En büyük mutluluk ve en büyük sıkıntı anlarında sanatçıya gereksinme duyarız. -Goethe |
|
||||||||||
|
3 Mart 1924 günü Hilâfet müessesesi ile Şer’ iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılır, aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe konur. 20 Nisan 1924 günü İkinci Anayasa kabul edilir. 4 Mart 1925 Takrir-i Sükun Kanunu, 25 Kasım 1925 Şapka Kanunu kabul edilir, 30 Kasım 1925 Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kararı alınır, 26 17 Şubat 1926’da Medeni Kanun kabul edilir, 1 Kasım 1928’ de Harf İnkılâbı başlatılır. Daha bunlar gibi irili ufaklı nice “inkılâp” uygulaması 1930’ lu yılların ortasına kadar bütün sıcaklığı ile devam eder. Ülkede yaşanan böylesine yoğun çalkantıların başlangıcından itibaren mûsıkimiz de nasipsiz (!) kalmayacaktı. Ama mûsıkîmizin belirgin olarak böyle bir işleme konu olması , Mustafa Kemal’ in 9 Ağustos 1928 akşamı Türk, Mısır ve İtalyan Müzisyenlerce verilecek olan konseri dinlemek için Sarayburnu Gazinosu’na gelişi ve burada yaptığı konuşma ile başlayacak ve akabinde neredeyse 1950, hatta onun da ötesinde 1970’ li yılların son senelerine kadar bütün dramatik sonuçlarıyla devam edecektir. Hemen hemen bütün inkılâpların teorik planlamasında olduğu gibi mûsıkî bahsinin yol haritasısının çiziminde de Ziya Gökalp rol alacaktı. “Mûsıkî” de yapılması gereken değişime, Gökalp’ın hem Meşrutiyet döneminden Cumhuriyet’ e kadarki yazdığı makalelerde; hem de “Türkçülüğün Esasları”nda oldukça özel bir önem verilmiştir. Gökalp, bir müzikolog veya müzisyen olmamasına rağmen; “…ülkemizde yan yana yaşayan iki musiki olduğunu , birisinin Türk halkı tarafından kendiliğinden oluşturulmuş Türk Musıkîsi, diğerinin Farabî tarafından Bizans’ tan ithal edilenOsmanlı Musıkîsi olduğunu, Halk Müziği’ nin kültürümüzün, Osmanlı Musıkîsi’ nin ise Medeniyetimizin musıkisi olduğu “ iddiasında bulunur ve hemen peşinden “Osmanlı Musıkîsi’ nin belli kurallardan meydana gelmiş bir bilim olduğunu,Türk Musıkîsi’ nin ise naif, belli usul ve kuralları olmayan, bilim kalıpları dışında içten melodilerden ibaret olduğunu” ilmî bir kesin hüküm imişşcesine ve de hiçbir hata payı ihtimali gözetmeyerek, kendince tescil eder.[1] Böylesi bir hükme varınca, gerisi oldukça kolaydır. Osmanlı mûsıkîsi de, tu-kaka edilmeli ve yasaklanmalıdır. Peki Osmanlı Musıkîsi’ ni attığımızda, Halk Musıkîsi yeterli olabilecek midir? Hayır!.. O zaman ne yapılmalıdır?.. Kolayı var : “…Millî Mûsıkîmiz, memleketimizdeki halk mûsıkîsiyle, garp mûsıkîsinin imtizacından (uyumundan) doğacaktır. Halk mûsıkîmiz, bize bir çok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve garp musıkîsi usulünce armonize edersek hem millî, hem de Avrupaî bir musıkîye malik oluruz…” [2] demekle kolayca bir çözüm bulunacağını zanneder. Oysa vardığı bu hükümü de yanlış bir örnek ve temel üzerine kurmaktadır. Yani Halk mûsıkîsi nağmelerinin , polifonik yöntemlerle armonize edilerek oluşturulacak sentez fikri : “….Berker’ in de belirttiği gibi, Gökalp’in kafasındaki millî müzikte sentez fikri,19. yüzyılda Rus Beşleri diye bilinen bestecilerin tecrübelerinden çıkan modele dayanmaktadır…” [3] Bu görüş aslında Gökalp’ten önce, Meşrutiyet dönemlerinde Necip Asım Yazıksız ve müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal’ ce de dile getirilmişti. Hatta: “…Türk musıkîsi’nin Yunan kaynaklı olduğunu, bize Araplar ve Acemler vasıtasıyla geldiğini iddia eden ilk yazar Necip Asım Bey’ dir…” [4] Ziya Gökâlp’in ileri sürdüğü bu görüşlerden çok önce, Necip Asım 1918’ de şunları yazacaktır : “…Millî bir müzik ibdaı hususundaki muvaffakiyetleri herkesin müsellemi olan Macarlar gibi biz de millî müzik vücuda getirebilmek için Macaristan’ dan bir müzik âlimi getirmek, bu külliyatı ona tevdî etmek gerekir..”(Necip Asım, Dilimiz, Musıkimiz,Türk Yurdu Dergisi,Yıl:7,Cid:XIV,sayı:157,1334’ten aktaran Cem Behar)Nitekim,yıllar sonra Macar Besteci Bela Bartok Türkiyeye gelir…”[5] Necip Asım’ın tezine göre mevcut olmayan (!) “milllî musıkimiz”i oluşturmak üzere Macaristan’ dan müzik uzmanı ithal etmekten başka çaremiz yoktur. Ragıp Gazimihal ise 1929’da yazdığı“Şarkî Anadolu Türkü ve Oyunları” başlıklı kitabında; Gökalp ile aynı şeyleri düşündüklerini şu sözleriyle anlatır: “ Kendi yazdıklarımı Gökalp’in düşüncelerinden evvel getirişim, O’ nun benden fikir aldığı maksadıyla değildir. Bilâkis benim onun tesiri altında kalmadığımı göstermek içindi. Gökâlp gibi alimlerimiz musikişinas olmamak yüzünden sık sık musıki hataları yapmışlar ise de, bizce muhterem olan cihet onların cesaret-i medeniyeleri ve esas içtihatlarıdır…” Yani diyor ki Gazimihal: Gökalp’ in mûsıkî hakkındaki sözleri yanlış bile olsa, değilmi ki , inkılâpların bütününe hizmet ediyor, o zaman her şey gibi o da mübahtır. Tabii bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olan Gökalp’ e hak ettiği cevap, çağdaşı olan, Mûsıkî’miz otoritelerince verilecekti: “…Gökalp’ in bu görüşlerine ilk kapsamlı cevap RAUF YEKTA Bey’ den gelmiştir. Rauf Yekta Bey Geleneksel Osmanlı/Türk müziğinin aslında bir tek müzik olduğunu söyler. Türk müziğinin de gerek tarihsel, gerekse teknik açılardan birbirinden ayırt edilmemesi gereken ‘avam’a hitabeden spontane bir Halk Müziği kanadı ile, daha ince ve rafine bir zevke hitabeden bir ‘havass’ kanadı bulunduğunu ön sürer…” “ …Rauf Yekta’ nın bu bakış açısı daha sonra başta Hüseyin Sadeddin Arel ve Dr. Suphi Ezgi olmak üzere bir çok yandaş bulmuştur…” [6] O devirde belki bir şeyler ifade eden bu tezlere günümüz gözüyle bakıldığında; bunların ciddiye alınmayacak derecede gerçek dışı, tutarsız ve komik yargılar olduğu ortaya çıkar. Ayrıca, mûsıkîmizin Bizans’ tan ithal edildiği görüşünde olan bir sosyolog’ un bu mûsıkîyi atıp, yerine kendi “öz musiki”mizi meydana getirirken, Batı’ nın ” polifonik” sistem ve tekniğini ısrarla savunması da her halde ilginç bir paradoks olmalıydı. Bu yüzden diğer görüşlerindeki tutarlılık ve doğruluk payı tamamen veya kısmen olsa bile, bu onun musıkîye dair bütün tezlerinin hiçbir akademik değerinin bulunmadığı gerçeğini değiştirmeyecektir. Kendisinin çağdaşı olan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Nurullah Ataç, Falih Rıfkı Atay, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ahmet Ağaoğlu v.d. isimler ölümü sebebiyle verdikleri demeçlerde sosyologluğu, Türkçülüğü ,metodu, şairliği ve diğer özelliklerini göklere çıkarsalar da, bugünün hakkaniyet sahibi ve objektif değerlendirmede bulunan düşünürleri çok değişik görüşleri dile getirmektedirler. Özellikle musıkîye ilişkin görüşleri, bu gün Mûsikîmiz hakkında kulaktan dolma bilgi sahibi olan kişilerce dahi, tebessümle karşılanmaktadır. Gökalp’ in Türk Musıkîsi hakkında yanlıştan öte, bir Osmanlı fobisinden kaynaklanan husûmet ekseninde ortaya koyduğu tezlere karşı tarihî şartlar gereği, biraz geçte olsa, oluşan antitezlere bir göz atalım: Türk Musıkîsi’ nin son devirde yetiştirdiği değerlerden birisi olan rahmetli Cînuçen Bey, Gökalp’in savurduğu yâveler için bakın ne diyor : “…Osmanlı Musıkîsi’ nin Farabî tarafından Bizans’ tan tercüme ve iktibas edildiği iddiasına gelince, Fransız Müzik bilginlerince yazılmış olan LAROUSSE’ “de le Musıque’ teki ‘Bizans Müziği’ maddesine bir göz atmak dahi, bu iddianın ilmî disiplinden ne kadar uzak olduğunu isbata yeter. Aynen tercüme ediyorum: (Bizans musıkîsinin yüzyıllarca Türk musıkîsinin büyük etkisi altında kalmış olması, XIV. yüzyıl’ dan önceki hali hakkında fikir edinilmesine imkân bırakmamaktadır…)” “…Her iki türün, adı geçen konuların gösterdiği farklılıklar, kesin olarak kök ayrılığından değil, icra edildikleri çevrelerin şart ve özelliklerinden kaynaklanır. Yoksa şehirde UŞŞÂK, köyde KEREM diyen; AKSAK usülünü basitçe 9 ZAMANLI olarak öğrenen; şehirde TANBUR, köye (aynı aileden) BAĞLAMA çalan; tanbur’ la TAKSİM, bağlama’ yla AÇIŞ yapan; şehirde GAZEL, köyde BOZLAK söyleyen ve nihayet ‘Beni candan usandırdı, cefâdan yar usanmazmı? / Felekler yandı âhımdan, murâdım şem’ i yanmazmı?’ diyen şehir kültürüne, ’Hüsnüne mağrur olma,Yusuf-u Kenan’ mısın? /Mâh yüzüne bir nikâb çek, ben yandım el yanmasın’ diye cevap veren köy kültürü, olsa olsa birbirinin kardeşidir…” [7] Mûsıkîmiz konusunda yerinde tesbitleri olan ve klâsik klişe görüşleri çürüten bayağı üretken bir akademisyene kulak verirsek: “…Ziya Gökalp (1876-1924) müzisyen ya da müzikolog değildi. Böyle bir iddiası da yoktu zaten. Bu konuda yazdıklarına bir asırlık bir mesafeden baktığımızda müzikten az çok anladığını da söylemek zor…” [8] “…Aslında bu Gökalp’çi müzik politikası Gökalp’in en genel sosyolojik düzeyde yaptığı ‘hars/medeniyet’ ayırımının müzik alanına yansımasından ibarettir. Müzikte ‘Çağdaş uygarlık seviyesine’ erişmenin temellerini de bu ayırıma dayandırır…” [9] Ziya Gökalp’ in halk ve elit’ in mûsıkîlerinin farklı olduğu iddiasını kabul edilemez bir yanlış olduğu hususunda bir başka yazar, aşağıdaki satırları yazacaktır: “…Ziya Gökalp’ in Osmanlı tarihine bakışı korkunçtur. Korkunçtur, tehlikelidir, bu gün çocuklarımıza verdiğimiz takdirde kendi milliyetçiliğimize, kendi dünya görüşümüze ve büyük devletimize söğün demenin yolunu açmış gibi oluruz. Türk Musıkîsine bakışı terstir, yanlıştır, fecîdir.Gökalp’in, daha doğrusu bütün yüksek sanatlarımıza bakışı yanlıştır. Milleti halktan ibaret saymakta, halka ait ne varsa iyi, hoş ama yüksek zümrenin yaptığı ne varsa divan edebiyatı, divan musıkîsi, tezhib bilmem mimârî-mimârîye pek ses çıkarmıyor, bunlara karşı bir tepki içinde…” [10] Büyük üstâd Cemil Meriç herhalde Ziya Gökâlp’ e en acımasız eleştirileri getiren kişi olacaktır : “…Ziya Gökalp, Gazalî değildir. Gökâlp minnacık bir adamdır. Elindeki imkânlarla başka çaresi yoktu. İster istemez intihar edecekti. İntihar kapıyı açmıyor… …Ziya Gökalp‘ le Gazalî arasında mahiyet farkı var. Ziya Gökalp , batı’ nın sofra artıklarıyla geçinen bir zattır; onları atıştırır, zaman zaman da kusar. Peyami Safa’ nın çektiği ruh çilesini çekmemiştir. Sahtekârdır. Her devirde dalkavukluk yapmıştır.Talât Paşa’ ya ve İttihad Terakkî’ ye meselâ. Tarihin şımarttığı bir adamdı…”[11] Gökalp, yukarda Cemil Meriç’in değindiği gibi, değişken fikirlerinin verdiği boşluktan dolayı bir ara intihar teşebbüsünde bulunur. “…Gökâlp dindar ve tutucu bir çevrede yetişmişti. Bu çevrenin aşıladığı inançlarla, Batı felsefesinden ve biliminden edindiği görüşler ve bilgiler arasındaki uzlaşmazlık,şiddetli bir düşünce bunalımına düşmesine yol açtı.İntihar girişimi ölümle sonuçlanmadı ve sıktığı kurşun beyninde kaldı.Abdullah Cevdet tarafından tedavi edildi…”[12] Ancak o belli bir noktaya oturmayan, içinde bocaladığı zıt inançlar sebebiyle, hep panik atak içinde bir hayat yaşayacaktır. Hatta dünyaya vedâ ederken de: “…Allah’ a küfrederek,başını hastane duvarına vura vura…”[13] ölecektir. Bir başka açıdan Ziya Gökâlp değerlendirmesinde ise, milliyetçiliği üzerine şu tesbit yapılır: “…Meselâ MUSİKİ ANSİKLOPEDİSİ’nde okuyorum,Yılmaz Öztuna’ nın. Ziya Gökâlp, alışılmış, prototip geleneksel değerlere bağlı milliyetçilerin seveceği bir tip değil…”[14] Büyük bir gelenek düşmanı olmasına rağmen Nurullah Ataç, 5 Mart 1953 tarihindeki bir yazısında doğrudan doğruya olmasa bile, dolaylı yoldan Gökalp’in , Klâsik-Halk Musıkîsi ikilemine şu satırlarıyla karşı çıkıyordu: “…Niçin halkın ezgileri millî olsun da, Dede Efendi gibi büyük ustaların özene bezene yaptıkları besteler millî olmasın? ’Millet’ sözünün ne demek olduğunu düşünmüyorlar, akıllarının ucuna ne gelirse söylüyorlar. Lâubalilik, hep lâubalilik…’Aydın’ denilen kimseleri bu lâubalilikten vazgeçirmeye bakmalıyız. O zaman alaturka musıkîden de belki kurtuluruz. Avrupa musıkîsinde millî eserler yaratırız…”[15] Ataç gerçekten hem divan şiiri, hem Osmanılının her şeyine olduğu gibi, mûsıkisîne de ömrü boyunca savaş açmış birisidir. Burada, ilk etapta Dede övgüsü bizi aldatıcı birifade olmasın. Zaten yukarıdaki sözlerinin son iki cümlesi de, onun açısından acı bir itiraf özelliğini taşımaktadır. Müzik inkılâbına başlanalı neredeyse çeyrek asır olmuştur. Ortada hiçbir şey yoktur. Batı yanlılarının, Osmanlı müzik değerlerini sözümona aşağılamaktan başka yaptıkları bir şey yoktur. Ataç onlara diyor ki, siz önce Batı Müziği sisteminde değerler ortaya koyun da, böylelikle eski musıkîden hep beraber kurtulalım. Ziya Gökâlp’ in musıkîdeki bu temelsiz görüşlerinin taraftarlarından Mahmut Ragıp Gazimihal ; “…1927 yılında yazdığı bir yazıda her iki musıkinin arasında ‘menba’ ve ‘bekâret’farkı olduğu belirtilmiştir.Hatta işi daha da ileri götürerek,türküleri bile ayıklayarak ‘sanat müziğinin etkisinde kalanları ayırmak gerektiğini’…” söyleyecek kadar derin bir husumet ile savaş çığlıkları atmaktadır.Böyle bir düşünce müzik üzerinden,büyük bir medeniyet ile ,sözde hesaplaşmadan başka bir şey değildir. Özellikle Türk Halk Musıkîsi’ de Ziya Gökâlp’ in yanı sıra,Necip Asım,Fuat (Köprülü),hatta Rauf Yekta Bey değişik zamanlardaki yazılarında Anadolu Halk musıkisinin mahalli geziler yapılarak derlenmesi konusunu dile getirirler ve bunun kaçınılmaz bir zorunluk olduğunu söylerler.: “…köysel Anadolu müziğinin ancak yöreden, alandan toplanabileceği görüşleri, 20. yüzyılın başlarından itibaren bu alana gereken ilgiyi yöneltmiştir. Örneğin, Mart 1915’ te Musa Süreyya Bey’ in Yeni Mecmua’nın Çanakkale nüshasına yazdığı makale, halk müziği derlemelerinin önemine işaret eden ciddî bir yazıdır….” [16] Bu düşüncelerin teşvikiyle 1926’ dan itibaren yerinden “türkü”derleme çalışmaları seferberliği büyük bir hevesle başlatılır. Gökâlp’ in “ulus”devletin oluşumuna esas teşkil eden görüşlerinin,özellikle Türk Musıkîsi’ne ilişkin görüşlerinin , o dönemdeki Türk aydınları tarafından değerlendirildiği muhakkaktır. Ancak bu konuda Gökalp’in ortaya attığı tezler en çok : “…Mahmut Ragıp Gazimihal,H.Bedii Yönetken,C.Reşit Rey,Adnan Saygun ve Türk Beşleri’ nin diğer üyeleri başta olamk üzere,müzik adamı kimlikleri ağır basan isimlerin yanı sıra;Falih Rıfkı,Ahmet Cevdet,Necip Asım,Yakup Kadri,H.Ali Yücel,Ruşen Eşref,Nadir NâdiEkrem Besim…”[17]tarafından benimsenerek savunulmuş, ve Atatürk’ ün de bu doğrultuda icraat yapmasında, bu isimlerin büyük etkisi olmuştur. Tabii bu isimlere o devirde Riyaset-iCumhur Orkestrasının şefi Osman Zeki Üngör’ ü ilâve etmemek büyük haksızlık olur. Yanlış hesap elbette Bağdat tan dönecektir. Zamanla , daha doğrusu Türkiye’ de fikirlerin rahatça konuşulup, yazıldığı dönem başlayınca bu tezlerin ne kadar temelsiz olduğu bilimsel argümanlarıyla ortaya çıkarılmışsa da, acı olan gerçek bunu asrımızda yabancı bilim adamların vurgulamalarıdır. İşte bunlardan bazıları : Fransız müzik tariçisi olan ve çok uzun süre yurdumuzda kalarak Türk musıkisi üzerinde derin araştırmalarda bulunmuş , belli bir dönemde Paris Müzikoloji Enstütüsü Genel Sekreterliği de yapmış olan Eugene Borrel (d.1876) diyor ki: “…Türk musıkisinin Bizans Musıkisinin tesiri altında kaldığı iddiası yanlıştır. Fatih’ in ordusu İstanbul’ a girdikten sonra, Bizanslılardan nefret ettikleri halde, nasıl olur da onların musıkilerini aralarına alırlardı? İki din arasında, o zamanki kavgalar çok kanlı geçtiği için, Bizans kilise terennümleri her hangi bir tesirde bulunamazdı…” Aşağıdaki satırlardaki yabancı sanat tarihçisinin cümleleri de bu görüşü tanımlar mahiyettedir.O dahi Osmanlı sanatının en özgün dallarındanbiri olan mûsıkîmiz hakkında: “ Elias Petropulos 1928 doğumlu bir Yunanlı. Atina’da doğmuş, Selanik’ te büyümüş. 20 yıldan beri de Paris’te yaşıyor. Sanat ve uygarlık tarihi sahasındaki çalışmalarıyla tanınan yazar, kendisini ateist ve sosyalist olarak tanımlıyor… …Kendisi ile yapılan bir röportajda Petropulos, Osmanlı uygarlığını yeryüzüne gelmiş en büyük uygarlıklardan biri olarak görüyorum… ….Özellikle Osmanlı mimarisi ile yine çok çok ayrı bir yeri olan müziğini belirtmeliyim.Osmanlı müziği yaşamış en büyük müziktir…’”[18] tesbitlerde bulunur. Bütün bu bilimsel tezlere karşı bizim batı yanlısı müzikçilerinin savunma sistemleri tamamen “devrim kanunları”na indeksli olduğundan, böyle tezler in kendilerine bir şey ifade etmediğini ısrarla ve inatla ve büyük bir rahatlıkla söyleyip dururlar. Tabii ki bu tavırları savundukları değerlerin ne kadar mesnetsiz ve önemsiz olduğunun ortaya çıkmasından başka bir şey ifade etmez. Aradan onlarca yıl geçmiştir. Batılılaşma konusunda hızla yol almışızdır. Batı’ yı çok iyi bilip, tanıdığını , iftiharla söyleyen bir dönemin ünlü bir hukukçusu Türk musıkisi konusundaki cehaletini şu sözleriyle itiraf etmek zorunda kalacaktır: “….Ben cehlimi itiraf ediyorum. İtiraf etmeyenler utansın!… Ben , Batı’dan ‘az çok bir şey’ biliyorum. Pek o kadar mahcub olmam ve hele böylesine küçük düşmem…Ama ‘Durak’ta Nühüft ndir,bilmiyorum!…Hicaz makamında ‘nim sofyan’ı, Sûzidil’de ‘Zencir’i, ’Devr-i kebîr’i bilmiyorum…Cinuçen Bey söylemese,’Nikrîz’i bilmiyorum…Fakat beride ine ine, Ondördüncü Louis’ in devrinde Delalende ile Couperin arasındaki çekişmeyi dahi biliyorum.Ve bunu bilmekle ne kadar öğünsem azdır, değilmi? Bin yıl önce bu yurda gelip,burasını vatan yapmışız. Hiç şüphesiz, tarihin en büyük, en güçlü, en muhteşem, en uzun ömürlü imparatorluğunu kurmuşuz. Bu ihtişam, bu azamet ve güç, bin yıl, yalnız at, gürz, mızrak ve kılıçla mı sürmüş?.. Hani ilmi ? Hani sanatı ?.. İlimsiz ve sanatsız mı olmuş, yaşamış ve bin yıl sürmüş bu?…” [19] Bu itiraf ve soruların cevabını kim verebilir?.. Salih Zeki Çavdaroğlu 9 Mayıs 2020 DİPNOTLAR : [1] Ziya GÖKALP, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, İstanbul, 1955, s.22 [2] Ziya GÖKÂLP, ”a.g.e”, s.94 [3] Orhan TEKELİOĞLU, Ciddî Müzikten Popüler Müziğe Musiki İnkılâbının Sonuçları, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s.148 [4] Beşir AYVAZOĞLU, Geleneğin Direnişi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1996, s.48 [5] Yalçın ÇETİNKAYA, Müziğin Değişimi, Değişimin Müziği, Yeni Türkiye, Cumhuriyet özel sayısı IV, Eylül-Aralık, 1998, s.3015 [6] Cem BEHAR, Musıkîden Müziğe, Zaman Yayınları,İstanbul, 2005, s.274 [7] Cînuçen TANRIKORUR, Biraz da Müzik, Zaman Kitap, İstanbul,2005, s.22-23 [8] Cem BEHAR, “ a.g.e.” s.271 [9] Cem BEHAR,”a.g.e”,s.273 [10] Ahmet KABAKLI, Güzel Sanatlar, Kültür ve San’ at, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1980, s.125 [11] H.ASLAN,”Cemil Meriç ile röportaj”,Edebiyat Ansiklopedisi,Milliyet Yayınları,İstanbul/1991,s.276 [12] Sina AKŞİN,”Yakınçağ Türkiye Tarihi”(1908-1980)Milliyet Yayınları,İstanbul,C.1,s.388 [13] D. Ali TAŞCI, Golf Pantolonlu Halkçılar, Vakit Gazetesi, 7 Şubat 2007 [14] Taha AKYOL, İlber Ortaylı ile Konuşmalar, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2006, s.133 [15] Nurullah ATAÇ, Günce(1953-1955), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, s.33 [16] Gönül PAÇACI, Cumhuriyet Döneminde Halk Müziği, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s.123 [17] Bayram Bilge TOKEL, Bağımıza Gazel Düştü, Akçay Yayınları, Ankara, 2002, s.186 [18] Haluk DURSUN, İmparatorluk Kültürü, Zaman Gazetesi, 17 Ocak 1996 [19] Mukbil ÖZYÖRÜK,”Tarih İçinde Türk Musıkisi”,Tercüman Gazetesi 28 Mayıs 1982
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Salih Zeki Çavdaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |