olduğunu düşünüyordu. Çünkü, Hacı Kerim’in eskiden cinci hoca olduğunu herkes biliyordu. Bazılarıysa bu olayın orada yatan şehit cenazesinden dolayı olduğunu düşünüyordu. Hacı Kerim’in evinin altında yatır olduğu söylentisi yıllardır konuşuluyordu. Her şeye rağmen olayın aslı elbette bunlarla açıklanamazdı. Tabi olayın gerçekliğini bilen sadece Kur’an kursuna giden çocuklardı. Hacı Kerim’in oğlu çocukların isimlendiremedikleri ve korktukları bir güce sahipti. Onun adı Aslan Aslan’dı. Aslan’dan korkan çocuklar onunla yüzleşmek yerine ona karşı besledikleri nefreti başka şekillerde ifade ederlerdi. Mesela Camide bulunan rahlelerden birinin üzerinde aynen şöyle yazıyordu ‘Aslan Aslan Altını Islatan.’ *** Caminin içerisinden, Kur’an öğrenen çocukların Elif-Be sesleri ve Cami Hocasının yanlış okuyanları uyarma sesleri Cami avlusuna kadar geliyordu. Avludan bulunan biri bu sesleri arı kovanından çıkan seslere benzetebilirdi. Çocuklar rahlelerin önünde ileri geri sallanarak Kur’an öğreniyorlardı. Geçtiği sureyi ezberleyenler neşe içerisinde ezberini yapmaya devam eden diğer çocuklarla şakalaşıyorlardı. Aslan ise dizlerinin üzerinde dimdik oturmuş, papatyaların içerisindeki yaprakları dökülen bir çiçeği andırıyordu. Kısa saçlı, zayıf, yüzü gözü temiz bir çocuktu. Oradaki tek kısa saçlı çocuk olmasına rağmen saçının koyu siyah tonu dikkat çekiyordu. Aslan, Elif-Be okuyan çocukların arasında kıpırdamadan durmaya devam ediyor, çıkan sesler sanki bedenine çarpıyor ve geri dönüyordu. Dikkat bozukluğu olan, kurstaki tüm çocukların dışladığı ve korktuğu biriydi. Aslında korkulacak biriydi de… Çocuklar hocanın ara vermesi için sabırla beklemekteydi. Diğer taraftan Aslan… O dersini tek okuyuşta ezberlemişti. Diğer çocuklar Aslan’ı biraz da bundan dolayı sevmezdi. Ezber kabiliyeti mükemmeldi. Bir günde Kur’an okumaya çıkmıştı. Diğer çocuklar en az bir aya ezbere çıkıyorken hem de… Hoca bir bir ezberleri dinliyor, çocuklar heyecanla ve göz kapaklarını hızlı hızlı açıp kapayarak sureleri okuyordu. Ezberinde takılanlar Cami hocasının elindeki çubuğu yere vurmasıyla ezberini başa alıyordu. Tabi arada Nadim Hocaya ezber yutturmaya çalışan sivri zekalı çocuklar da oluyordu. Nadim Hoca onlarca çocuğun ezberini dinlerken, bu sivri zekalıların yanlışlarını bir makinanın çürük ya da ezik elmayı ayıkladığı gibi ayıklıyor ve önündeki çocuk sırasının en arkasına gönderiyordu. Hoca bir ara başını ağır ağır kaldırdı ve mahmur gözleriyle duvardaki saate baktı. Tam o esnada saat on bire gelmişti. Duvar saati tam on bir kere gonkladı. Nadim Hoca çubuğunu üç kere yere vurdu. Bu onun ders arasına girdiğini belirten zil sesiydi. Çocuklar büyük bir hızla ve heyecanla yerlerinden kalktılar ve caminin rengârenk çiçeklerle kaplı bahçesine uçuştular. Çocuklar birdirbir oynuyor ve neşeyle ders arasının tadını çıkarıyordu. O sırada Aslan caminin açık penceresinden onlara bakıyordu. İçerisi dışarıya nazaran biraz daha serindi. Nedim Hoca ‘Sen niye çıkmadın? Az sonra içeri gireceksiniz. Hadi dışarıya.’ Dedi. Kerim yavaşça yerinden kalktı. Bir an duraksadı ve dışarı çıkmak istemedi. Hoca bunu fark etti ve başıyla dışarıya çıkmasını işaret etti. Aslan Caminin dışına çıkar çıkmaz oyun oynayan çocuklar birer birer oyunlarına ara vermeye başladı. Sanki bir göktaşı Dünyay’ya yaklaşıyordu ve herkes o ana tanıklık ediyor gibiydi. Hepsi dönmüş ona bakıyordu. Aslan donuk gözlerle ve bir şeyden haberi yokmuşçasına öylece dikiliyordu. Ardından kısa kahkahalar, gülüşmeler oldu. Aslan pantolonundaki soğukluğu ve ıslaklığı fark ettiğinde artık her şey için çok geç olmuştu. *** Aslan Aslan’ın tuhaflıkları herkes tarafından biliniyordu. Onun adı konulmamış gizli ve etkileyici gücünün olduğu biliniyordu. Aslan Aslan benliğinin gücüyle bazı şeyleri ittirebiliyor ve daha fazlasını yapabiliyordu. Bunları yapabilmesi için öfkeli olması yeterliydi. İlkokul öğretmeni onun bu gücünün farkına varan ilk kişiydi. Tanıdığı birkaç doktorla bu konu hakkında konuşmuş ve saçmalıktan başka bir şey olmadığı yanıtını aldığı için bir şey yapamamıştı. Aslan’ın öğretmeni bu konuyu merak ettiği için doktor olan bir arkadaşının aracılığıyla Nöroloji doktoru olan başka bir doktorlar görüşmeye gitmişi. Doktor Öğretmen Kemal’e ‘Bu anlattığınız şeyin tıpta ya da bilimde bir yeri yok. Doğaüstü güçler ispatlanmış bir şey değil. Yani henüz değil…’ demişti. *** Aslan Aslan ile dalga geçme cesaretini gösteren ilk kişi Emir İşçi adında fırlama bir çocuktu. ‘Altınaa işemişş. Altınaa İşemişş.’ Emir’in sesi Cami avlusunda yerden seken bir taş gibi kulaktan kulağa çalınmaya başladı. Ömer Akın elini ağzına bastırmasına rağmen kahkahasına engel olamadı. Diğer çocuklar da Emir ve Ömer’den cesaret almışlardı ve kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Aslan, orada bulunan her çocuğa karşı nefretle ve sinirle baktı. Zaman geçtikçe kahkaha sesleri artıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, alaycı laf sokmalar artıyordu. O kargaşa içerisinde bir çocuk ‘İp bağla.’ Diye haykırdı. Aslan, dışarda kendisiyle dalga geçen çocuk kalabalığının içerisinde, terler döküyor, ne yapacağını bilmez bir halde bir heykel gibi duruyordu. Hareket etme kabiliyetini kaybetmiş gibi hissediyordu. Bir şoka girmişti ve beyni onunla olan irtibatını koparmıştı. Aslan, paçalarından damlayan sidiğin farkında değildi. Başı dönmeye başladı. Kulaklarında uğuldamalar başlamıştı. Gözlerinin önünde tanımlayamadığı gölgeler beliriyordu. Henüz on iki yaşındaydı ve küçük düşürücü birçok olay yaşamıştı. Bu durum onun küçük ve çelimsiz bedeninden belli oluyordu. Babası Hacı Kerim, katı ve eli sopalı bir babaydı. ‘Bahçeyi sulamaya mı çıktın?’ diyerek yerlere yatana kadar gülen çocuk Remzi Güneş’ti. Orada şen kahkahalarla alay eden her çocuk, bu yaşta bir çocuğun çişini tutamamasını iğrenç ve komik buluyordu. Aslan Aslan hala ayakta dikiliyor ve ne yapacağını kestiremiyordu. Boş gözlerle çevresine biriken çocuk kalabalığına bakıyordu. Gözleri dolu dolu olmuş bir haldeydi. ‘Altını ıslatmışsın!’ diye bağırdı Ömer. ‘Görmüyor musun çiş kafalı?’ Aslan, ağır çekimde başını aşağıya eğdi. Gözlerine biriken yaşlar usulca yanaklarından kayıp yere damladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Başını kaldıramıyor ve çok utandığı her halinden belli oluyordu. Aslan’ın o aciz haline acıyan kimse yoktu. Aksine kahkahalar, aşağılamalar her saniye giderek artıyordu. Çocuklardan kimi işaret parmağıyla Aslan’ı göstererek yerlere yatana kadar gülüyor, kimi gülmekten yaşaran gözlerini siliyordu. Derken hep bir ağızdan bağırmaya başladılar. ‘Çiş kafalı. Çiş kafalı. Çiş kafalı.’ Emir bir taraftar gurubunun amigosu gibi diğerleriyle birlikte bağırıyordu. Aslında o da diğerleri gibi sadece bir çocuktu ve Aslan’ın düştüğü durumu idrak edecek kadar ince ruhlu değillerdi. Hepsi bu olaya bir çeşit eğlence gözüyle bakıyor ve gerçekten de eğleniyorlardı. Hiçbiri yaptığı kötülüğün farkında değildi. Aslan, bir ara girdiği şoktan çıkar gibi oldu ve yürümeye başladı. Tam da karşısındaki eğlence patlaması yaşayan çocukların üzerine doğru yürüyordu. Gözlerinde yaş ve nefret ardı. Ellerini yumruk yapmış iki yanında birer savaşçı topuzu gibi taşıyordu. Ansızın çatlama sesleri duyuldu. Caminin giriş katındaki camlar ‘Puf!’ sesi çıkararak etrafa saçıldı. Çocuklar sanki kapatma düğmesine basılmış makinalar gibi bir anda seslerini kestiler. *** Çocukluk yıllarımı düşünürken beni en çok şaşırtan şeyin bu olduğunu söyleyebilirim. Camların ‘Puf!’ sesi çıkararak etrafa saçılması aklıma kazınan en net ve korkunç çocukluk anılarımdan biriydi. Oysa, diğer çocuklar ve ben Aslan’ın karanlık yönünden korkardık. Yine de onunla alay etmekten, lakap takmaktan geri durmazdık. Onu en iyi anlatan lakap hiç kuşkusuz Üç Numaraydı. Babası saçlarını her zaman ya sıfır ya da üç numara kestirirdi. Aslan’a takılmanın bu kadar cazip olmasının asıl sebebi aslında onun bize zarar verebileceğini düşünmememizden kaynaklanıyordu. Evet, ondan korkuyorduk ama bize bir şey yapmayacağından o kadar emindik ki şakalarımızın dozunu her geçen gün artırıyorduk. Ama bir köpeği kızdırıp onunla eğleniyorsan bir gün köpeğin de seni ısırabileceğini asla unutmamalısın. Biz o köpeğin bizi ısıracağını hatta yakacağını asla tahmin bile edemezdik. *** Yıllar sonra yaptığım araştırmalar, Aslan Aslan’ın gücünün kaynağının bir travmaya bağlı olabileceğini gösteriyordu. Bu travmanın en büyük sebebi de çocukluk arkadaşları olarak bizlerdik. Diğer travma ise hiç kuşkusuz babası Hacı Kerim’in acımasız dayaklarıydı. Aslan’ın altına kaçırması ailesi tarafından umursanmıyordu. Çocuğu bir psikoloğa falan götürdüklerini hiç duymadık. Ergenlikten sonra dahi bu sorununun devam ettiğini biliyorum. Yaşasaydılar diğer arkadaşları da belki bileceklerdi. *** Çocuklar, Nadim Hocanın dışarıya çıkmasıyla kaçacak delik aradılar. Başlarına gelecek şeyin farkındaydılar. Nadim Hoca Aslan’a ellerini açmasını söyledi. Nefretle ona bakıyor ve elindeki sopayı Aslan’ın ellerine indiriyordu. Aslan, elleri betondanmış gibi hiç oynatmadan işkencenin bitmesini bekliyordu. O gün ben dahil herkes avuçlarımızın içi yana yana evimize gitmiştik. Nadim Hoca tuzla buz olan camların parasını babalarımızdan söke söke aldı. Olayı ailelerimize detaylı olarak anlatmaktan çekindi. Çünkü o da Aslan’ın işi daha kötü bir noktaya götürebileceğinden çekiniyordu. Dayak bittikten sonra Aslan etrafına öfkeyle baktı, yüzünde acıya dair bir ifade yoktu. ‘Ama hocam…’ diyebildi. ‘Evine git.’ Dedi Nadim Hoca. ‘Evine git ve temizlenip öyle gel.’ Aslan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, ‘Bu halde… Bu halde…’ hıçkırıkları konuşmasına engel oluyordu. ‘Eve… Eve… Gid… Gidemem.’ Dedi ve hocaya sarılmaya kalktı. O an sadece başını koyup ağlamak istiyordu. Nadim Hoca yüzünü buruşturdu ve onu ittirdi. ‘Git şuradan. Üstümü batıracaksın.’ Aslan iki büklüm olmuş bir haldeydi. Oysa sadece Nadim Hocaya sarılıp, ağlamak istemişti. Nadim Hoca da az önceki hareketinin yanlış olduğunu düşünmüş olduğu için yaklaşımını değiştirdi. ‘Bak evladım.’ Dedi. ‘Az sonra Camiye gireceğim ve üzerimin temiz olması gerekiyor.’ Sonra diğer çocuklara döndü ve ‘İçeri girip beni bekleyin.’ Dedi. ‘Seni eve götüreceğim.’ Aslan acınacak bir haldeydi. Nadim Hoca daha yapıcı olmaya karar vermişti. ‘Ben de küçükken bazen altıma kaçırırdım.’ Dedi. Aslan’a baktı ama o ellerini yumruk yapmış cevap vermeden yürüyordu. ‘Beni duyuyor musun?’ Tam o sırada rengârenk çiçekler bir bir solmaya ve toprağa düşmeye başladı. Nadim Hoca gözlerini korkuyla açtı. Kalbi çıkacak gibi oldu. Binbir emekle büyüttüğü çiçekler yerlere düşmeye devam ediyordu. Nadim Hoca korkusunu bastırmaya çalışıyordu. ‘İlk defa mı böyle bir şey oldu, yoksa geceleri de oluyor mu? Yani altına kaçırma…’ Bu samimi sohbet girişiminin Aslan için bir manası yoktu. ‘Üzgünüm.’ Diye bildi. ‘Sorun yok.’ Dedi Nadim Hoca ve çocuğu sağ kolunun altına alıp sarıldı. Aslan’a hem acıyor hem de az önce yaptıkları için pişmanlık duyuyordu. ‘Seni güzelce bir temizlememiz gerek.’ ‘Eve gidemem.’ Dedi Aslan. Babasından korkuyordu. Dayak yemek istemiyordu. Hem de böylesi kötü bir günün ardından. ‘Hayır.’ Dedi Nadim Hoca. ‘Seni eve götürmüyorum. Bize gideceğiz ve ben sana yeni kıyafetler vereceğim.’ ‘Yunus’un kıyafetlerinden mi?’ ‘Evet.’ Dedi Nadim Hoca. ‘Onun kıyafetlerinden.’ Yürümeye devam ettiler. Şimdi çiçekler düşmüyor ve az önce solarak toprağa düşen çiçekler bir bir eski halini alıyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Timur KOHEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |