Doğaüstü henüz anlayamadığımız doğal şeylerin adı. -Elbert Hubbard |
|
||||||||||
|
Yağmurlu gecelerde çok güzel uyurum. Yatmadan önce kapının önüne çıkıp yağmur altındaki sokaklara bakarım. Ağaçların yapraklarında ışıldayan, yollarda göllenen sulara düşen damlaları izlerim. Toprak kokusunu ciğerlerime doldurup, bahçe kapısını örten hanımelinin altında soluklanırım. Kaç zamandır yağmurla dansımı uzatmak için kendime çizme almayı istiyorum. Yağmur sokakları yıkayıp, sabahları dupduru bir aydınlığa bırakıp gidince aklımdan çıkıverir. Daha fazla ertelemeden yarın tersaneye inip balıkçı malzemeleri satan dükkanlardan kendime sarı çizmeler ve uzun bir yağmurluk almalıyım. Ağustos sonlarına doğru yağmur bulutları Karadeniz üzerinde buluştuğunda eski taş ocağı önünden sahile inerim. Yağmur, öfke yüklü yıldırımlarla kuşanmamışsa giysilerimi naylon bir poşete saklayıp denize girerim. Suyun içine uzanıp damlaların denizde söyledikleri o eşsiz senfoniyi dinlerim. Derinlerden denizin usul usul salınan ipekten örtüsü üstünde minicik halkalar yaratan damlalara bakarım. Yavru balık sürüleri yağmur başlayınca ne yapacakların karar veremezler. Sonra büyük bir kayanın kuytusunda saklanırlar. On, on beş dakika sonra suyun üzerinde çırpınarak, denize karışan damlalara alışırlar. Denizin içinde yağmurla buluşmak, damlaların denize kavuşmasını yaşamak eşsiz bir deneyimdir. Bence her insanın ömrü boyunca birkaç kez yağmuru kendi teninde ve denizin içinde hissetmesi gerekir. Münir Nurettin Selçuk şarkısında “İstanbul’u sevmezse gönül, aşkı ne anlar .” der. Ben bu cümleyi “Yağmuru sevmezse gönül, aşkı ne anlar.” diye kendime uyanlarım. Sabahın erken saatlerinden beri göz açtırmayan bir sağanak bazen öğle üzeri çekilip dağlara gider. Bize pırıl pırıl yıkanmış sokaklar ile dupduru bir aydınlık bırakır. Şehir kulübünün bahçesindeki ulu çınarlarda birden bire sanki sabaha yeni uyanmış gibi coşkuyla kuşlar ötmeye başlar. Bütün yaz parkın girişinde bekleyen satıcının közlenmiş mısır kokuları sokaklarda toprak kokusuyla buluşur. Ben, işte tam o zaman yeniden küçük bir çocuk olurum. Mutlaka sevdiğim bir şarkının nakaratı gelip dilime yapışır. Dilimdeki nakaratın canından bezdiğinin farkına bile varmadan boydan boya bütün sahili birkaç kez dolaşırım. Yağmur her zaman dizginleri elimizde doru bir at gibi koşarak çıkıp gelmez. Bazen de ansızın azgın bir boğa gibi yolumuza dikiliverir. Bizi en çaresiz, en zavallı halimizle önüne katıp kovalamaya başlar. Üstelik ne kadar hızlı koşarsanız koşun, kurtulamazsınız. Kaçak, sığınacak hiçbir güvenli yer bulamazsınız. Yaz ortasında, Gediz Ovasının her şeyi cayır cayır yakıp kurutan sıcağında pamuk setlerini onarıyordum. Güneşin bulutların arkasında kaybolduğunu bile anlayamadan deli bir sağanak başladı. Ekmek sepetimi alıp kanal boyundaki dut ağacının altına doğru koşmaya başladım. Dut ağacına varamadan yıldırımlar topçu bataryası gibi ovayı dövmeye başladı. Ağacın altına saklanmanın tehlikeli olduğunu anlayınca korkuyla olduğum yere çöktüm. Birkaç dakika içinde tarlalar çamura, yollar ırmağa dönüştü. Gidecek hiçbir yerim, saklanacak küçücük bir kovuk bile yoktu. Yaz yağmurudur, yağıp geçer diye düşündüm ama geçmedi. Gök gürültüsü dinince oturduğum yerden kalkıp kasabanın yolunu tuttum. Ben yürüdüm o inadına yağmaya devam etti. Kolumdaki saati çıkardım. Islanmaktan koruyabilmek için avucumun içinde iyice sıkıp yürüdüm. Tarladan eve ulaşmam deli bir yağmur altında tam bir buçuk saat sürdü. Yağmurun başlamasının ardından ilk on dakikayı ıslanmaktan korunmak için panikle çareler arayarak harcadım. Sonra her şeyi kendi haline bıraktım. Yollardaki su birikintilerinden ayakkabılarım su dolacak kaygısı olmadan geçmek, ıslanacağım derdine düşmeden yürümek hoşuma gitmeye başladı. Yıldırımlardan duyduğum korkuyu ve paniği bir kenara atacak olursak, yağmuru kendi çılgınlığı ve gerçekliğinin bu en yalın haliyle hissetmek beni sarhoş etmişti. Hepimizin anımsadığı hüzün yada sevinç yüklü yağmurlar vardır. On altı yaşımın yazında nasıl olduysa zar zor bir kız ayarttım. Aşk, meşk edebiyatı yaptığımız yok ama birlikte gezip dolaşmaktan geberircesine de keyif alıyoruz. Onu kültürparktaki menekşe çay bahçesine götürdüm. Üstelik mangır durumum da oldukça kesat. Gülüşüp, konuşarak birer çay içtik. Delikanlılık yerlere serilmesin diye kıza param yok falan da diyemiyorum. Nerden çıktıysa baş belası bir garson geldi. Boşları alırken kıza dönüp “Çok güzel meyveli dondurmam var abla, istersen getireyim.”demez mi? Abla dediği kızdan nerden baksan en az on yaş büyüktür. Düzenbaz, üçkağıtçı ve de aşağılık herif. Kızın gözlerinin içine bakıyorum ama ne çare. Durumu hiç halden anlar gibi değil. “Getir.”dedi. Boğazında kalasıca… “Eyvah!” dedim, “İşte şimdi buranın bulaşıkçı kadrosuna yazıldım gitti.” Oturduğumuz her dakika bana zehir zıkkım oldu. Neyse, kalkarken korktuğum başıma gelmedi. Cebimdeki para ucu ucuna hesabı ödemeye yetti. Ama cebimde minibüs parası bile kalmadı. Oradan kalkınca ben bir rahatladım, bir ferahladım anlatılır gibi değil. Sanki üzerimden tonlarca yük kalktı. Gülüp, konuşarak (ama kesinlikle koklaşmıyoruz.) Çankaya’dan Konak’a doğru yürüdük. Tam tekel mağazasının önüne gelmiştik ki birden bire deli bir yağmur başladı. Hemen geniş ve tenekeden bir şaçak altına sığındık. Yağmurla beraber dolu da gelince teneke saçağın feryatları geniş cadede yankılanıyordu. İşportacıların, ağaçların altında minibüs bekleyenlerin, sokaktan gelip geçenlerin yağmurdan kaçma telaşı bizi gülmekten kırıp geçirdi. Zaten on altı yaşındaysanız ve yanınızda da bir kız varsa ota moka gülersiniz. Her şey olduğundan milyon kere daha gülünçtür. O gün yaşadıklarım anılarımda hayatımın en eğlenceli, en komik yağmuru olarak kaldı. Bu kentte sokaklar, yağmurun geceye söylediği şarkıları dinleyerek uyurlar. Yağmur sabahın perdesini araladığında motor sesleri Varilci Sokağında yankılanır. Tersanede palamut, kıraça ve çinakop kasaları yaldızlanır. Sinsi bir ahmak ıslatan saçlarımızdan yanağımıza süzülürken ellerimiz deniz kokar. Bu kentte yolu düşenleri deniz kucaklar, yağmurlar koynuna alır. Ve bir daha o büyüden kurtulup asla başka bir kente gidemezler. Seyfullah ÇALIŞKAN Ağustos 2005
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |