Yüz kişinin içinde aşık, gökte yıldızlar arasında parıldayan ay gibi belli olur. -Mevlana |
|
||||||||||
|
Bana kamp yapmaktan söz etti. Çok ilgimi çekti. Kamp deneyimim hiç olmamıştı. Seher, kamp için gerekli malzemeleri, çantaları hazırlamaya girişti. Ben kapıda oturmuş çevreyi seyrediyordum, çevremde sinekler uçuşuyordu, çay içiyordum. Evin kedisini okşadım. Bu sırada bir genç kız geldi, Seher’in kardeşi herhalde. “Selam moruk” dedi. “Selam” dedim. Seher, çantalarla çıktı evden. İkisini bana verdi, ikisini kendisi aldı, diğer ikisini de kız kardeşi aldı. Yol alırken sohbet başladı. Melek, ortaokul terk etmiş, devamsızlığı varmış. Okulu hiç sevmemiş. Uzun, kumsal gibi güzel bir kızdı, yeşil gözleri vardı. Nemli, serin ve gölgeli bir ses tonu vardı, gece sokağı aydınlatan sokak lambası gibi. Yorulmuştuk. Durduk. Melek az ötemdeydi, bana yaklaştı, bir elini omzuma attı, gözlerimin içine baktı: “Sen ablamın söz ettiği şu solucan sensin demek. İyi oldu geldiğin, merak ederdim seni. Seni burada görmek güzel, moruk. Seni her nedense cılız, gözlüklü biri olarak hayal ederdim. Alakası yokmuş. Yılışık, sulu biri olarak algılanmak istemem, seni rahatsız etmiyorum, değil mi? diye sordu. “Yok” dedim, içinden geldiğini denetlemeden konuşanları severim.” Yola koyulduk. Ekin tarlalarının kenarındaki patikadan aşağı doğru ilerledik. Küçük bir ormanlık alandan geçtik. Tepelikteki ekin tarlasının yanından ilerledik. Ormanda bir saat ilerledik, sonra dere kenarına indik. Derenin bir kısmı gölet olmuştu. Ağaçların altında, çimenlik alana kilimi serdiler, çantaları boşaltmaya, kampı kurmaya başladılar. Sarı çadırı kurdular. Daha önce hiç çadırda kalmamıştım. Umarım geceyi de burada geçiririm. İrili ufaklı taşların üzerinde alan derenin şırıltısı kulaklarımı aldı. Bu tatlı havanın içinde bütün sıkıntılarım yok olup gitmişti. Yüzümden akan ter damlarını silip ayakkabılarımı çıkardım. Seher, oturup dinlendi bir süre, ayaklarını uzatıp, dereyi seyrederek, sonra çantadan çaydanlığı ve diğer bütün araç gereci çıkarmaya başladı. Çay kaynatmak için ocak yapmıştı taşlardan, dereden su doldurup çaydanlığı yerleştirdi, “Sen gidip odun topla?” “Nerden?” “Ağzımın içinden! Of be, her şeyi ben mi diyeceğim! Çevrede ölü ağaçlar var.” Elime bir çuval verdi. Neden bağırıyor anlamadım. “Kaybolma.” Giderken başımı çevirip kırgınca baktım ona. “Yaban hayvanlarının gazabına uğrama.” “Ne gibi hayvanlar?” dedim Hayvanlara ters davranma. Ayı, kurt, çakal. “Ben onlara neden ters davranayım?” “Korkarsın, bir şey atarsın. Sakin ol. Bir şey yapmazlar.” “Umarım.” Korkuyordum, hiç demese iyiydi. Kardeşi Melek ise derenin kenarına oturmuş, ayaklarını suya sokmuş dalıp gitmişti. Yakın çevrede odun yoktu, epey uzaklaştım; ağaçların altında uygun oldun bulup döndüm. “Aferin!” sana dedi Seher, odunları testereyle keserle parçaladı. Melek ise çevrede gezintiye çıkmıştı. Sonra geldi, tam Seher’in arkasındaydı. Bana göz kırptı. Elinde kalın bir odun aldı, ona vuracak gibi yaptı. Çay oldu, içmeye başladık. Bisküvi vardı yanında. Seher dedi ki: “Küçükken babamla gelirdim buraya. O zaman çok balık vardı burada. Çay içerdik. Domates, bir şeyler yerdik… Herkesin kafa dinlediği bir yer vardır. Burası benim sığınağım gibi bir şey.” Kalkıp ormanda gezmeye başladık. Seher, solucanlardan söz etmeye başladı, bir taşı kaldırdı: “Yağmurlu havalarda bu taşların altından çıkarlar. Ben hiçbir taşı yerinden oynatmam. Solucanlar yağmurlu havaları sever. Yüzeye çıkarlar. Solucanlar kozmetik sanayinde iyi para ediyor. Ama Türkiye’de bu işi yapan yok. Başka ülkelerde yapanları görmüştüm belgeselde. Üretip balık yemi yapanlar var. İpek böceği üretenler var.” Yoğun çimenlerin ve papatyaların olduğu yere geldik. “Küçükken burada papatya toplardık. Annem onları götürüp satardı, ilaç yapan bir doktora.” Uzun bir süre onların buradaki çocukluk anılarını dinledim.” Kalktık, oradan çıkıp kamp yerine döndük. Çaydanlığın dibini getirmeye çalışıyorduk. Melek ağaca salıncak kurdu, Seher ise salıncağa yakın bir noktaya hamak kurdu, ben ona yardım ettim. Melek, sallanıyordu, Seher olta malzemelerini çıkardı. Seher oltayı altı, ben salıncakta sallanıyordum, Melek, yanıma geldi. Onu sevdim, umarım aramızda sorun çıkmaz. “Buraya hep ablamla gelirdim, ilk kez başkası dahil oldu. Sana çok değer veriyor demek ki. Kız arkadaşın var mı? “Nasıl yani?” “Sevgilin var mı?” diye sordu tatlı bir ezgi gibi, bir ışık gibi. “Yok. Neden sordun? “İçimden geldi. Merak ettim.” “Gel gezelim biraz, abamdan uzaklaşalım.”dedi, “Abla, biz az dolaşıp geleceğiz.” Çok uzaklaşmayın. Oradan epey uzaklaştık. Ormana, papatyaların olduğu o bol ve uzun çimenli yere, adeta in gibi olan yere girdik. Düş gibi güzeldi burası. Oturduk yan yana, dizlerini karnına çekti, bir şeyler diyecek ama söze nasıl başlayacak, bilemiyor, bana bakıyor başını çevirip, gülümsüyor, “şey diyeceğim” diyor, susuyor, düşünüyor. “Sana bir sorunumdan bahsedeceğim. Bir adam var, benle arkadaş olmak istiyor.” “Kaç yaşında?” “60, evli, torunları var. Ama çok zengin. “Delirdin mi? Sakın muhatap olma” diyecektim. Sustum. “Ne düşünüyorsun o yaşlı pislik hakkında?” “Pislikle anlaşabilir misin?” “Ben olgun erkeklerden hoşlanıyorsam?” “O sana göre değil gibi geldi bana.” “Neden?” “Senin güldüğün şeye gülmez o, mesela. “Ha, olabilir. Bana kırmızı gül hediye etti bir gün.” “Eee?” “Kimse bana kırmızı gül hediye etmemişti. Mektup yazıp verdi. Kimse yazmamıştı. Cevap vermedim. Cevap yazayım mı sence?” “Yazma.” “10 yıl hapis yatmış.” “Kesinlikle uzak durmalısın.” “Ya iyi biri o. Herkes hata yapar.” “Suçu neymiş.” “Sormadım. Büyük ihtimal birini ağır yaralamıştır. Neden onun hakkında olumlu düşünmüyorsun?” “Düşünemem. Beynim dondu.” Güldü. “Vücuduma bayıldığını söyledi mektupta. Çok hoşuma gitti. Bir de cesareti hoşuma gitti. Aslında normalde onu diyeni döverim ben.” “Ondan kesinlikle uzak durmalısın.” “Boyu 1: 50, bir deri bir kemik.” “Sen 1:80, harika bir çift olursunuz. Sen güçlü kuvvetli bir dişi aslan, o bir solucan. Aslan ve solucanın aşkı olur mu? Aslan solucanı ezer geçer.” “Kimse bana olan ilgisini böyle belli etmedi. Bir de bana ev alacağını söyledi.” “Bu yüzden mi etkilendin.” Parası umurumda değil. Ben yalnızım. Bir ilişkim olsun diye değil, birini sevmek istiyorum, gece başımı yastığa koyduğumda onu düşünmek, bu çok güzel bir şey. İlkokulda bir çocuğu sevmiştim, trafik kazası geçirip öldü. Sen hiç öpüştün mü?” “Kimle?” “Beni deli etme!” “Öpüşmedim.” “Onunla öpüşmeyi kafaya koydum, ama bir demir parçası da yanımda olacak, ileri giderse başını patlatacağım, hırsımı alamayıp onu öldürürsem, ne olacak, cesedi gömmeye yardım eder misin? Bana kasanın şifresini bile söyledi, çok para var içerde.” Şaşırdım. “Ya bana bir bak, yaşlı birini gerçekten sevecek göz var mı bende, saf mıyım, bütün mesele onu soymak be dostum, bana yardım eder misin?” Parlak, beyaz ve şuh bakışları vardı, tehlikeli görünüyordu. Ama aydınlatıcıydı da. Cezaevi projektörü gibi, yüksek dikenli tellere çevrili. Mahkumda kaçma arzusu uyandıran alev alev. “Ben sanırım biliyorum nasıl yapılacağını. Filmlerde gördüm. Bir kız arkadaşım anlattı: Önce çok iyi bir plan lazım. Sen eve giriyorsun, anahtarın kopyasını yaparız, sonra o gelir, beklersin, içkisine uyku veren bir ilaç katarım.” Aniden gülmeye başladı, suratının halini bir görsen, kalk gidelim, yeter, hepsini uydurdum. Kalktık. “Ya gıkın çıkmıyor, kusura bakma.” “Çok mu kızdın?” “İnsanlara böyle şakalar yapmamalısın.” “Sen gerçekliği çok ciddiye alıyorsun. Çok kolay yenileceğini bilmelisin. İnsanları şekillendirmeyi öğrenmelisin. Bir ağacın yanına gitti, ona sarıldı: “Ne güzel bir ağaç, değil mi, gel sen de sarıl.” Gitmeyecektim; ama gidip sarıldım. Gülümsedi tıslar gibi. “Burada 20 sene sonra buluşalım. Ablam, sen ve ben? Ne dersin?” “Bakalım yaşayacak mıyız?” “Gel benle” dedi, “koş!” fırladı gitti bir anda, onu kaybettim, bağırdı, yerini bulup yanına gittim. Görkemli bir ağacın altındaydı: Yıllar önce bu ağacın altındaydık, 9 yaşındaydık, hepsi köyden kızlardı. Mart ayının 21’i, mısır pişirip yemiştik.” “Mart ayı soğuktur, mısır o zaman olur mu?” İlk mısırlar olur. Gidelim. Ablam yanlış şeyler düşünür.” Güldü. Ne gibi. “Beni deli etme!” Kalktık. Hiçbir kızda görmediğim bir derinlik, zeka vardı bu kızda, beni sarsmıştı, haklıydı; ama haklısın diyememiştim: “Sen gerçekliği çok ciddiye alıyorsun. Çok kolay yenileceğini bilmelisin. İnsanları şekillendirmeyi öğrenmelisin. Bu sözleri anıt gibi çakmıştım zihnime. Keşke onun gibi takılabilseydim. Bu tehlikeli küçüğü acayip sevdim, içim kaynadı ona. Oysa sıradan biri olarak görmüştüm onu. “Şiir sever misin?” “Evet. “Sana yazdığım şiirleri gösteririm bir ara.” “Sevinirim.” “Halen benim asil ve kayda değer biri olduğumu düşünüyor musun?” “Biraz.” Güldü: “Senin yerinde olsam benle görüşmezdim.” “Sevmek nedir?” “Yaşayıp görürsün.” “Sence uzaylılar var mı?” “Sanmam.” “Var diyorlar.” “Varlarsa neden bizimle iletişim kurmuyorlar?” Ben uzaylı olsam bu adilerle iletişime geçmezdim. Çiçekli bir bölgeden geçiyorduk, mor beyaz sarı çiçeklerle doluydu orası, upuzun çiçeklerle. “Ay ne hoş!” dedi, sırt üstü uzandı çimene, kollarını yana açtı, ağaç dalları arasından gökyüzüne bakıyordu. Ah bu kadar, rahat, esnek, akışkan ve mutlu olmayı becerebilsem. Konuşuyor: Gökyüzünü, gezegenleri merak ediyor, Marks, Jüpiter, Venüs, keşfedilmeyen gezegenleri. “Müthiş bir şey bu. Heyecan verici. Sende başka gezegenlerde koloni kuracak mı insanlık?” “Kurabilir.” “Koca gezi gemileri var, kıtaları geziyorlar, dünya seyahati… onlardan biriyle seyahat etmek isterdim, öyle bir film izlemiştim, gece gündüz bir gemide yol almak, fırtınada sağanakta. Müthiş bir şey. Biz öleceğiz ve insanlık çok gelişmiş olacak. Ya da yok olacak. O günleri görememek çok üzücü. O imkanları…Çok ilerleyecek insanlık namuslu olmayı becerirse…Günün birinde o dev gezi gemileri gibi uzaysa koloniler olacak. Gezegenler arası seyahat edebilen gemiler inşa edilecek. Düşünsene, insanlığın ilk çağlarına gidelim, ilkel insanlar gözünden bakalım, bugün gelinen düzey muazzam. O ilkel sakallı adam gözünden bakalım dünyaya. Neandertaller gözünden bakalım. Okyanusta ilerleyen dev gezi gemisi, apartmanlardan daha büyük. Gelecek yüzyıllarda öyle gemiler dolanacak uzayda, öyle teknolojiler geliştirilecek.” Birden kalktı ve koşarak gitti, peşinden koştum, bir heyecanlı ve yaramaz bir kelebekti bu. Benzerini hiç görmemiştim. Arkama dolanmış, korkutmaya çalıştı. Yanlış yöne gittiğimi söyledi, yan yana sessizce ilerledik. Seher’in yanına kurulduk. “Kaç tane tuttun?” dedi Melek. “Beş tane.” “Nerde? “Saldım. “Kafanı kırayım e mi, salma demiştim!” “Onları yesem seni yemiş gibi olurdum.” “Benim tuvaletim geldi, şu tarafa gideceğim. Uzun süre kayıplara karışırsam şaşırmayın, kız ormanda ölü bulunur, bulunmadan önce sırra kadem bastı denir haberlerde.” dedi Melek, fırlayıp ortadan kayboldu ağaçların arasında. “Anlaşabildiniz mi?” diye sordu Seher. “İlginç biri.” “Öyledir.” Yakından bir yerden yellenme sesi geldi. Seher bağırarak dedi ki: “Kayıplara öyle güzel karıştın ki. Sırra kadem basmaya bakınız. Taş kafa.” Az sonra Melek çıkıp geldi. “O ses neydi?” dedi Seher, “Sessiz yapamaz mıydın?” “Hangi ses?” “O ses işte canım.” Çakal yellenmesi. “Çakal öyle mi yellenir?” Elimle çıkardım o sesi. İyi mi? Sizi güldürmek için tiyatro yaptım. Günün birinde tiyatrocu olacağım, dizilerde oynayacağım.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |