Bir sanatçı başarısız olamaz; sanatçı olabilmek bir başarıdır. -Charles Horton Cooley |
|
||||||||||
|
— Bakın bakın denizde boğulmuş bir adam var. Vapuru çabuk durdurun, bakın orda suyun içinde biri var. İnce ama ıslık gibi bir sesle kırk yaşlarında bir kadın çığlık çığlığa bağırıyordu. Kadının sesini duyduğumda vapurun kıç tarafında martılara simit atan insanları izleyerek yolculuğun tadını çıkarıyordum. Benden yarım metre ileride birbirine sarılmış iki genç vardı. Oğlanın attığı simit parçası neredeyse suya değecek kadar düştüğünde sumrunun biri son anda onu fark edip denize düşmeden yakalamıştı. Kadının boğazını yırtarcasına feryatlarına kimsenin aldırmadığını fark eden otuzlu yaşlarda iri yarı, kocaman bıyıklı bir erkek filmlerde duyduğumuz o çok bildik cümleyi haykırdı. — Denize adam düştü. Vapuru hemen durdurun. Bütün yolcular sesin geldiği güverteye yığıldılar. Vapur yavaşladı. Sudaki erkek Cesedi geride kalmıştı. Gördüğüm ilk anda aklımdan denize atlayıp boğulmuş erkeği sürükleyerek vapurun yanına getirmek düşüncesi geçti. Kimsenin kılı kıpırdamayınca bunun gereksiz ve abartılı bir kahramanlık gibi görüleceğini anlayıp vazgeçtim. Vapurdaki görevliler de dâhil kimsenin böyle bir girişimi olmadı. Sadece polise ve sahil güvenliğe falan telefon edildi. Güvertedeki yolcuların bir kısmı vapur geciktiği ve gideceği yere geç kaldıkları sıkıntısı içindeyken, daha kalabalık bir bölümü ise ne olup biteceğini merakla beklemeyi istiyordu. Vapur durduktan on beş dakika sonra yolcular kendi aralarında bunu konuşmaya başladılar. Güvertedekilerin bir kısmı “Bu polisin işi, bizi ilgilendirmez. Zaten polis gelmeden cesedi denizden çıkarmak kanıtları yok edebilir.”diyordu. Bir kısmı ise “Ne olacaksa olsun. Hiçbir şey yapmadan akşama kadar bekleyecek değiliz ya. Vapurdaki görevliler cesedi denizden güverteye çekip gideceğimiz iskelede polislere teslim etsinler. Ne olacaksa olsun. İşimiz, gücümüz var.”diyorlardı. Vapurdaki görevliler “Polisler gelinceye kadar bekleyeceğiz. Çünkü gidersek polisler cesedi bulamayabilir. Çok sürmez zaten birazdan gelirler.”deyip tartışmalara son noktayı da koydular. Polisler hemen gelmediler. Sürekli yapılan telsiz görüşmelerine rağmen yaklaşık olarak deniz polisinin gelmesi kırk beş dakikayı buldu. Polisler gelip cesedi daha botlarına bile almadan önce güvertede adam hakkında haberler uçuşmaya başladı. Uçuşan haberlerden boğulan adamla hiç ilgisi olmayan yepyeni bir yaşam öyküleri bile yaratıldı. İnsanoğlunun can sıkıntısına ve bilinmezlere karşı tahammülsüzlüğü bir saat içinde onlarca masal yaratmaya yetip artmıştı. Gazete haberlerinde her gün tekrarlanan bildik öyküler en kolay kabul görenler oldu. Yolcular arasında en çok tutan öykü adamın kendi halinde, evli, barklı bir küçük esnaf olduğu söylence oldu. Bir çok küçük esnaf gibi önce işleri güzel gitmişti. Sonra döviz ucuzlamış, para sokaktan el etek çekmiş, insanlar nakit para yerine kredi kartlarına dönmüştü. Adamcağız bu sürece uyum sağlayamayarak alacak-borç terazisinin ayarının şaşırmış, bankalardan sonra tefecilerden de borç almak gafletine düşmüştü. Zaten her gün eve icra memurları geliyordu. İşin içine tefecinin adamları da girince iyice dayanılmaz olmuşu. Çevreye rezil olmak bir yana kendi eşinin çocuklarının bile yüzüne bakamaz hale gelince çareyi kendisini Konak’tan denize bırakmakta bulmuştu. Ölmeye karar vermeden önce bildiği çıkış yollarının hepsini kullanmıştı. Hatta başbakana bile mektup yazıp derdini anlatmıştı. Bir ara televizyonları basıp çaresizliğini ve içine düştüğü bataklığı yetmiş milyona duyurmayı bile düşünmüştü. Ama polisleri ve mahkemeleri uğraştırmak istememişti. Çünkü o devletine, kanunlarına ve Türk polisine karşı çok saygılı bir vatandaştı. Bütün kapıların yüzüne kapalı olduğunu anlayınca kendini körfezin sularına bırakmıştı. Bu öykü tam intihar ile cinayet noktasında çatallanıyor, anlatılanların bir kısmı mafya tarafından öldürülüp suya atıldığı mizanseninde sona eriyordu. En çok ilgi gören ve konuşulan ikinci öykü klasik bir namus davasını anlatıyordu. Bu öyküde adamın karısı iki çocuğunu ve on beş yıllık eşini, evini, barkını yüz üstü bırakıp ansızın sırra kadem basmıştı. Adamcağız yaşlı gözlerle aylarca kayıp karısını aramıştı. Polise, savcılığa müracaat etmişti. Karısının okuması yazması bile yoktu. O kendi başına bakkala bile zor zor gidebiliyordu. Karısının kandırılarak kaçırıldığını düşünüyor, uyuşturucu ve fuhuş bataklığına sürükleneceğinden endişe ediyordu. İki ay sonra bir akşamüzeri polisler evine gelip karısını bulduklarını ama aile içi şiddet nedeniyle evine gelmek istemediğini söylemişlerdi. Onların da kadını zorla kolundan tutup evine getirmek gibi bir yetkileri olmadığını, kadının kendi rızasıyla evine dönmediğinde yapacak bir şeyleri olmadığını anlatmaya çalışmışlardı. Adam bunu duyunca devlete ve polise isyan etmişti. Hatta ertesi gün evine gelen polisleri görevlerini yapmadıkları için önce karakol amirliğine, sonra da savcılığa şikayet etmişti. Şikayetleri hiçbir sonuç vermemişti. İleriki haftalarda adam karısı hakkında bilgi almak için aynı karakola gitmişti. Ama hiç kimse onula ilgilenmemiş, derdini dinlememiş hatta yüzüne bile bakmamıştı. “Git bildiğin yere şikâyet et. Karının nerede olduğu, ne yaptığı, kiminle olduğu bizi ilgilendirmez .”demişlerdi. Karısının başka bir erkekle kaçtığını ilk defa o zaman anlayabilmişti. Sonra adam komşularının akıl vermesiyle televizyonların gündüz programlarına gitmeye karar vermişti. Televizyoncular çok başvuru olduğu için kendisini iki hafta beklettikten sonra programa çıkarmıştı. Ekranlardan karısının resmini gösterip, iki gözü iki çeşme ağlayan adamın anlattıklarını günlerce yayınlamışlardı. En sonunda adamın karısı televizyonun yayınladığı resmine ve adamın ağlayarak anlattığı yalanlara dayanamayıp canlı yayına bağlanmıştı. Kocasının yalancı olduğunu, çocuklarını ve kendisini her gün dövdüğünü, içki ve kumar alışkanlığı nedeniyle eve ekmek getirmediğini, sürekli aç kaldıklarını, komşuların yardımı ile zar zor yaşadıklarını anlattı. Bunlarla yetinmeyip özel yaşamlarının en mahrem sırlarını, adamın erkek olarak yetersiz ve çok pis biri olduğunu, hiç banyo yapmadığını, hatta kendisini evine getirip birlikte içki içtiği arkadaşlarına peşkeş çekmeye kalktığını da söylemişti. Evine dönmeyeceğini, kaporta ustası Halil’e kendi rızasıyla kaçtığını, onu çok sevdiğini ve onunla çok mutlu olduğunu, kocasından sadece kendisine çocuklarını görebilmek için izin vermesini istediğini ekranlardan yetmiş milyona haykırmıştı. Kadının hiç de adamın anlattığı gibi cahil ve zavallı olmadığını anlayan canlı yayın dekoru katılımcılar şaşkınlıklar içinde konuşmaları dinleyip olaydan her gün yaptıkları gibi yine yüzlerce ders çıkarıp, adamı aşağılamışlardı. Stüdyodaki koca karısının anlattıklarından deliye dönüp karısını öldüreceğini söyleyince, küfürler ve tehditler yağdırınca, yayına reklâm girerek adamın sözlerini kesmişler, onu da yaka paça stüdyodan dışarı sokağa atmışlardı. Talihsiz koca, cani ve ahlaksız bir kocaya dönüşüp bütün komşularına, akrabalarına ve televizyonda sık sık yinelenen o meçhul yetmiş milyon kişiye rezil olduğu için programdan sonra kendini öldürmeye karar vermişti. Önce gidip cebindeki bütün parasıyla zil zurna sarhoş oluncaya kadar içmiş, sabaha karşı meyhaneden çıkıp kendini Karşıyaka sahillerinden denize bırakmıştı. Deniz polisi geldikten az sonra vapur hareket etti. Yolcular ölen adam hakkında uydurulan ucuz öyküleri de yanlarına alıp önce Karşıyaka Vapur İskelesine, sonra da kentin kalabalık sokaklarına dağıldılar. Birkaç televizyon kanalı ölen adamı akşam haber kuşağında derme çatma birkaç cümle ile söyleyip sonra da unutulsun diye zamanın acımasız kollarına bıraktı. Boğulmuş olarak körfezin ortasında bulunan adama ait gerçekler vapurun güvertesinde can sıkıntısından uydurulan senaryolardan oldukça farklıydı. Polisler adamın ıslak ceplerinde cüzdanını ve kimliğini buldular. Adamın kimliğinde bin dokuz yüz altmış iki senesinin altıncı ayının yirmi üçüncü günü Saruhanlı’da Musa ve Pakize oğlu olarak dünyaya geldiği, Manisa İli, Saruhanlı İlçesi , Harmandalı Köyü Nüfusuna kayıtlı ve evli Bayram YORULMAZ olduğu yazıyordu. Bayram YORULMAZ köyde babasından kalma eski kerpiç bir evde abisinin ailesi ile birlikte yaşıyordu. Kendisinin üç, ağabeyinin ise beş çocuğu vardı. İki kardeşin birkaç dönüm tütünü, biraz zeytinliği ve elliye yakın da koyunları vardı. Bayram dört gün önce köyden çıkıp Nisan ayında sattıkları kuzuların parasını almaya Manisa’ya gitmişti. Asıl mesele kuzuları, zeytinleri satmak değil zamanı geldiğinde parası almaktı. Her zaman borçlular alavere dalavere çevirip, kırk yalana kırk daha katıp borçlarını ödemeyi önce bir, iki hafta sonra da birkaç atlatmaya çalışırlardı. Bu sefer nasıl olmuşsa yalan dolana baş vurmadan kasap kuzuların bütün parasını tastamam Bayram’ın avucuna saymıştı. Parayı cebine koyan Bayram köye dönmek yerine otobüse atlayıp İzmir’e gitmeye, biraz yaşamaya, para yemeye karar vermişti. İzmire’e inince Basmane’ye gidip önce kendisine ucuz bir otel odası ayarladı. Sonra Kemeraltı’na geçip yeni pantolon, gömlek, ayakkabı ve çamaşır aldı. Otele geri dönüp duş aldı ve yeni giysilerini giydi. Aynada kendine bakıp “Ulan Bayram, şimdi biraz adama benzedin işte.”dedi. İmbat’ın İzmir’in sokak aralarını yalamaya başladığı, ikindi sonrası çıkıp yürüyerek Kordon’a gitti. Kordon’dan Konak’a vapur iskelesine kadar yürüyüp insanlara baktı. Şehrin sahildeki kalabalığına karıştı. Uzun yürüyüşünü bitirdiğinde güneş körfezin üzerine inmeye başlamıştı. Kordona geri gelip Sirena Lık Lık Birahanesi’nin dışarıdaki masalarından birine oturdu. Kendisine parmak patates ve fıçı bira söyledi. Birasını yudumlarken gelip geçenlere, birahaneye gelip oturanlara ve kalkıp gidenlere bakarak oyalandı. Birahanenin önünden o gece yüzlerce, binlerce güzel kadın geçti. Bayramın canı hiç olmasa bu kadınlardan sadece birisi gelsin, masasına otursun, tanışıp bira içsinler, sohbet etsinler isterdi. Olmadı, kimse gelip Bayram’ın masasına oturmadı, hatta yüzüne bile bakmadı. O da zaten kimseye bir şey teklif edemeyecek kadar utangaç ve çekingendi. O geceyi özetlemek gerekirse oturdu, içti, içtikçe efkarlandı, efkarlandıkça sigara yaktı, içti ve oturdu. Saat gece yarısını geçip bir buçuğa yaklaştığında birahaneden kalktı. Epey sarhoş olmuştu. Adımlarını kontrol etmeye çalışarak konağa doğru yürüdü. Bir müddet sonra yoruldu ve terledi. Dinlenmek için denizin kıyısındaki beton setin üzerine oturdu. Karşıyaka’dan denize yağan ışık cümbüşüne dalıp bir sigara yaktı. Beton setin üzerinde ağzında yarılanmış sigarasıyla uykuya daldı. Bayram’ı beton üzerinde uyurken görenler vardı. Ama kimse denize düştüğünü ve sarhoş olduğu için kolayca suya teslim olduğunu göremedi. Denizden çıkarıldığında cebinde iki milyara yakın parası hala duruyordu. Adli tıbbın yaptığı otopsinin ardından Bayram’ın ölümü polis kayıtlarına intihar diye geçti. Cenazesi ailesine teslim edilip kendi köyünde toprağa verildi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |