İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, tersine o filiz daha gür büyümüştür. -Freud |
|
||||||||||
|
1.Adam Yatağında mışıl mışıl uyuyan çocuğa doğru adımlarını atarken gülümsüyordu. Zamanı gelmişti. Artık bu çocuğun sevilme zamanıydı. Şefkatle, bütün duygusallığıyla onu öpüyordu. Tatlı uykusunda bile gülümseyen çocuk gözlerini açtığında birden ürktü. Dünyayı, maddeyi, daha yeni yeni tanımaya çalışan çocuk gördüğü o nesneden korkmuştu. Çığlıkları, feryatları duyan kadın elindeki tığı bırakarak, diğer odadan koşarak yatak odasına girmişti. Kocasının elinden çocuğu kapan kadın feryat ediyordu: "Allah belanı versin senin, korkutmuşsun bırak çocuğu." Çocuk gördüğü o surattan ürkmüştü... Bu adam, bu korkunç surat onun babası olamazdı. Zavallı çocuk nereden bilecektiki. İleride babasının oğlu olacağını, o kılığa ve o görüntüye sahip olacağını. Babasının ağzından çıkan kelimeleri anlayamıyordu. Küfür eden adamın ağzı tükürük, balgam saçıyordu: "Piç kurusu şerefsiz seni, ben senin ananı ...." Kendi görüntüsünün ve çirkinliğinin farkındaydı adam. Az önce küfür ettiği, orospu çocuğu dediği çocuk gibi o da dünyada tüm masumluğuyla gelmişti. Tanrı onu böyle çirkin yaratmışsa kabahat kimdeydi acaba. Tanrı ona çok acımasızca davranmıştı. Niçin neden diye de hep sorgulamıştı yıllar boyu. Az önce yarattığı sahne King Kong filmindeki sarışın kadını eline aldığı sahneden farksızdı. Sarı kadın da çığlık atmıştı, feryat etmişti. Adam o filmi yıllar geçse de hatırlıyordu. Çekyata oturduğunda her zaman olduğu gibi sinir ve öfkeyle göbeğini kaşıdı. Kaşıyordu. Tüm nefretiyle, öfkeyle, hiç ara vermeden. Pul pul deri parçaları halının üzerine bir yağmur gibi yağıyordu. Kadın yine isyan etmişti. "Dur fazla kaşıma Allah belanı versin, bir örtü sereyim altına." Adam karısına öfkeyle çıkışıyordu: "Lan senin de mi kaşıntın var?" Sokağa çıktığında koca gövdesi biraz rahatlamıştı. Kaşıdığı temizlediği pulların arasından derisine giren temiz oksijen bu rahatlamayı sağlıyordu. Allahın belası bu insanlar nereden bilecekti ki bu adamın neden göbeğini kaşıdığını. Semt kahvesine girdiğinde insanlar onu saygıyla selamlıyordu. Semtin namlı kabadayılarından birisiydi o artık. Goril gövdesiyle, üstelik tavşan yüreğiyle bu hale gelmişti. Bilakis insanlar onu bu hale getirmişti. Bunu da çok iyi biliyordu adam. Oturduğu yerden tesbihini çekerken insanlara nefretle bakıyordu. Selamlara bazen kafa sallayarak, bazen homurdanarak cevap veriyordu. Kinle, nefretle: "Aleyküm Selam, Eyvallah, hepinizin ..... goyim ulan. Eyvallah." Küfür etmekte haklıydı. Çok duygusal yapıda olan, karıncayı dahi incitmekten kaçınan bir adamdı geldiğinde bu semte. Bu aşağılık insan sürüsüne katıldığı zamanlarda işte bu yapıda bir insandı. Daha ilk günlerde onu kahvede sokakta, çarşıda, pazarda görenler tekrar tekrar dönüp bakmışlardı. Kimdi bu adam? Kalın bıyıklı, kalın kaşlı, koca kafalı, bir gözü sola, diğer gözü sağa bakan bu iki ayaklı maymun nereden gelmişti? Semtin gün görmüş, eski kaşarları olan ihtiyar keçilerin parmakları bir yönde birleşmişti. "İran tarafını, Pers bölgesini göstermişlerdi." Şimdi bu adam Konstantin sokaklarında ne arıyordu? Hamallık işinden başka bir şansı elbette yoktu. Ama o onurlu bir insandı. Hamallık yapmak için bir insanın az çok eşeksel bir yapıya sahip olması gerekirdi. İkinci bir şansı vardı. Madem insanlar ona korkarak bakıyordu o da buna göre bir iş yapacaktı. Çok geçmeden semtin eski yerlilerinden olan iki tilki adam bu gorilin yanına geldi. Semtin eski üç kağıtçılarından olan bu adamlar onun kokusunu almışlardı. Ama o tavşan yüreğin, korkaklığın farkına da varmışlardı. Sonunda bir fikirde buluştular. "Bu adamda öyle bir görüntü var ki yeterki düşmanına göster, sonra geri çek, sonra o iş bitsin." demişlerdi. Kısa süren bir meyhane yaşantısı dostluğundan sonra üç arkadaş yeni mesleklerine başlıyordu. Tahsilat, problem çözmek. Esnafların önünden geçiyordu adam. Birkaçına hatırlatıyordu. "Hayırlı işler, bol kazançlar ama falancanın alacağı var. Ödeme yap yoksa ayıp olmasın." diyordu. Kahvecilerin kumar alacaklarına da el atıyordu. Bakkala borcunu ödemeyenlerin peşine düşmüştü. Kirasını ödemeyenlerin de peşindeydi. "Affetmem oğlum ben adamı" diyordu birisinin yakasına yapıştığı zaman. Arada bir polis onun yakasına yapıştığı zamanlarda da "Pohunuzu yiyim abi, bir daha yapmayacağım. Şerefsizim yaparsam." diyordu. Otuz yıl süreyle çalışmadan hem haraç, hem para hem de dayak yedi durdu Konstantin sokaklarında. Bazen kahvede oturanlar onun isyan sesini hala arada bir duyar gibi olur: "Ulan kahpe dünya ben senin ....." 2.Adam Semt çarşısının ortalarında bir binanın çatı katından çıkan bazı anormal sesler insanların dikkatini çekerdi. İnlemeler, feryatlar, boğuk anlamsız sesler duyanların tüylerini diken diken ediyordu. Yabancılar bilmese de o binayı, içinde oturan o insanı, orada neler olduğunu çok iyi biliyordu. Uzun boylu, sarışın, bıyıklı hayvani bir adamın yeriydi o bina. Babadan kalan bu yerin sahibiydi adam. Aşırı alkol bir yana acımasız, psikopat bir esrarkeşti. İki köpeği vardı adamın. Bİlimsel bir çalışmanın içersine girmişti. Pavlov'un deneylerinden farklı bir deney aşamasına geçmişti. Şartlandırmanın yeni metodlarını arıyordu. En üst katta köpekler besliyordu.O duyulan boğuk, anormal seslerin çığlıkların sahibiydi köpekler. Alt katta karısı ve üç çocuğu da bu deneyin başka bir aşamasını tamamlıyordu. Dayakla şartlandırma. Belli bir limiti içtikten sonra sıra tatmin olmaya, acı çektirmeye geliyordu. Aslında bu iş için insanı tercih ederlerdi her zaman. Ortaçağ dönemlerinde olsaydı bu işi belki başarırdı. Günümüz dünyasında bu iş elbette zordu. Köpekler onu içerken korku dolu gözlerle sürekli dehşet içersinde izlerdi. Karanlık büyük bir ahır gibiydi odası. Zincirler, köpek klübesi, ipler, sopalar, halatlar, demir çubuklar ile adeta modern bir zindan oluşturmuştu. İki köpek bulundukları yerden onu izliyordu. Bir tanesi limon sandığının içine girmişti. Bir diğeri küçük bir sandalyenin altına, bir kaplumbağa misali sıkışmıştı. Koskoca köpeklerin o yerlere sığması mümkün değildi. Ama semtin Pavlov'u bu işi başarmıştı. Bir elinde şarap, bir elinde sopasıyla onlara bakarken ara sıra emirlerini sıralardı. Köpeklerin ismi yoktu. "İkinizde yer değiştirin" dediğinde limon sandığından çıkan sandalyenin altına girerdi. Diğeri de sandığa. "Sandalyenin üstüne çık" dendiğinde köpek anında emri yerine getirirdi. Yıllardır verilen bir eğitimdi bu. Ama o bu eğitimi yeterli görmüyordu. Mümkün olduğu kadar şartlandırmayı ileri kademeye götürecekti. Bazen öyle bir emir verirdiki köpekler şaşırırdı. İki köpeğe de aynı anda bakar, düşünür durur, şarabından bir yudum çeker ve emrini verirdi... "Sen su iç"... İki köpek de işte o anda yıkılırdı. Emir hangisine verilmişti. Köpekler anlardı. Sıra dayak sırasıydı. Korkudan titreyen köpekler acı çekercesine inlerdi. Köpekler birbirine bakardı. Acaba hangisine demişti. Köpeklerin gözünden yaşlar boşalırdı. Çaresizce bir tanesi çıkardı yerinden su içmek için. Diğeri de kalksa farketmezdi. Ayağa kalkardı sopasıyla haykırırdı. "Ben sana mı demiştim ulan orospu çocuğu, sana demiştim. İkinizin de anasını avradını.." Sopayla tüm gücüyle köpeklere vuruyordu. Köpekler feryat içersinden korkunç seslerle inlerken kemikleri derilerinden, çeneleri kafatasından ayrılırcasına çıkardı. Ter içinde nefes nefese kalana kadar durmadan yüzlerce kez o sopa köpeklerin vücuduna inerdi. Kırılan kemikler ile kırılan sopalar birbirine karışmıştı. Köpekler bir hafta yemek yemeden su içmeden baygın halde yatardı. Sonra da onları zincirle sıkı bir biçimde bağlardı kaçmamaları için . Son beş yılda iki köpek ölmüştü. Altı tanesi ise kaçmıştı. Bunları kaçırmaya hiç ama hiç de niyeti yoktu. Alt katta oturan karısı, üç çocuğuna bu kadar insafsız değildi. Akrabalarına, arkadaşlarına da değildi. Sıra henüz onlara gelmemişti. Bu adamın nereden geldiğini soranlara ise eller bir yönü işaret ediyordu. "Yunanistan bölgesi Sparta." 3.Adam Sabahın erken saatlerinde, yarı çıplak bir çocuğu sokakta görenler polise haber vermekte gecikmedi. Eski bir gecekondunun yıkık bahçe duvarının arasında çıkmıştı çocuk. Çocuk ağlarken üstü başı insan dışkısına bulaşmıştı. Çocuğun halini görenler, polisler, mahalleli hemen herkes şok geçiriyordu. Bazıları bu çocuğu tanıdı. Semtin en belalı serserilerinden, psikopatlarından Meto'nun gayr-ı meşru çocuğuydu bu. Polisler kilitli olan bahçe kapısını kırdıklarında Meto'nun kokmuş cesedini yerde buldular. Ceset üç günlüktü. Çocuk üç gün boyunca babasına sarılmış, uyandırmak istemiş, çabalamış, ağlamış. Tuvalet tasından su içmiş. Sahneyi görenlerin bazıları kusarken, bazıları sokağa fırlıyordu.Meto ölmeden önce de beş gün sürünmüş kapıdan çıkmak için mücadele etmiş. Altına yapmış,çocuğa bulaştırmış, o bahçe kapısını açıp yardım isteyecek gücü takati de kalmamıştı. Kırk üç yaşında ölmesine rağmen kısa süren bu yaşantıda hem ailesine, semt halkına, esnafına büyük zararları olmuştu bu adamın. Acımasız serseri insanlara acı çektirmekten zevk alırdı. Onun için dayak atmakla dayak yemek aynı zevk sayılırdı. Bu yüzden büyük bir cesareti olurdu. İçmek, küfür etmek ve sonra dayak atmak onun yaşam kaynağı sayılırdı. İnsanları korkutmak sindirmek, parasını almakla bedava yaşantı artı kaynaktı. Gaspçı, hırsız, dolandırıcı bir serseriydi. O çocuğun annesini sokakta yatarken bulmuştu. Beyin özürlü deli bir kadındı. Onu gecekondusuna aldı bir süreliğine. Bu çocuk çıktığında annesini yine sokağa saldı. Kadın bir köpek gibi yaşıyordu. Kadını önüne gelen de bir köpek gibi becerdi durdu. Tinerciler, hamallar, inşaatçılar, ihtiyar sapıklar vs.... önüne gelen. Meto hastaydı. Vücudu çökmeye başlamıştı. Vücudunda çeşitli yaralar çıkıyordu, kan kusuyordu. Artık değil birine tokat atmak, ayakta bile duramıyordu. Hayatta dayanacağı iki şey kalmıştı. Biri baston, diğeri de çocuk. Semte girdiğinde insanlar onu gördüğünde kaçıyordu. Adam verem saçıyordu. Baba ve oğul iki dilenci geliyordu. Çocukla beraber bastonuyla, esnafları, insanları tarardı. Çay içmek için girdiği kahvehane anında boşalıyordu. Ya bir kasap, ya bir manav?. Müşteriler kaçıyordu. Virüsün insan şekli olmuştu o. Onu içeri sokmamak için herkesin bir bedel vermesi şarttı. Sağlıklı olduğu zaman o bedeli dayakla korkuyla sağlamıştı. Şimdi de ölmekte olan bir adamın yapacağı son şeydi. Zehir yaymakla bu işi başarıyordu. Geçimini yaşamını son güne kadar sürdürdü Meto. Dayak atma hastalığından hala kurtulamamıştı. Söylentiye göre o kadar güçten düşmüştü ki içtiği zamanlar ağlıyor, sızlıyor, sonra da kalan son gücüyle dört yaşındaki oğlunu dövüyordu Meto. Son bir yıldır kimse görmeden sessizce...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |