Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Diyelim ki düğün evine güzel bir elbise giymeden gittiniz. Bu sefer kendinizi karanlıklar içinde hissedersiniz. Hani İncil’de geçen (Matta XXII/ 11-13) “Düğün daveti”ni düşünüyordu John Locke gibi… XVII. yüzyılda İngiliz iç savaşının o en kanlı döneminde bile Oxford yine Oxford’du. Retorik, dilbilgisi, etik, geometri, Yunanca ve Arapça derslerinin yanı sıra doğa bilimleri ve tıp da okuyan Locke, deneyle elde edileceğine inandığı bilgi alanları içerisinde İngiliz Felsefesi’nin de temellerini arıyordu. “Beyaz siyah değildi, daire üçgen. Ve üç çoktu ikiden.” Sezgiydi bu; bilgi edinme gücü sınırlı olan insanın ulaşabileceği en açık ve kesin bilgi. Ona göre bundan daha büyük bir kesinlik isteyen kimse, ne olduğunu bilmediği bir şeyi istiyor demekti. Düğün davetini kabul etmek, ebediyeti istemekti ona göre. Ebediyet düğününe gidebilmek için önce inanmak gerekiyordu, sonra gideceği yere hazırlanmak… Düğün davetini kabul edip düğün elbisesi giymeyen kimse düğüne iştirak edemeyeceği gibi, iman eden fakat imanını iyi davranışlarla süslemeyen kimse de ölümsüzlüğü kazanamayacaktı. Akıl, evet bir ışıktı o. Tanrı insana hayatını düzenleyebilmesi için akıl nurunu vermiş, aklın üstünde kalan hakikatleri ise vahiyle bildirmişti. Akıl ve vahiy Allah’ın kullarına en büyük nimetlerinden, armağanlarındandı. Çünkü bir insanın her ikisine de ihtiyacı vardı. Locke bir yandan “İlâhî vahiyle şeytanî ayartmaları (diabolical imposture) ayırmamıza yardımcı olacak şey akıldır.” diyerek akıl pusulasını işaret ederken, diğer yandan “Akıl her şeyde son hakim ve rehberimiz olmalıdır. Fakat bununla, Tanrı’nın emrettiği herhangi bir hükmü açıklamada akla başvurmamız ve eğer akılla açıklayamıyorsak onu reddetmemiz gerektiğini değil; vahiy olduğu bildirilen hükmün gerçekten Tanrı’nın bir hükmü olup olmadığını belirlemek için akla başvurmamız gerektiğini kastediyorum.” diyerek bilgi ve algılama gücü arasındaki farka dikkati çekiyordu. İnsanın vahye ihtiyacı vardı zira yetileri sınırlıydı. Allah kullarına bilgiye ulaşabilmesi için çeşitli yetiler vermiş olsa da verdiği bu yetilere de belirli sınırlar çizmişti. Bu yüzden Locke’a göre; akıl, vahyin bildirdiği bütün hakikatleri izah etmesi mümkün değildi. Çünkü her ne kadar vahyin bildirdiği hakikatlerin bir kısmını akıl anlayabilirse vahiyden öğrendiği hakikatlerin çoğu aklın üzerindeydi. Her şeyi kuru akılla kavramak isteyenlerin yaptığı şey okyanusu avuçlarına sığdırmaya çalışıyorlardı. “En geniş zihinlerin bile sığlıkları vardır,” diyen John Lock çatışmaların kaçınılmaz olduğunu çok iyi idrak etmişti. Dinde bulunmadığı hâlde ona sonradan giren aşırı inanış ve uygulamalar tamamıyla, imanı akla aykırı bir alan olarak kabul etmenin bir sonucuydu. İşte Kilise enternasyonalizminin tarihe bin yıllık terör ve baskı yüklü müdahalesinden söz ediyordu Locke. Bununla yetinmiyor; “Two Treatises of Government (1690; Hükümet Üzerine İki İnceleme)” adlı kitabında yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması gerektiğini ileri sürüyor ve siyasal erkin meşruluğunu da iki temel koşula bağlıyordu. Bunlar: 1.) Siyasal erk yasaya uygun biçimde ele geçirilmelidir, gasp edilmemelidir; 2.) Siyasal erki elinde tutanlar zora başvurmamalı, kendi kişisel çıkarları için ya da tutkularının gereklerini yerine getirmek için siyasal erkin sağladığı olanaklardan yararlanmanın yollarını seçmemelidirler. Görüyorsunuz ne kadar tehlikeli bir adamdır Locke. İngiliz kraliyet polisleri peşine takılmalı, Hollanda’da soluğu almalıydı. Ders verdiği kurumdan kovulmuş ve 84 kişilik hainler listesine dahil edilmişti. Ah tutkularımız! Onlar değil miydi hakikatten soğutan bizi! Onlar değil miydi Allah’la kendimizle ve başkalarıyla aramıza engeller koyan! Ne diyor aydınlanma çağının düşünürü: “Tanrı’nın varlığı, aklın bize bildirdiği en açık bir gerçektir ve aklın bildirdiği bu gerçek matematik kesinliğe sahiptir. Fakat tutkuları insana öylesine hâkim olur ki, insan Tanrı’nın var olduğu bilgisine ulaşamaz ve vahyin yardımına ihtiyaç duyar.” Ah tutkularımız! Onlar değil miydi firavunlaştıran bizi! Ne diyor aydınlanma çağının düşünürü: “Kendimize karşı nasıl davranılmasını istiyorsak başkalarına öyle davranmalıyız.” Fakat yetinmiyor bu cümleyle. Bu davranışın değerini Tanrı hoşnutluğu şartına bağlıyor. Ölmeden bir yıl önce Ant Collins’e yazdığı mektupta insanlığın gelişimini ve erdemi şu ilkeye bağladığı gibi: “Hakikati hakikat olduğu için sevmek.” işte bütün mesele bu… Kalın sağlıcakla…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |