Herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez. -Joe Louis |
|
||||||||||
|
Şimdi sustu da ne oldu, ne çıktı? Ben artık “konuşma”ya tövbe ettim. Konuştukça dilim, üfledikçe nefesimle bir balonu ancak şişirebildim… Ne dilim, ne dîlim ne, kelamım var benim. Ne ilmim ne de bir bilgim… Sanıyorum ilgi isteyene ilginin fazlası ağır geldi. Oysa; “Ölçülü Sev!” demişti Allah’ın Resulü. Ben bu sözü tutamadığım için değersizim. Artık, o konuşursa dinliyorum, konuşmazsa da kendimi… Der-bi-dest (hemen) kafiyeleniyor oluşum işte bu yüzden.. Çağlayan gibi akan sevgi seline çekilen beton set(!)lerin ruhumu allak bullak ettiğine iman edebilirim.. *** Bilirsiniz insanlar söylenir… Niye? Yüreğinde sevgi taşıdığı için herhalde! Ya da değer verdiğin ne ise ona söylenir durursun. En azından ben böyle kifayetsiz söyleniyorsam sevgimden ve onun için söylenirim… Bugün bana yüzünü dönmüş yek dostuma söylenip, heceme misafir ediyor oluşum da işte bu yüzden. Hece ne ola? Kelimeler kafiyesiz biliyorum ama O (c.c.) kifâyetlendiriyorsa ben ne yapabilirim? Ruh bedenle, beden ruhla senkronize oluveriyor gecenin bu saatlerinde. Hem alışkınım kendimle konuşmaya. Bazen gecenin karanlığında kim konuşur seçemiyor olsam da hep bir konu üzerinde konuşmalarımız olur. Burada hem beden hem ruh birbirinin mükâlemesi ve muhakemesi olarak huzurdadırlar. Sözcüklerin bildirmek istediklerini ona iletmek, isteklerin isteği bir kelim ruh olarak huzurdayımdır. Zira, mana benim rüyamdır! Anlam ise dünyam! Ben görürüm! Gözlerimin ışığında yalnız o görünür. Kalp gözüme görünmüş olanın lafzını düşünmesem insan olamam diye düşünürüm. Düşünürüm işte o bilmez. Bilemez, bilmek istese de bilemez… Gökkuşağımda hazan var can yolcum; sevdalar, ümitler, korkular, ürpertiler, yorgunluklar, yokluklar kavruluyorum bu saatlerde. Acıyı, tatlı tatlı sindirmeye çalışır, kelimeleri de söylenirim çaresiz… Bir ahir zaman türküsü var mı bildiğin: “Ben kimi sevmişim senden ileri” cinsinden? Keşke ellinle gözyaşlarımı silmiş olsaydın… Keşke beni “mecnun”un olarak görebilmiş olsaydın… Keşke buruşturup attığın kâğıt olsaydım. Keşke gözlerindeki mendil, kandil, fer ben olsaydım. Benimle silseydin ya göz yaşlarını, benimle yaksaydın ya göz-gönül aşkını, benimle canlansaydın ya çıktığın bu aşk yolculuğunda! Ama nafile… *** Kimsenin iç dünyasını bilemem ben. Ama gönül arşımda sadece sen parlamaya devam ediyorsun.. Sırf seni dinliyorum olmadığım günler, anlar ve saatlerde… Bazen olan bitene anlam vermek için bir kelime var mı diye bakınırım. Ama bir ad bulamam. Haşa! İllaki bir adı vardır da gökyüzüne çekilen bir ezdîl-û cân olamadığımdan bulamıyorumdur belki de… Hani harp meydanlarında sulh için sancak olmadığında beyaz mendil çekilir ya neferler tarafından gökyüzüne, işte o mendil sallayan, sulh isteyen asker gibi dalga dalgalandırmaktayım mendilimi görürsün diye… Hem ruhum hem cesedim şaşkın olan bitene… Kimi zaman cellat nişangahında, kimi zaman Azrail’in nefesiyle yoklanırım… Korkum ölmek filan değil, bilirsin ben ölümü severim. Belki de sevdiğim, arzu ettiğim ve çağırdığım için arada bir yoklayıp hatırlatır kendini… Benim korkum senin yokluğun… *** Sen de susarsın bilirim. Susmadığında içindekini kusarsın. Bazen uçar, bazen de dalıma konarsın! Aşk miracını gah yerde gah gökte yaparsın… Zamana, yere ve mekâna göre değişen bir ruh halin var görür, tanır, bilirim seni.. Ruh böyle geliştikçe bedenlerimiz de her bir şeyi anımsar, sanımsar, hazımsar oldu görüyor musun? Ağır ağır gelen hasret ağırlaştırıyor cisimlerimizi. Ay balam, has balam, ey nazlı leylim, sen benim sessiz âlemimin seslendirilmiş yektane gülü değil misin acaba? Çık artık kabuğundan da kafanı kaldır bak mavi gökyüzüne! Ve gör beni… Hasret asrı sanki içinde yaşadığımız şu zaman dilimi… Öyle bile olsa basiret asrı olduğunu da göremez misin? Ruhunu aşka uyandıramama razı olsaydın, kalbimi senet olarak imzalayıp sana sunmaya hazırdım çoktan. Onca kelime oklarınla yaralanmış sinemin yarasını kalkıp kem sözlerle saracak değilim ya! Senin gönül kâben yıkılacağına benim “boyum devrilsin” daha evla. *** Çıktığımız özlem, hasret ve ümit dolu aşk yolculuğunda kaç defa yağmura, kaç fırtınaya uğradık hatırlayamıyorum. Ama hazan bahçelerimizi minicik bir gülümseyişinle güneş doğdurduğunu hatırlatmama gerek yok sanıyorum. Diyorum ki gel uzat elini de derdine, yarana merhem ben olayım. Gel “Barış” olalım. “Ellerimle büyüttüğüm solar iken dirilttiğim / Çiçeğimi kopardın sen, ellere verdin” diye isyan edip dağları, ovaları ruhlarımızla aşıp sevdiğimizi yakından görme”yi artık olur kılalım… Beni aklınla yargılayabilirsin! Ama gözün ve özünle algıla. El hak! Söylediğim şeyler küçük değil, büyük de değil fakat: “tutku”nu görmek istememe gönül de koyma. Dalga dalga çağlayışını, bir mendil sallayışını görmek istememe gönül koyma… Şimdilik ve her zaman Aziz Allah’a emanet olasın Ruh-i revanım benim… ***
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |