Şiir, tarihten daha felsefidir ve daha yüksekte durur. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
İskenderun Garı’na yolcu treni gelmiyor artık. Hareket saatinden önce trene doğru koşturan yolcular da yok. Tren yolculuğunu tamamlayıp, bir tapınağın bahçesine girercesine rehavet ve huzur içinde İskenderun sokaklarına dağılan kimseler de yok. Artık ağır trenler var, yük trenleri var. İnsan taşımayan, insana uzak trenler var. Bir zamanlar gemiler terketmiş, İskenderun’dan İstanbul’a giden gemiler. Şimdi de trenler. Yüzyılı aşan süredir, duyulan yolcu trenlerinin cuf cuf sesleri de yok. İskenderun iki kapılı han gibidir günümüzde. Kontrolü ise şimdi çok daha kolay. Karayolu da olmasa, asayişi daha iyi olur. Refik Halid Karay 1954 yılında yayınlattığı,1973 yılında da filme çekilen, sinemalarda gösterilen, “2000 Yılının Sevgilisi” isimli romanının ilk cümlesi, ‘İskenderun Garı’ ile başlar. Refik Halid; birbirlerini tanımayan iki genç olan, Fahir’le Güldal’ı İskenderun Garı’ndan, Ankara – İstanbul trenine bindirir. Ökaliptus ağaçlarının yakıcı kokusu arsında, iki genç insan gözgöze geleceklerdir, İskenderun Treninde. Bu aşk, İskenderunlu’ya pek uzak olmayan, yeniden doğuşu doğrulatırcasına gerçekleşir. Fahir’in dediğine bakılırsa; bu bir görüşte bir aşk değil, zamanın derinliklerinden gelen, 2000 yıldır yaşanan bir aşktır bu. Fahir, Güldal’ı Tamara olduğunu dile getirir. Sonra, Tamara, Amora olur. Selçuklular döneminde Zerrintaç adını alır. Romanda, Güldal tatlı bir kız örneği olarak çizilmiş. Biz en iyisi 2000 Yılın Sevgilisi’nin satırlarına bir göz atalım: ” İskenderun Garı, Ankara – İstanbul trenine bineceklerle onları uğurlamaya gelenlerin kalabalığından bir an evvel kurtulup okaliptus ağaçlarının kenar mahalle eczanesi kokulu gölgesinde öğle uykusuna dalmak istiyor. Mayısın henüz yirmisi ama burada şimdiden temmuz sıcağı hüküm sürmektedir. Güldal, amca kızı Gülnur’a usulcacık sordu: “Şu adamı tanıyor musun?” Yataklı vagonun önünde, küçük valizini yere bırakmış, uzun boylu, yüzünün hatlar madalyalardaki kabartma resimleri kadar keskin, tunç sertliğinde bir genci işaret etmişti. Daha doğrusu işaret etmeden Gülnur bu delikanlıdan bahsolunduğunu, aynı şeyi düşündüğü için anlayıvermişti. “Hayır,” dedi, “tanımıyorum; buralı değil. Galiba beraber yolculuk edeceksin. Şansın var, hoş adam! Eğer o da İstanbul’a gidiyorsa tam iki gece bir buçuk gün aynı çatı altında bulunacaksınız. İyi ki yağmurlar yağdı, seller meydanı bataklığa çevirdi de uçağa binemedin. Ne malum, bu tesadüfün sonunu belki de düğün davetiyesinden öğreneceğiz.” “Zannetmem,” diye söylendi. “ baksana, adamcağız vurdumduymaz. Bizimle meşgul olacağına hayran hayran dağ tepelerini seyrediyor. Hem bekarlığına nerden hükmettin?” “Ben sezerim, hiç de yanılmam.” Onlar böyle konuşurken hakkında fısıldananları işitmişcesine, delikanlı başını çevirdi; garın uçuk benizli gölgesine toplanmış kadınlı erkekli uğurlayıcı grubuna bir göz attı. On beş kişiden fazla idiler. Akraba ve ahbap olarak aralarında hepsi de iyi giyinmiş, hepsi de yüzüne bakılır dokuz tane kız ve kadın bulunuyordu. Şirin, güler yüzlü. İskenderun’da -Hatay ilhakından sonra- büyük arazi sahiplerinin birdenbire, bütün Anadolu kasaba ve şehirlerindekilerden daha kısa zamanda yeni hayata uygun hale gelmiş kızları ve kadınları… Fransız işgalinin sosyal değişiklere engel olmak şöyle dursun zemin hazırlaması bu süratte mühim rol oynar. Fakat en mühim sebep Türk halkının, Türk olmayan ahaliye karşı, Atatürk inkılabını bir nümayiş şekli vererek benimsemiş görünme gayretidir. Anavatandan sadece inkılaba ayak uydurmaktan ibaret, yarı zoraki hareket Hatay’da bir vatanseverlik mahiyetini almıştı. Güldal ile gülnur’un hoşlarına giden erkek, ışık fazla keskin olduğundan muhakkak ki çevreleri ayırt edemedi. Edememekle beraber, “Hangisiyle ya da hangileriyle yol arkadaşlığı edeceğim? diye düşünmüş olması lazımdı. Güldal içinden: “Benimle,” diye söylendi. “ yalnız benimle beyefendi… Öbürleri kalacaklar. Hissenize ben düştüm… En iyisi, İstanbullu’su!” Tam o sırada amcası, - orada banka müdürü idi- yakışıklı erkeğe seslendi: “Doktor! Doktor! İkisi de birbirlerine doğru yürüdüler; el sıkıştılar. Kızlar aralarında fısıldaştılar: “Doktormuş…” Trenin hareketine birkaç dakika kaldığı için bütün grup konuşarak- Suriye’den kaçak getirimli en mükemmel Fransız markalı parfümlerin öğle sıcağında adeta şahlanarak erkeğe hücum hücum eden azgın rahiyası içinde – vagonlara yaklaşıyor… Küme oldular. “ Güldal! Bak, Doktor Fahir Bey, de İstanbul’a gidiyor. Sizi tanıştırayım.” Burada romanı bırakıyorum kendi yolunda gitsin. Bu romanın giriş cümlelerini buraya uzun uzun yazmamın iki nedeni var. Birincisi 1944 yılların İskenderun’undan kesitler sunan roman, o dönemin İskenderun’a ait toplumsal, siyasal ve kültürel pek çok bilgi veriyor. Roman bir tren yolculuğunu anlattığı için yol boyunca hep İskenderun adı geçiyor sohbet aralarında. İkinci neden ise … bu yolcu trenlerinde romanda olduğu gibi doktorlar, banka müdürleri, subaylar, avukatlar, işadamları gibi günümüzün elitist kesimi yolculuk yapsaydı yine tren seferleri durdurulur muydu? Bir gazetede çıkan trenlerin iyi çalışmadığını belirten haber üzerine, iyileştirici tedbirler alınacağına, durumdan vazife çıkarıp, yolcu seferleri durduruldu. Ne zaman başlayacağı da henüz bilinmiyor. Kitabın 33 sayfasında sayfasında şu cümleyi okudum ve paylaşmak istiyorum: …İsviçre dönüşü vapurda tanıştığı bir romancı ona söylemiş ve ilave etmiş: “Siz yüzlerce ırkın karıştığı binlerce senenin Akdeniz trenini temsil ediyorsunuz. Grek, Latin, Türk, Arap, Berberi hatta eski devirler; Roma, ve Kartaca! Asıl mühim tarafı bazen onlardan birine, bazen ötekine daha çok benziyorsunuz; yani zaman zaman bir tanesi üstün geliyor. Bana bir an oluyor Thais, bir an da Salambo’yu düşündürüyorsunuz. Bilitis sizsiniz diyeceğim geliyor. Osmanlı tarihinin Baffo veya Nasoya’sı sizde mevcut! Denizlerin perisi olan Akdeniz’in tadı, rengi, huyu; gölgesi, ışığı vesairesi var sizde!” Bunları aklından geçiren Güldal içinden söylendi: “Bilememişsiniz romancı bey! Ben Sibel ve Zerrintaç’ım. Sise limanında satılığa çıkarılan on sekiz yaşındaki güzel esire Tamara benim! Doktor Fahir’le ilk defa, ikibin sene kadar önce bu şehrin esir pazarında karşılaşmıştık. Ne sandınız? İşte, o yıllardaki adını henüz bilmediğim gemici aşığım şudur:…” Yazar bu coğrayayı çok güzel betimlemiş. Bugünkü olabilecekleri o günden görmüş. Yazarlık geleceği görme biçimidir bir şekilde. Anadolu’da binlerce yıldır devam eden aşkı kimseler bozamaz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © kemal düz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |