Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
Aynanın karşısında saatlerce, hiç bıkmadan o korkunç çirkin yüzünü seyretti...İç dünyası adeta yüzüne yansıyordu. Aynanın hemen üstünde yer alan geniş çerçeveli gençlik fotoğrafı aslında çok yakışıklıydı.Be eski sararmış resim onu mutlu ederken, aynada gördüğü yüz ise bu mutluluğu alt üst ediyordu. İki karar arasında bocalıyordu... "Seç" diyordu Tahir. "İkisinden birisini seç". "Korkuyor musun yoksa Tahir?". "İnsan sürüsünde artık yalnızsın.". "Yedin, içtin, kendini tatmin ettin. Artık daha ne bekliyorsun allahın belası korkak herif". Düşünceler arasında bocalayan seksen ikilik ihtiyar sonunda emin oldu. Haziranın ilk günleri olmasına rağmen paltosunu giydi. Kasketini başına taktıktan sonra bastonunu eline alıp evinden çıktı. Aslında bastona hiçte ihtiyacı yoktu ama senelerdir sürekli baston taşırdı. Baston genelde insanlarda acıma duygusunu harekete geçirirdi. Bunu çok iyi bilirdi Tahir Kara. Öncelik tanınırdı. "Buyur dede sıramı sana vereyim, sen yaşlısın" derlerdi. "Sağol evladım Allah razı olsun" derdi ihtiyar adam. Kurnaz bir ihtiyardı Tahir Kara. Bedeni artık çökmüş olsa da, bir fosil gibi erise de beyni hala yirmilik bir delikanlının beyni gibiydi. Beyin ve beden... İkisi artık birbirini idare edemiyordu. Beynin emirlerine, aktivitesine bu çökmüş beden uymuyordu. Çarşı içinde ağır aksak yürürken görmeyen gözleriyle etrafı aslında bir radar gibi tarıyordu.Bir kaç kişiyi kahvehane önünde gördü. Gülerek onu işaret eden adamlar dedikodu yapıyordu. Bunu hissediyordu, bundan emindi... "Namussuzlar sizi, sizi deyyuslar, Ahmet’in oğlu konuş bakayım, arkamdan konuşun. Baban adam mıydı ki sen adam olacaksın Ahmet’in oğlu.." söylendi ihtiyar. Önünden geçen bir kediye bastonuyla aniden vurunca kedi can havliyle kaçtı. İhtiyar dengesiz hareketler yaparak yürüyordu. Hayattan nefret ediyordu. İnsanlardan, önünde geçmekte olan o kediden, havada uçan kuşlardan, hemen herşeyden nefret ediyordu. Bildiği şeyden ise daha çok nefret ediyordu. Birşeyi iyi biliyordu: Bulunduğu semtteki bütün insanlarda ondan daha çok nefret ediyordu. Sevmiyorlardı ihtiyarı...Böyle mi olacaktı sonuç. Seksen iki senelik bir ömürde yılların esnafı Tahir’den tüm insanlar neden nefret ediyordu? Aksaray’a giden belediye otobüsüne binen Tahir’e hemen yer verdiler. Şoför’ün arka sırasına oturduğunda çenesini bastonuna dayadıktan sonra düşüncelere daldı:"Hey gidi koca Tahir. Yolun sonuna geldin artık."düşünüyordu... Otobüs’ün sarsıntısı ile düşüncelerinden sıyrıldı. Şoför’e doğru baktı. "Ayı oğlu ayı, nasıl kullanıyorsun otobüsü, hayvan herif!. Aylardır ense traşını da olmamış. İstanbulu mahvettiniz. Topunuzun sülalesini........." Aksaray meydanındaki geçitin altında duvarlara yapıştırılmış olan Nazım Hikmet’in resimlerini gördüğünde artık farkında olmadan konuşuyordu: "Koca Nazım, yazık ettin kendine. Atatürk sana demedi mi bir çöplükte iki horoz ötmez diye. Sen dinledin mi? Herkes’in işini bitirdi, sen anlamadın. Kalemin varmış, pöhh..... Onun da topu tüfeği vardı. Bu memlekette kalem ne işe yarar. Ancak mektup yazarsın kaleminle. Cami duvarına işedin Nazım, cami duvarına..." "Amca bana mı dedin?" Hırsla yanında oturan genç yolcuya baktı. Gözleri kanlanmıştı ihtiyar’ın. Genç adama kısa bir süre baktı. Konuşmuyordu ihtiyar. İçinden konuşuyordu: "Seni serseri, esrarkeş, puşt herif. Keçi sakallı namussuz" diyordu. "Yok evladım dalmışım işte yaşlılık, benim güzel oğlum." Genç adam ihtiyar’a tuhaf bir şekilde baktı. Aksaray durağında otobüs boşalırken ihtiyar en önde olmasına rağmen, son yolcu gibi indi. İnsanlar sanki otobüsten inmiyor, adeta yangından kaçıyordu. İhtiyar ezilmemek için en sona kalmıştı. "Namussuzlar sizi.. Yaşlıya saygı nerede he? Topunuzun sülalesini........." Otobüs yolcularına Aksaray meydanındaki binlerce insana, hatta binlerce araca, herşeye küfür ediyordu. Ağır ağır yürüyerek sahildeki gişelere geldi. Yalova Bandırma feribot’una bir bilet aldı. Koca Tahir’in son görüldüğü yer bu feribot olacaktı.Yaz sezonu olması nedeniyle feribot kalabalıktı. Koca Tahir yanında oturanları, çocukların seslerini, konuşulanların hiçbirini duymuyordu. Başını iki eliyle kavramış, alnını bastonuna dayamış düşünüyordu. Adeta bir cezaevinin hücresinde yalnızdı. İç dünyasında hesaplaşıyordu. Koskoca seksen iki yıllık bir ömür, sonunda yapmış olduğu yanlışlar ve sonuçta vicdanının emri. --Ölüm emri... Yoksa geçen günlerin, saatlerin işkencesini çekecekti. Öldürmeyen Allah öldürmüyordu. Ama koca Tahir’in, hiçte umrunda değildi. Doğduğunda ona sormamışlardı. Ömründe hiç kimseyi de umursamamıştı. Kendi zevki ve egoist duygularını tatmin etmek için bu yaşamı sürmüştü. Din, vatan, toplum, aile, hiçbir şey hayatında yer almamıştı. Sadece ve sadece koca Tahir vardı. Mahallesindeki insanların ve tanıyanların dediği gibi Deli Tahir vardı. Ayağına çarpan topla irkildi. On yaşlarındaki bir çocuk topu almak için eğildi. "Şey amca topumu alacaktım." . Çocuk topu alırken koca Tahir’in suratını ve gözlerini görünce dehşet içinde koşarak annesinin yanına gitti. Çocuk sanki şeytanı görmüştü. Koca Tahir uyuşmuş gibiydi. Çocuğu görmemişti bile. Tekrar düşüncelerine daldı. ******************************************************** Doksan üç göçmenlerinden bir ailenin beş erkek çocuğundan en küçüğü Tahir’di. İstanbul Eyüp’te dünyaya geldi. Annesi bu çocuk daha doğduğunda bir anormallik olduğunu hissetmişti. Her bebek ağlardı fakat Tahir günün yirmi dört saati ağlıyordu. Önce hasta zannetmişlerdi. Fakat bebek sağlıklıydı. Babası bakkal Hasan bile bu ağlaması yüzünden en ufak çocuğu olmasına rağmen ondan nefret etmişti. Niçin, neden bu kadar ağlıyor diye düşünüyordu zavallı adam....Annesi uykusuzluk yüzünden yatağa düşmüştü. Babası çoğu geceler onun sesini duymamak için bakkalda yatıyordu. Tahir’in çığlıkları ve ağlaması yüzünden nerdeyse çıldıracaktı. Annesinin bile saçları bembeyaz olmuştu. Birisinin tavsiyesi ile afyon vermeye başladılar. Afyonu içtikten sonra Tahir ağlamayı birden kesti. Daha sonraki günler afyon verilmeyince ağlaması daha da artmıştı. Süt, mama yerine afyon istiyordu bu bebek. Dört yaşına gelene kadar afyon verdiler. Huysuzluğundan, aksiliğinden, başta ailesi olmak üzere komşuları ve akrabaları bu çocuğu sevmiyordu...İlkokula başladığı zaman biraz durulmuştu. Okulda öğreneceği şeyler vardı. Çünkü çok zekiydi. Yaptıklarından dolayı tüm çevresinin tepkisini toplamış, nefretini kazanmıştı. O zamanlar düşünmüştü. Böyle devam ederse dünya nimetlerinden az faydalanacaktı. Bu da Tahir’in işine gelmezdi. Çok kurnaz ve sinsi olmuştu. Sınıfında çalışkan ve başarılı bir öğrenciydi. Bu da ona çocuklar arasında hemen üstünlük sağladı. İlkokulda karşı cinsi de tanımıştı. Kız öğrencilere iltifat yaparken, zayıf çocuklara karşı acımasızdı. Kavga eden, güçlü olan öğrencilere karşı ise mesafeli davranır, saygılı olmaya çalışırdı. Bu kurnazlığı onun çok işine yaradı. Kısa zamanda babasının yanında çalışmaya başladı. Abilerinin ayağını bakkaldan kaydırmıştı. Babasına abilerini ispiyon etmişti. Abileri kasadan para çalıp bol bol şekerleme yiyorlardı. Bakkal Hasan’da Tahir’i tercih etmitşi. Fakat Tahir dört abisinden de daha fazla çalıyor, daha fazla yiyordu. Daha o yaşlarda üç kağıtçı bir işadamı yeteneklerini kazanmıştı Tahir. Çalışkanlığı ve yağcılığı ile babasının taktirini ve güvenini kazanmıştı. Abileri ise sağda solda esnaflarda çıraklık yaparken, sürünüyorlardı. Tahir bakkalı ele geçirmişti. Bir daha da bırakmayacaktı. Bağımsız olana kadar dikkatli ve sinsi politikasını uyguladı. Çaldığı paraları harcarken kızlara öncelik verirken korktuğu, çekindiği erkek öğrencilere de üstünlük sağlamak için harcardı. Liseye gittiğinde bakkal Hasan diğer çocukları evlendirip, ufak birer sermaya ile evden gönderdi. Artık bakkal üstünde iki daire Tahir’e kalmıştı. O yıllarda lise bitirmek şimdiki tıp fakültesini ve ya hukuk fakültesini bitirmekle eş değerde idi. Aile’de lise diplomasını alan tek kişi tahirdi. İstese üniversiteyi de bitirebilirdi. Fakat ticareti tercih etti. Koca Tahir enayi değildi. Üniversiteyi bitirip üç kuruşla memurluk yapmayacaktı. Ayrıca üç katlı binayı da abilerinden birine kaptırmayacaktı. Böyle bir kerizliği ancak eşekler yapar diye düşündü. Günü geldiğinde hemen askere gitti. Lise mezunları o dönemlerde yedek subay olarak askere alınıyordu. Tahir devre kaybı olduğu için çavuş oldu. Askerliği hemen benimsedi. Acemi birliğinde sistemi çabuk anladı. Sanki bu sistem onun için yaratılmıştı. Usta birliğine gittikten sonra orada da bir numara oldu. Yağcılığı, yalakalığı bir numaraydı. Verilen her emir noksansız yerine gelirdi. Sertliğinden çalışkanlığından bütün subay ve astsubayların gözdesi olmuştu. Bunları yaparken egoist duygularını da tatmin ediyordu. En ufak bir mazerette erleri feci şekilde döverdi. Hele bir de nöbetçi çavuş oldu mu bütün alayın askerleri kaçacak delik arardı. Dayağını yiyen "yandım anam" diye feryat ederdi. Bu Tahir’in dayakları yüzünden alaydan firar eden askerler dahi vardı. Askerliği bitirdiğinde kendisini bir süre toparlayamadı. Güç, kuvvet, yetki artık yoktu. Terhis olduktan sonra üç ay odasından çıkmadı. Bakkal Hasan şaşırmıştı. Allah allah ne oldu bu çocuğa diye soruyor, düşünüyordu... Öte yandan üstün başarı belgesini çerçeveletip evin misafir odasına asmış gururla seyrederken gelen misafirlere de gösteriyordu. "Kahraman evladım benim" diyordu... Bu kahramanlık Tahir çavuş’a yetiyor muydu acaba. Onun başka planları da vardı. Tahir çavuşun hayallerinde Enver Paşa olmak vardı. Fakat bu terhis bütün hayallerini planlarını suya düşürmüş, bitirmişti. Kimseye farkettirmeden yatağında günlerce hüngür hüngür ağlamıştı. Nihayet odasından çıkıp bakkalına döndü. Askerlik yaşantısından sonra Tahir artık olgun bir adam niteliklerine kavuşmuştu. Diğer insanlardan bir farkla. Bir kaplanın acımasız yırtıcılığı, bir maymunun iştahı, bir ayının oburluğu, tilkinin kurnazlığı, çakal ve sırtlanın sinsiliği, yılanın sokma hünerini, hemen hepsinin özelliklerini de kazanmıştı. Artık toplum bu askerden yeni dönen delikanlıyı arasına katmaya hazırdı. 1950’li yıllar İstanbul’un ilk varoş ilçesi Eyüp sayılırdı. Bakkal Hasan ve yaşlı karısı birer hafta arayla ölünce Tahir çok üzgün görünüyordu. Cenaze’ler kalktıktan sonra abileri toplanıp bakkala Tahir’in yanına geldi. Üç katlı ev ve bakkal ne olacaktı, nasıl paylaşılacaktı? Bu soruları dolaylı yoldan sordular. Tahir haykırmıştı: "Ne, sizin yaptığınızı gavurlar yapmaz. Daha acımız dinmeden zavallı anacım babacım yeni ölmüşken, daha kırkı bile çıkmamışken neler konuşuyorsunuz siz? Defolun buradan" diyerek öyle bir çıkış yapmıştı ki abileri kaçmak zorunda kalmıştı. Askerdeyken öğrendiği Tahir Çavuş tekniğini kullanıp hepsini dükkandan kovdu. Abileri ona hiç benzemezdi, yumuşak ağır başlı kişilerdi. Tahir de zaten bunu biliyordu. Aslında annesi ile babasının kırkının çıkması tam kırk yıl sürecekti. Bu kırk yılda binayı Tahir sahiplenecekti. Bir katta kendi otururken, bir katı kiraya vermiş dükkana da bedavadan sahiplenmişti.Abilerini gönderdikten sonra bir ufak rakıyı açıp içmeye başladı. Düşünüyordu, kendisine yeni bir yol güzergahı çiziyordu. Hayat onu bekliyordu. Önce soruları kendisine sordu ve düşünüp cevapladı: "Darwin’in evrim teorisi doğru muydu?" "Evet" dedi "Doğrudur.. Yalnız bir farkla. İnsanlar iki türden çoğalmıştır. Bir - Maymunlardan, İki - Eşeklerden. Bu seçeneği de toplumlar belirliyor." dedi. İkinci soru Tanrı ve dinler sorusuydu: "İsa, Musa, Adem, Firavun farketmez dedi. Hepsi aynı kapıya çıkıyor. Bunların sonu gelmez." "Devlet, yöneticiler, partiler, yasalar?" diye sordu. "Zenginlerin dümeni, tezgahı ve şirketleri" diye cevapladı. "Vergi?" dedi. "Ha eşkıyanın haracı, ha vergi borcu. Aynı şey, ikisi de soyguncu. Farkeden ne? Eşkıya’ya versem daha iyi olur. En azından işimiz düştü mü hallederler." dedi. Rakı bittikten sonra Deli Tahir insanlığın üç önemli ana meselesini kendince çözmüştü. "Tabiat, Din, Devlet (Toplum)" "Şimdi evlenerek yaşama katılmanın zamanı geldi" diye düşündü. Aynanın karşısına geçip kendisine baktı. Saçlarını geriye taramıştı. Gözler, burun evet gerçek bir Bogarte vardı aynada. Takım elbise de aynıydı. Tahir evlenecekti. Semtte çok güzel göçmen kızları vardı. Önce bakkala gelen müşteriler arasında bir test yaptı.Fakat bu semtte bazı huylarından dolayı daha şimdiden birçok kişinin gıcık aldığı biriydi. Daha şimdiden müşterilerine ufak ufak farkettirmeden kazık atmaya başlamıştı. Hileli tartısı ile bozuk malları tazesi ile karıştırıp satmaya çalışırdı. Güzel kadınlara iltifat ederken, işine gelmeyenlere aksi davranırdı. İlkokul’da nasıl davranıyorsa, gene aynı politikayı uyguluyordu. Evlenmek için birkaç girişimde bulundu. Aracıları kız aramaya yönlendirdi. Fakat hep ret cevabı geliyordu. Halbuki İstanbulda o dönemlerde esnaf olan, iki dairesi olan bir adam şimdikinin sanayicisi, fabrikatörü sayılırdı. "Ya öyle demek! Benim adım Tahir Kara deyyuslar" diyerek kız arama işini İstanbul dışına kaydırdı. Bazı akrabaları Manisa civarına yerleşmişti. Akrabaları vasıtasıyla bir göçmen kızı istetti. Kızın ailesi İstanbuldan bir talip var haberini alınca bayram yaptı. Kızları İstanbula gelin gidecekti. Ne yazık ki gelin de ailesi de Tahir Kara’yı tanımıyordu. Tahir Kara düğünü Manisa’da yapacaktı. Üstelik hem ucuz olacaktı, hem de semtindeki deyyusları eğlendirmeyecekti. Bir taşla iki kuş vuracaktı Tahir Kara. Manisa’ya köye gittiğinde bütün köy onu bir milletvekili gibi karşılamıştı. Üstünde Bogarte tipi takım elbise, yanında gösterişli fakat aslında çok ucuz sahte hediyelerle geldi. Bir konuşmalar, iltifatlar, kültür, siyaset herşey bu adamda vardı. Ne şanslı bir kızdı bu gelin. Zavallı gelin nerden bilsin yaşayan bir şeytanla evlendiğini. Tahir Kara’nın kitabında aşk, sevgi, kadın diye birşey yoktu. Evlenmeye de ihtiyacı yoktu aslında. Fakat şeytan soyunu sürdürmek istiyordu. Yeryüzüne bir kez gelmişti. Yeni Tahir Kara’lar bu dünyaya gelmek zorundaydı. Üremek, çoğalmak, neslini devam ettirmek istiyordu. Düğünden bir hafta sonra yeni eşini alıp istanbula döndü. Ev hazırdı zaten. Yeni eşya almamıştı. Annesinin çeyizliği bile hala duruyordu. Ufak bir badana ve temizlik takviyesi ile damat evini hazırlamıştı. Masrafa ne gerek vardı? Para kolay mı kazanılıyordu? Alt tarafı zaten köyle bir kızdı, bunlar bile fazlaydı onun için...İlk cicim aylarında eşine adeta bir Pamuk Prenses gibi davrandı. Karısı hamile kalana kadar da böyle sürdü. Zaten ondan sonra da artık gelinin işi bitmişti. Tahir onu artık evin bir eşyası gibi görüyordu. Yakında küçük Tahir gelecekti. Tahir her akşam rakısını içerken, karısı çeşitli mezeler yaparak önüne servis ederdi. Tabii ki bu mezeleri Tahir emredip istetmişti. Karısı kocasının pis boğaz olduğunu düşünüyordu. Gerçekten de boğazına bu kadar düşkündü. Sebzelerin kalitesini iyi bilirdi. Çengelköy’ün hıyarı, Bursanın şeftalisi, Amasya’nın elmasını çok iyi bilirdi. Ayrıca dana’nın neresi iyidir, kuzu hangi yaşta yenir bunları da bilirdi. Şeytan nasıl olsa yeryüzüne bir kez inmişti. Bu nimetleri yemeden, içmeden geri dönmek var mıydı? Yoktu koca Tahir’in kitabında, bu kelime yoktu. Rakıdan sonra bir parça esrarı çıkarıp sardı. Derin bir nefes çekti. Zaten ilkokulda başlamıştı bu merete. Hem sekse de çok iyi geliyordu. Düşünceleri de daha çok gelişiyor, kafasında kırk tilki değil kırk çakal, kırk kurt dolaşıyordu. "Neymiş bu esrar, ne meret şeymiş yahu boşuna paşalar, padişahlar içmemiş ya, hergeleler içip içip memleketi batırdınız" diye düşündü. Kafası iyice olduktan sonra düşüncelerindeki hareketler de hızlandı. Ticarette atılım yapma zamanı gelmişti. Köhne bakkal dükkanında ne iş yaparım diye düşünüyordu. Semtte hiçbir mağaza yoktu. Giyim mağazası açsa nasıl olurdu. "Ulan millet zaten sürünüyor, baba elbiseyi oğluna devrediyor, oğlan da ufak kardeşine, öbür ufakta öbürüne, olmaz olmaz, elbise işi olmaz. Hem bu millet giyinmeyi nereden bilir ki, neredeyse çuval giyip dolaşıcaklar, olmaz olmaz" diye defalarca düşündü. Kundura işi olabilir miydi? Evet olabilirdi. Kunduraların numaraları birbirine benzemez, baba oğlana devredemezdi. Hem millette yalın ayak dolaşamazdı. İhtiyaç olan birşeydi ayakkabı mağazası. Bakkal dükkanını hemen boşaltarak, ıvır zıvır ne varsa sattı. Güzel bir boya, raflara birkaç ek, girişe de göz alıcı bir vitrin yaptı. Tanıdıkları ve çevresi ile Mahmut Paşa’daki imalathaneleri dolaşarak ucuz ve gösterişli ayakkabıları topladı. Dönemin akmerkezi sayılabilecek bir mağaza açmıştı Tahir Kara. Ayakkabı dükkanı gerçekten muhteşemdi. Semtte üç beş kahvehane, bir kaç tane bakkal, manav, kasap vardı. Ama tek mağazası olan Tahir Kara’ydı. Bir ilki başarmıştı. Açılış günü dükkanına gelen insanlar adeta kuyruğa girmişti. Tebrik edenler, onu kutlayanlar bir yana, gelenlerin en az yarısı içinden ona binlerce küfürü, laneti saydırıyordu. Çok zeki bir insandı Tahir Kara. Bunların hepsini tahmin ediyordu. Onu kim seviyordu, kimler nefret ediyordu, az çok biliyordu. Bunlar önemli değildi. O herkesten nefret ediyordu. Aslında onu sevmeyenleri, daha çok seviyordu. Gündüzleri mağazasının önüne sandalyesini çeker, çevreyi izlerdi. Kendisini Vehbi Koç gibi hissediyordu. Eski bakkal rakiplerine bakar, onlara küfürü saydırırdı. Gerçi semtteki bütün esnaflar da onu gördüğü zaman aynı küfürleri, hatta daha şiddetlisini Tahir Kara’ya iade ederlerdi. Cahil toplum zaten kültürü eğitimi yüzünden haris ve kıskançtı. Dönemin yokluk yıllarını da eklersek, zor yaşam mücadelesinde, hemen herkes egomanyak olmuştu. Bu dönemlerde sertlik, acımasızlık, diz boyuydu. Tahir Kara bu insanlar arasında her zaman bir adım önde giderdi. Zaten hiç kimse onun mertebesine ulaşamadı. Dükkanına gelen müşterilerine öyle bir saygı gösterirdi ki, insanlar şaşırırdı. İltifatların, övgülerin, gösterilen hürmetin haddi hesabı yoktu. Hele de en ucuz mal iki kat karla sattı mı zevkten dört köşe olurdu, adeta erirdi. Kazık atmak onun için seks yapmak kadar zevk veren bir olay olmuştu. Müşterisini ikna etmek için saatlerce dil dökerdi. Müşteri eğer ikna olmazsa ... "Tamam efendim, ne demek, haftaya yeni çeşitlerimiz gelecek, hay hay efendim, yine bekleriz, hayırlı günler efendim, size de kolay gelsin" diyerek müşterisini gönderirdi. Müşteri daha dükkanın önüne çıktığı an arkasından söylenirdi: "Senin yedi ceddini, sülaleni, namussuz, alacağın alt tarafı bir ayakkabı, hayvan herif tarla mı alıyorsun, iki saattir beni niye uğraştırıyorsun" der, kalayı basardı. Bu davranış şekli bütün müşterileri için, hatta ailesi, dostları için de geçerliydi. Bir tek kadınlar hariç... Onlara özel davranırdı: "Efendim hoşgeldiniz, buyrun şöyle oturun rica ederim, kaç numara onu söyleyin lütfen" diyerek ayakkabıları eliyle giydirir, deneme yapardı. Bu şekilde kadının ayak parmaklarını, bileğini okşar, bazen de "olmadı galiba" diyerek bacaklara daha çok sarılırdı. "Ne kadar yukarı çıkarsam kardır." diyerek deneme işlemini uzattıkça uzatırdı. Bazen hoşuna giden bir kadına on çeşitten fazla ayakkabıyı giydirdiği olurdu. Böylelikle kadının ayaklarını, daha çok tutma ve elleme süresi uzardı. Bu da onun zevk almasını ve tatmin olup doyuma ulaşmasını sağlardı. Bu işlem sırasında Tahir Kara’nın cinsel duyguları yoğunlaşır, kabarır, tavan yapardı. Tam bir sapık ruhu vardı. Aslında bu hareketlerden kadınların çoğu utanırdı. Varoş olan bu semtteki kadınlar ancak filmlerde görmüşlerdi bu davranışları ve iltifatları.Tabii ki şansı olupta film seyreden varsa. Altmışlı yıllar zor yıllardı. Üstelik yetmezmiş gibi kadın müşterilerini konuşturur, samimiyet kurar, iş aile hayatından bahsettirirdi. Bu şekilde de kadın kaşar mı, acaba yollu birisi mi diye düşünür onu tespit eder, yatağa atma planları yapardı. Elbette zamanla bu tip kadınları da eline geçirecekti. İblis artık yeryüzünde idi.. Nasıl olsa mesleğe yeni başlamıştı. Fakat Tahir Kara’nın yaptığı bu hareket ve davranışlar, semtte Fısıltı gazetesi sayesinde kulaktan kulağa yayılıyordu. Onu sevmeyenlerin sayısı ve okunma oranı da gittikçe artıyordu. Dönem eski İstanbul kabadayılarının dönemiydi. Her semtte bir kaç kabadayı vardı. Tahir Kara da bu kabadayıların görüş alanına ufaktan da olsa yavaş yavaş giriyordu. Karısı ilk çocuğunu dünyaya getirirken Tahir dükkanında heyecan içerisinde kıvranıyordu. Dükkanından hemen fırlayarak üst kata çıkıp, doğumu yapan ebe’ye sarılmıştı. "Hani nerede benim oğlum?" diye sorduğunda, doğumu yapan ebe kadın gülümseyerek "Tahir bey kızınız oldu" dediğinde yıkılmıştı Tahir Kara. Olduğu yerde donup kalmıştı. Şeytani gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu. Hiçbir şey demeden arkasını dönüp hemen evi terk etmişti. Ebe arkasından şaşkın gözlerle bakıyordu. Yürüyordu Tahir Kara bilinçsiz bir şekilde. Öfke krizine yakalanmıştı. Tahir Kara, Tahir’i beklerken Tahir’e gelmişti. Nasıl olmuştu bu iş, nasıl kız olabilirdi? Kendisi kardeşleri, tüm soyu hemen hemen erkekti. Aile de bir dişi vardı o da annesiydi. Eh onunda olması bir bakıma mecburiyetti. Yoksa kim doğuracaktı Tahir ve kardeşlerini? Karıda mı bir hata vardı? Evet kesinlikle hata ondaydı. Yürürken kendi kendisine söyleniyordu. "Ulan mayası bozuk karı senin ben sülaleni........" "Bu soy nasıl devam edecek senin ben .............." Yürürken sürati gittikçe artıyordu. Koca Tahir avcı erkekti, tabiat onu öyle yaratmıştı. Avcı soyunu devam ettirecekti. Gerekirse başka dişileri de alacaktı. Galata köprüsünü gördüğünde durdu Tahir Kara. Eyüpten köprüye kadar olan yolu yarım saatte yürümüştü, sinirinden çılgına dönmüştü. Tahir kısa bir süre sonra ikinci çocuk için operasyonu başlattı. Sabırla beklerken, işlerine daha çok sarıldı, ona para lazımdı, hem de haddinden fazla lazımdı.Kadın ve para taptığı iki şeydi. Para’nın kıt olduğu bu dönemlerde Tahir diğer esnafların yaptığı gibi veresiye satışta yapardı. Bilakis veresiye satış, daha çok hoşuna giderdi. Attığı kazığın hacmi de böylelikle daha da büyük olurdu. Sattığı ayakkabıyı on taksite böler, iki ay da faiz işletirdi. Aynı zamanda yardım severdi. Bir arkadaşına ve ya tanıdığına para lazım oldu mu, onlar için borç parayı hemen bulurdu. Borç para isteyen oldu mu, "Vallahi billahi bir kuruşum yok, işler biraz kesat ama seni severim, nasıl yapsak acaba, Allah kahretsin bir yolu var ama olmaz kardeşim olmaz." derdi. Borç isteyen zaten çaresiz olduğundan sorardı: "Yahu Tahir sıkışığım işte, bu parayı bulmam lazım. Bir yere söz verdim, nedir yolu Allah aşkına söyle" diye yalvarırdı. Tahir oturduğu sandalyeden ayağa kalkar, iki elini cebine sokar, oflar, puflar, sonra da "Eyüp Merkezde bir tefeci Yahudi var, namussuz herif’in teki, aylık faizle borç veriyormuş, aklıma bir tek o pezevenk geldi, ama olmaz kardeşim yazık günah." derdi. Borç isteyen zaten denize düşmüştü ve yılan karşısında duruyordu. "Tahir aylık ne kadar faiz istiyor ki?" diye sorunca, Tahir’in gözleri parlardı. "Fazla birşey değil aylık yüzde on alıyor ama ikinci ay oldu mu namussuz yüzde on beş alıyor" dediğinde borç isteyen hala yalvarırdı... "Ne yapalım olsun, bana da zaten bir aylığına lazım, yardımcı ol da şu işi hallet gözünü seveyim Tahir." "Tamam, tamam sana kefil olurum, seni severim." der sonra dükkanını kapatır Eyüp’e giderdi. Sonra da parayı getirir verirdi. Borç alanlar Tahir’e teşekkür eder, takdir eder, minnetlerini sunardı. Eyüpteki Yahudi Tahir Kara’ydı. Bu yahudi olayı yıllar sonra duyulacaktı. Tahir’in düşmanları artıyordu. Dedikodular artık başlamıştı. Tefecilik yaptığı, karılara sarktığı, ahlaksız üç kağıtçı olduğu her yerde konuşuluyordu. Onu tanıyanlar dükkanına adım atmıyordu ama şansı vardı, İstanbul gün geçtikçe büyüyordu. Semtte büyüyordu. Yeni insanlar gelirken, yeni binalar peş peşe dikiliyordu. Tahir aslında hiçte müşteri kaybetmiyordu bilakis yükseliyordu, göç yüzünden. Ama şu da gerçek ki Tahir’i tanıyan, dostluk kuran, onun kazığını yedikten sonra hemen kaçıyordu, arkasına bakmadan... Tahir ağını iyi kurmuştu, bir örümcek gibi. Çünkü dükkanı semtin en işlek ve orta yerindeydi. Bu yıllarda Tahir’in bir olayı ise yıllarca unutulmadı. Görünmeyen eller, Tahir için bir tuzak hazırlamıştı. Tahir’in suyu fokur fokur kaynıyordu. Bir gün kahvede çay içerken, içeri girmişti Paşa Necmi. Kahvedeki bütün gözler kapıya yönelmişti. Semtin en belalı kabadayısı, psikopatı Paşa Necmi ve iki serseri arkadaşı insanları korkutmuştu. Paşa Necmi iki metreye yakın boyu, pehlivan yapısı ile dev gibi bir adamdı. Pala bıyıklarını sağlı sollu çektikten sonra gözleriyle kahvede oturanları taramıştı. Gözler Tahir’in tek başına oturduğu masaya kilitlendi. Kahvede çıt çıkmıyordu. Ağır ağır yürüyerek kahve’nin orta yerinde durduktan sonra ona bağırdı... "Ulan Tahir bundan sonra hareketlerine dikkat et, yoksa kırarım kemiklerini ona göre." Tahir belki de korkudan altına kaçıracaktı. Zoraki gülümsedi... "Necmi kardeşim birşey mi oldu hayrola, bilmeden bir hata mı yaptım yoksa" diye cevapladı titreyerek. Paşa Necmi öfkeyle tekrar bağırdı: "Ben senin kardeşin miyim ulan müptezel?" Tahir bu kez ses çıkaramadı. Birşey söylemenin faydası yoktu, biliyordu ki ne derse desin terslenecekti. Paşa Necmi’yi kiralamışlardı, bunu tahmin ediyordu. "Necmi buyur otur konuşalım, varsa bir yanlışım düzeltirim." dedi son bir çabayla. Paşa Necmi sarhoşluğundan, ayakta zor duruyordu. "Bak ulan Tahir bana lafı tekrar ettirme, seni fena yaparım anladın mı ulan şerefsiz herif!" Tahir’in suratı kıpkırmızı olmuştu. Semtinde ilk kez tam anlamıyla rezil kepaze durumuna düşmüştü. "Tabi tabi anladım Necmi." dedi yere bakarak. Kahvedekiler ses çıkarmadan bu manzarayı izlemişti. Daha sonra Paşa Necmi ve iki serseri arkadaşı çekip gitmişti. Tahir saatlerce kımıldamadan oturmuştu. Binlerce şey düşünüyordu, kim bu işi başına sarmıştı acaba? Allahtan dayak yememişti. Dayak yememesinin tek sebebi arada sırada Paşa Necmi’ye yaptığı kıyaklar sayesindeydi. Bazen Paşa Necmi’ye rakılar, şaraplar ısmarlıyordu. Onu ara sıra yemliyordu. Demek ki Paşa Necmi’yi kiralayanlar onu daha fazla yemlemişti. Bunu tahmin ediyordu. Bu beladan sıyrılması şarttı ama nasıl? Tahir Kara saatlerce düşünmüştü. Bu ona pahalıya malolacaktı ama can, maldan tatlıydı. Bunu da çok iyi biliyordu. Aradan bir hafta geçmişti, Tahir Kara bu bir haftada bin plan yapmıştı. Ağır ağır yürüyerek Eyüp meydanına indikten sonra bir taksiyle Sirkeciye gitti. Dönemin emniyet müdürlüğü binasının önünde taksiyi durdurdu ve içeri girdi. Asayiş şubesindeki komiserle görüşeceğini söyledi. Komiser’in odasına aldılar Tahir Kara’yı. Komiser uzun boylu, çatık kaşlı, kalın bıyıklı, Gestapo subayı gibi sert bir polisti. Zaten Tahir Kara bu bir haftada gerekli istihbaratı yapmıştı. Bu komiser acımasız biriydi, özellikle onun nöbet gününü tercih etmişti. Komiser Tahir Kara’ya sormuştu: "Anlat ne derdin var bakayım?" Tahir Kara yalvarırcasına anlatmıştı: "Sayın komiserim öncelikle hayırlı vazifeler dilerim. Ziyaret sebebi mi sorarsanız efendim ben deniz Eyüp esnaflarından, Hasan oğlu Tahir Kara. Ayakkabı dükkanım vardır. Muhitimizin sayılan sevilen esnaflarından biriyim. Efendim muhitimizde bir serseri kabadayı geçinen Paşa Necmi diye bir şahıs var. Biz esnafları tehdit ediyor, haraç istiyor. Hepimize illallah dedirtti. Esnaflar olarak aramızda toplandık, bu duruma bir hal, bir çare bulalım diye. Malumunuz hepimiz esnafız, vergimizi ödüyoruz. Çoluk çocuğumuz var, bu serseriyle başımızı derde sokmak istemedik. Ben de dedim ki "Devletimiz var, bizim emniyetimiz var, onlara haber verelim." diye düşündük. Beni aralarında sözcü seçtiler." Sonra da cebinden kalın bir zarf çıkardı. Zarfın içinde bir deste para vardı. Komiserin masasının üstüne koyarken ilave etti: "Efendim biz esnaflardan teşkilatımıza bir yemek parası. Lütfen kabul edin, memnun oluruz." Komiserin gözlerinin içine baktı. Komiser Tahir Kara’ya bakmıyordu bile. Kağıt kalemi eline alıp sordu: "Kim bu Paşa Necmi, adı soyadı ne, başka bir lakabı var mı?" Emniyet binasından çıktıktan sonra yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu. Ertesi gün semtte dedikodular yayılmıştı. Emniyetten gelip Paşa Necmi’yi alıp götürmüşlerdi. Herkes merak içersinde birbirine soruyordu: Ne olmuştu, ne yapmıştı Paşa Necmi, kimse bilmiyordu ne olduğunu. Tahir Kara hariç tabii ki. Bir tek o biliyordu. Paşa Necmi kaybolduktan dört gün sonra başına gelenler anlaşıldı. Paşa Necmi evde yatakta yatıyordu. Perişan bir haldeydi. Yüzünü dahi kimse tanıyamadı. Kafası kolu ayağı her tarafı sarılıydı. Dört gün boyunca emniyette çok feci dayaklar yemişti, onu fena ezmişlerdi. Paşa Necmi’nin evine ziyaretçiler yığılmıştı. Herkes geçmiş olsun sırasına girmişti. Gelen ziyaretçilerin en başında da Tahir vardı. "Bir kutu lokum getirmişti, tabi kolonyada vardı. Paşa Necmi bitkisel yaşantısını sürdürürken, yatağın başucuna oturmuştu Tahir Kara. Timsah gözyaşlarını döküyordu. "Ah Necmi, vah Necmi, sana nasıl kıydılar, senin gibi delikanlıya bu yapılır mı? Vah ki vah" diyerek inleyen nağmelerini sıralamıştı. Ziyaretçiler arasında en üzgün görünen o’ydu. Evden çıkarken de Necmi’nin annesine ağlarcasına konuşuyordu... "Bir ihtiyacınız oldu mu beni arayın rica ediyorum sizden. Necmi benim kardeşlerimden daha yakındır" Sıra şimdi Paşa Necmi’yi kiralayanı bulma sırasıydı. Hangi esnaf yapmıştı acaba? Bölüm sonu...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © şenol durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |