"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
"Artık sözün bittiği yerdeyiz" diyor. Düşüncelerim dağılıyor. Asık suratlı bir general televizyon ekranında kendinden çok emin, sert bir şekilde konuşuyor. Otoritesinden, gücünden, makamından çok emin bir adam gibi görünüyor. Neyi temsil ediyor. İnsanı mı yoksa üstlendiği karanlık geçmiş çağları mı temsil ediyor. "Artık sözün bittiği yerdeyiz" diyor. Midem bulanıyor, başım dönüyor, nefret vücudumu sarıyor. Görüyorum yeniden sahneyi, bana hatırlatıyor. Geçmiş peşimi bırakmıyor. On dört yaşındayım. 12 Eylül askeri darbesinin postal sesleri duyuluyor. Darbeye bir kaç aylık süre kalmış. Süleymaniye, Vefa, Küçükpazar semtleri, sokakları o gün binlerce askerin, komandonun postalları arasında eziliyor. Aynı anda evler, iş yerleri basılıyor. İnsanlar adeta savaş esiri gibi eller havada gruplar halinde götürülüyor. Kalabalık bir grubun içindeyim. Babam ön sırada yürüyor, dipçikler tekmeler her taraftan yağıyor. Küfürler, marşlar, çığlıklar, feryatlar, silah sesleri sanki cehennnemden geliyor. "Orospu çocuğu" diyor bir ses. Sivil bir polis beni kalabalıktan çekiyor. Yakamdan tuttuğu gibi kaldırıyor, ayaklarım yerden kesiliyor. Bağırıyor. "Asker bu on beş yaş altı, çık ulan oradan" diyor. Tekmeyle sıradan çıkıyorum. Subayların, sivil polislerin naraları, emirleri, askerleri daha da çıldırtıyor. Yirmi yaşında saf temiz, anadolu köylüsü çocuklar emirleri harfiyen yerine getiriyor. Lazı, kürdü, çerkezi, egelisi, trakyalısı adeta acımasızlıkta birbirleriyle yarış ediyor. Şüpheye düşüyorum. Düşman saldırısı mı acaba diyorum. Ama biliyorum bunlar mavi bereli, kamuflajlı komandolar, bizim askerlerimiz. Babamı götürüyorlar, onu kaybediyorum. Askeri kamyonlara bindirilen insanlar son sürat götürülüyor. Korku içinde, telaşla bir sokağa giriyorum. Bir haykırış daha: "Dur kımıldama, eller yukarı" Akşam karanlığında bu sokakta başka askerler, başka bir grup insanı duvara dizmiş bekliyor. Ünlü spiker ona gülümseyerek bakıyor. Soruları öyle bir içten, öyle bir saygıyla soruyor ki asık suratlı general çok memnun bir yüz ifadesiyle ona bakıyor. İkisi de hallerinden memnun, Makam, mevki, para, güç her şey onlarda. Belli oluyor. Ekran bazen tankları, uçakları, törenleri gösteriyor. Sivil otoriteden güç aldığı her halinden belli. Devamlı kavga eden, televizyon ekranlarından bağırarak slogan atan siyasiler, generaller, bir toplantıda bir araya geldiklerinde ise kırk yıllık dostlar gibi kucaklaşıyor, gülümsüyor, tokalaşıyor. Hayret ediyorum. İnsanlık, söz, dürüstlük, davranış, karakter nerede acaba. Haberler adeta ikinci dünya savaşı belgeselleri gibi. Bir çocuk bunları seyrederken acaba ne düşünüyor. Hayata, geleceğe nasıl bakıyor. Sivil otorite müslümanları yeniden müslüman yapma telaşında. Sivil otorite çölden, kudüsten, gazzeden bahsediyor. Onları alkışlayanların birçoğu ise belki de bugünlerde şiddetli yağan yağmurdan, sellerden, mahallesinde, evinde boğulmak üzere. Gençler, çocuklar fakirlik, ümitsizlik, uyuşturucu, hırsızlık, fuhuş, çöküntü dünyasında yol alıyor. Gelecek nerede, ama kimin umurunda. Camilerden aynı anda yüksek sesle haykıran ezan belkide bu sesleri bastırmak istiyor. "Kimliğini çıkar ulan" diyor asker. Kimliğime bakıyor. Ona anlatıyorum, dinlemiyor. "Geç ulan sıraya" diyor. Bir tekme, bir dipçik daha. Kalabalığa katılıyorum, eller havada bekliyoruz. Az sonra bir subay geliyor, emir veriyor. "Metris reosuna" diyor. Asker beni gösteriyor. Polisin dediği gibi o da aynı şeyleri söylüyor. "Bu on beş altı, çık ulan sıradan" diyor, küfür ediyor. Tekmeyle sıradan çıkıyorum. Başka bir sokağa giriyorum, aynı insanlar, aynı askerler. "Eller yukarı, kimliğini çıkar." Dört beş sokak daha geçiyorum. Her yer abluka altında, Süleymaniyeden çıkış yok. Gece on iki oluyor, terk edilen bir berber dükkanına sığınıyorum. Berber de göz altında. Kapılar ardına kadar açık. Bir süre orada saklanıyorum. Gece yarısı iki'ye doğru dükkandan çıkıp, Şehzadebaşına doğru yürüyorum. Ortalıkta sokak köpeklerinden başka kimse gözükmüyor. Bir kaç askeri jip, kamyon kalmış sadece. Hiç kimse yok. Binlerce askerden, onbinlerce gözaltından eser yok. Minibüsler, taksiler, araçlar, caddeleri terk etmiş. Fatihte oturduğum gecekonduya doğru yürüyorum.Evin kapısını çaldığımda, annem soruyor.Anlatıyorum.Uykulu gözlerle, donuk bir yüz ifadesiyle bakıyor.Kadın alışmış, bir şey demiyor.Babamı üç gün sonra salıyorlar.Perişan bir halde, sırtında onlarca jop izi var.Annem sırtına merhem sürerken onları izliyorum.İkisi de hiç konuşmuyor.Suçlu kim, ikiside bilmiyor.. Belki de sözün bittiği yerdelerdi... Televizyonu kapatıyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |