..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bu kitap çok gerekli bir açığı dolduruyor. -Moses Hadas
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Aşk Romanı > İsa Kantarcı




17 Ağustos 2024
İki Kız Bir Erkek 4  
İsa Kantarcı
LİSE SONRASI YAŞAMLAR. OTOBİYOGRAFİK ROMANDIR. ROMANDA GEÇEN YERLER, KİŞİLER GERÇEKTİR.


:BIF:
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Eski masaya bakıyorum, sarı bir yılan gibi güzel, Seher bir şeyler anlatıyor. Onunla ilgili değilim, ilgili gibi duruyordum. Masa çok daha cazibeli. Bu masa etrafında insanlar toplandı, yemek yediler, sohbet ettiler, masada yarıklar var, ötedeki ağaçlara baktım, dut ve erik ağaçları… Bunlar yaşlı ağaçlar. Kaç kışa, kaç yaza tanık oldular, yaz akşamları, nasıl akşamdı onlar, köpek seslerine karışan mutlu sesler, rüzgarlar esti dallarında. Bu masada yıllar önce atılan kahkahaların kalıntıları olmalı. Üzgün şeyleri tortusu. Her şey tozlanıyorsa böyle bir tozlanma türü de vardır. Ve acı şeyler sürekli olur hayatta, insan bazı şeylerle karşılaşır ve bunlar bitmez, sürekli ölür psikolojik olarak. Ama devam eder.
Ben bunları düşünüp hayal ederken Seher şöyle diyor:
“Dün geç saatlere kadar televizyon seyredip düşünüp durdum. Kurtuluşum için ne yapabilirim diye. Sabah geç kalktım tabi. Psikolojim bozuk iyice. Kendimi işe yaramaz hissediyorum. Bir iş yapmam lazım, ne iş olsa yaparım, kanalizasyonda bile çalışırım, en azından evden uzaklaşmış olurum, kız evde kaldı mı sorunlar başlar, sorun yaratır, batar birilerine ya da köle gibi çalıştırılır.”


Onunla çöplerden atık toplamak fikri uyandı içimde. Söylesem alıp yürür, dalga geçer benle; söylemeyeceğim.
Onun neye ihtiyacı olduğunu biliyorum, onu buradan alıp bir yerlere götürmek lazım, o zaman içi açılır.

Lise zamanlarının biriydi, yaz geliyordu şıngır mıngır ve bizler okullarda perişan oluyor, eziliyorduk, okul bitireceksin, hayata hazırlayacaksın kendini, iş bulacaksın, sanki güllük gülistanlık her şey, her şey çok zor, okula git gel, dersine çalış, eve şu saatte geleceksin filan. Hep kafama göre takılmayı hayal ederdim. Vakti istediğim gibi geçirebilmeyi. İlerde, şu aptal lise zamanları, okul hayatı bitince istediğimi yapacaktım; ama tam tersi olacaktı, okul bittikten sonra o zamanları çok arayacaktım; adeta yeni aldığım yarış atını kaçırmış gibi arayacaktım. Ve kendime vakit hiç ayıramayacaktım.
Okula gitmek bir işkenceydi. Okulların kapanmasına kısa bir süre kalmıştı. Dersler genelde boş geçiyordu. Öğleden sonra üç dersimiz daha vardı. Birine girdik. Diğer dersler dolu mu boş mu geçecek; bilmiyorduk, öğretmenden haber bekliyorduk, çocuklardan biri geldi, derslerin boş geçeceğini söyledi, herkes sevinç çığlıkları atarak sınıfı terk ediyordu. Masalar sıralar itildi, tekmelendi, leş gibi yere devrildi. Bağırtı cayırtılar koptu. Küfürler edildi sevinçle. Şakalaşanlar oldu. Biri birinin ensesine şamar attı. Biri birinin sırtına; “benden iyi eşek yoktur namussuzum” yazısını yapıştırdı. Kibar sohbetler, gülüşmeler oldu kızlar arasında, kızlardan bazıları çığlık attı. Bir maymun taklidi yaptı. Ben ise sakindim. Aklıma babamın dedikleri geldi: “Yazın tesisatçı yanında çalışırsın.” O ne derse olur: “Meslek önemli oğlum. Altın bilezik. Ne kadar çok çalışırsan o kadar bilgi ve tecrübe sahibi oluyorsun. İlerde kendine dükkan açarsın, sonra düğünü yaparız.”
“Fikrin ne?” diye sormuyor, sorsa ve söylesem kavga çıkar aramızda. Bir de yalandan şöyle diyor; “bu hayat senin, sen ne istersen yaparsın, ben senin arkandayım, senin iyiliğine konuşuyorum oğlum, baban senin kötülüğünü istemez.”
Babamın evinde babamın borusu öter, arada gülerek söylerdi ben bir şeylere karşı çıkınca. Hafta sonları bir adamla çalışırdım. Küçücük bir adamdı, seri ol,
hayat çok hızlı ilerler.” derdi, bu lafını severim. En ağır ve pis işleri bana yaptırırdı. Hafta sonları bu çalışmalarla babamın benim için kurduğu hayalden soğumuştum. Okul bitmişti ve artık sürekli o minik adamla çalışacaktım. Bir gün onun gırtlağına yapışmasam iyi. Çünkü çok zorlardı beni.
Arkadaşlar şen şakrak haldeydi ve can sıkıcı şeyler düşünüyordum. Okulun bahçesine çıkmıştım. Devasa çam ağaçlarının altındaki bank ve masalara bazı öğrenciler doluşmuştu.
Tek başına oturan Seher’i fark ettim. Sevinçle yanına gittim. Onun da dersleri boş geçecekti. Diğerleri çekirdek yiyordu, “paran varsa çekirdek alıp gelsene dedi.” Bakkala gidip çekirdek alıp geldim.
Canı sıkkın herhalde, çekirdeğe yumulmaz Seher, güreş yapar gibi çekirdeklere asıldık. Çekirdek kısa sürede bitti. Gidip bir paket daha aldım. “Öldürecek bu bizi dedi, yeter, yemeyeceğim. Ağzım yandı. Başka bir şeyler yapmalıyız.
Ormanlık alanlara gitsek?
Beden eğitimi bölümünün soyunma yerine gitti, kot pantolon ceket giydi. Kırmızı, sarı çizgileri olan bir tişört.
Gidecektik, bugün okulu asacaktık, “başkalarını da alalım dedi, aman yok, o mendeburlara gerek yok.”
“Ormana gidiyoruz” dedi, ama inanmadım, az yürüyüş yaparız, “caydım” der, “eve gitmem lazım” der, evdekileri düşünür, korkar, uç bir şey olmasa bile özgürce hareket etmekten korlar.
Sonra şöyle dedi: “Biraz gezeriz. Sorun olmaz. Ama ya kaybolursak, geceye kalırsak, eve dönemezsek, düşüp belimi kırsan, boynumu, sakat kalsam, düzelemeyecek türde sakat kalırsam? Gitmesek mi?”
“Gitmeyiz o zaman.”
“Yok gidelim, mal mal derslere girmeye gerek yok. Kafa dağıtırız.”
Seher’le baş başa kalıp vakit geçirmek iyi olacaktı, baş başa kalıp saatlerce konuşmak, ya da ne bileyim, öyle boş boş oturup durmak, çene çalmamız gerekmiyor. Ormanda ilerleyen kelebekler nasılsa öyle. Seher’in sessizliği de çok etkileyicidir.
Seher, parfüm sıkmıştı, normalde benzin gibi korkardı. Şimdi çok etkin kokuyla sallıyordu beni. Seher’i iyi ki tanımışım, onunla dost olmak dünyanın en güzel olayı. Tamam; zavallının tekini sevebilir, onunla evlenebilir, ondan çok kazık yiyebilir; üzülmem, o onun sorunu olur. Ve sonra beni sevmeye kalkarsa, elime düşerse, ona çok ağır konurum herhalde. Saçmalamaya başladım yine. Bu can sıkıcı düşünceler aniden geliyor. Birini sevmem lazım ama kazık yemeden. İnsanlar girdikleri ilişkide kazık yedilerinde akılları başlarına gelir. Seher, beni fark etse ne güzel olurdu.
Fedakarlık yapmasını bilmeyenleri sever Seher genelde, en faydasızları, en bencil olanları, yani adam olmayı beceremeyenleri. Sevgiyi hiç bilmeyenlere tutulur Seher.
Olabilir, kızlar yanlış kişileri sevebilir, zaten çok geçmeden yanıldıklarını anlarlar, Seher hep yanıldığını anlar mikropları sevdiğini, sonra yeni bir mikrop bulur, deliririm; ama hiç çaktırmam. Bu kız benim mazot ya da benzin kokulu kaya gibi sağlam dostumdu. Psikolojimi ayakta tutuyordum böyle, kendimi rahatlatma taktiği herhalde. Benzin kokmasının sebebi de köyde bozulan traktöre sık sık babasına yardım etmesi yüzündendi. Başta çok kötü gelirdi; ama sonra alışmıştım, birkaç kez o kokuyu duymuştum onda, sonra bağımlı hale gelmiştim.
Umuyordum ki her ne olursa olsun bu dostluk ölmesin. Hiçbir sebepte ötürü ölmesin.
Biz sonsuza dek dostuz, kafamın içinde böyle diyorum kendime. Seher, ölçülü kızdır, dengelidir, karakteri sağlamdır; ama gün gelir o da bana bir kazık atarsa yapabileceğim bir şey yok, dostluk biterse biter. Ama Seher bana kazık atmaz, atamaz. Atacağını hiç düşünmedim. Evlenir, çocukları olur, kocası görüşmemize izin vermez ki.
Yaşı ilerler ve bu dostluk büyük ihtimal çok gerilerde kalır. Ki kalacak gibi, en büyük dostluklar bitiyor, bu acı verici; ama insan alışır her şeye, delice önemsediğim bu kızı bir şeyler ilerde yiyip bitirecek; ama ben değil; güzel vakit geçirip eve dönmek. Geleceği düşünmemeliyim. Bir an onu 80 yaşında bir kocakarı olarak hayal ettim. Takma dişleri olur, ara ara onu ağzından çıkarır, yıkar, dudakları eski kanlı canlı halini yitirmiştir, korkunç bu. Peki ben? Kocamış bir ihtiyar olacağım genç ölmezsem. Koca eline bakarak yaşam sürmeyi istemediğini söylemişti bana. Umarım kendi parasını kazanır ve kimsenin eline bakmaz. Ona verdiğim, ektiğim güzel şeyler.. Hepsi unutulacak… Zaman geçecek, rüzgarlar değecek tenine, akşamlar, karanlıklar, bitip tükenmez zor geceler, belki ben de ilerde bozulup değişirim. Onu unuturum. Umarım kimseye köle, köle, vagon olmaz, kimseye kuyruk, vagon, kendi karakteriyle hareket eder. Öyle olacağını sanmıyorum. Çok yanlış şeyler yapacak, çok ağlayacak. Peki ben? Belki de içimdeki iyiliği bir şekilde kaybederim, canavarlaşırım, canavar gibi bir kıza aşık olurum, evlenirim, mahvolurum; ama aramız Seher’le hiç kötü olmasın, olur da kısa sürsün.
Seher, papatyaları çok sever, lahana üstünde gezen bitleri, uğurböceklerini, bir kere bana bahçesinde gördüklerinden aşkla söz etmişti, “sonsuza dek köyde kalmak istiyorum.”
Sıkıntı görünce de kaçmak istiyor, Seher mücadele etmeden olmuyor.
Seher’le sohbet ettiğim gün gece uykuya dalmadan önce mutlaka o anları yeniden düşünürüm. Seher, o gün suratsız olsa da onu gece güzel hatırlarım.
Bu orman gezintisi iyi olacak. Onunla hiç böyle bir gezintiye çıkmamıştık. Mahallede arkadaşlar yaz gelince kamplara gider, yazlık yerlere, bazı arkadaşlarımın durumları iyi, onların yazlığı vardır, bazısı da devlet tesisinde bedava konaklarlar. Kızlarla tanışırlar, gülerler, eğlenirler, yaz kampında ateş sohbetleri, gece gezmeleri. Ben hiçbiri yaşamış değilim. Çiçek gibi kızlar bikini giymiş karşında, ben öyle şeyleri hiç bilmedim. Gidecek kampımız olmadı, çalışmaya giderdim küçük ustamla. Esir gibiydim, hava kararıncaya kadar çalışırdık. Bu beni güçlü yapıyordu herhalde, babamın dediğine göre böyle. İş arkadaşı kafa dengiyse sorun yoktur. Vakit su gibi akıp geçer. Seher de benim gibiydi, tarlada çalışırdı, onun yaz kampı macerası buydu, tarlada mısır topla, evin önünde mısır soy, ineklerin altını temizle, samanlıktan saman ve ot taşı ineklere. Ot biç. Taşı.
Seher kahverengi sırt çantasını takmıştı. Çok masum, çiçek gibi, ferahlatıcı görünüyordu gözüme.
Kızların birinden ormanda bir şelalenin olduğunu, birçok insanın oraya gittiğini, orada bir gölün oluştuğunu duymuştu. Orayı ben de duymuştum. Uzak bir yerdi.
Ama akşam olmadan gidip dönebilirdik.
Yaşadığım evin oraya gittik, Seher, beni apartmanın bahçesinden beklerken eve çıktım.
Annemden para istedim.
“Veremem, borcumuz var, pazara harçlık kaldı sadece.”
“Bir arkadaşla bir yere geziye gideceğim. Yiyecek içecek için lazım. Sucuk almam lazım. Ateş yakıp pişireceğiz.
Annem alaycı biçimde baktı: “Onu biz bulamıyoruz. Patates al. Ateşte közleyip yersiniz. Biz çocukken çok yapardık.”
Sinir oldum, bastım gittim, az sonra geri döndüm, kapıyı çaldım. Balkondan patates aldım bir kilo kadar, tuz da evden çıktım.
“Akşam olmadan dön” dedi, “Merakta bırakma.”
Ve yol parası aldım annemden.
Biber, domates, peynir alacaktım dolaptan, annem beni itti: “Yallah; dışarı!”
Seher, patatesleri görünce bana acıyarak baktı sanki. Gece kondu mahallesinde babasından o gün pasta bekleyip yerine bir simit bulan çocuk gibi baktı sanki.
Bayat simide dönüştüm; ama çaktırmıyordum.
“Patates yiyeceğiz demek. Sorun yok.”
“Ciddi misin?”
“Patates iyidir.”
“Annemde para yoktu, tavuk almak isterdim.”
“Takma kafana.”

Otobüse bindik. Uzun süren bir yolculuktu. Son durakta indik otobüsten. Issızdı burası. Yolun iki tarafında tarlalar uzanıyordu, tek tük köy evleri vardı.
Bir çeşme başında durduk, kavak ağaçları vardı burada, otlayan iki inek su içmeye gelmişti. Elimizi yüzümüzü yıkayıp su içtik.
Yol düzdü. Bu yol tam bisiklet sürmek için yapılmış sanki. Bisikletimiz olsa ne güzel olurdu. Bir bisiklet bile yeterdi.
Bu konuda sohbet ettik ve hemen yola düştük.
Bilinmeyene doğru ilerlemek güzeldi; ama yorucuydu.
2 katlı bir köy evinin önünden geçiyorduk. O sırada Seher bir şeyler anlatıyordu, gülünç şeyler, gülüyorduk.
Seher dedi ki: “Şu adam sana bir şey diyor, baksana.”
Adam neden bağırıyordu?
“Hortumu çek!” diyordu, “çabuk hortumu çek!”
Anlamadım başta. Ne hortumu?
“Hortumu çek!” diye feryat ediyordu.
Seher uyandırdı: “Kireç torbasını ıslatıyor su, onu çek diyor. Bak şurada.” (yığılı kireç ve çimento torbaları vardı orada.)
Ben de gevşek biçimde ilerliyordum, dediğini yapacaktım, Seher’in son dediklerine gülüyordum, hortumu aldım, Seher’i ıslattım az, bu sırada inşaat iskelesindeki adam koptu geldi hışımla. Yerdeki beşe on santim bir metre boyundaki tahtayı alıp sırtıma indirdi, enseme yumruk gibi bir şamar attı, karılmış harcın içine yuvarlandım.
Adamın oğlu fırlayıp geldi: “Baba, sakin ol.”
“Çocuk oyunu mu bu, ben kaç lira su faturası ödüyorum!”
Genç adam babasını tutup uzaklaştırdı. Gidiyorduk. Yanımıza geldi.
“Ya kusura bakma babam biraz asabidir, çok iyi kalplidir aslında, onun adına özür dilerim.”
“Serseri seni!

Yanına aldın manitayı. Gözün dünyayı görmüyor. Zibidi!”
Çok üzgünüm, ağlayacağım nerdeyse.
“Tedavi ettirin babanızı. Biri çıkar o odunu onun kafasında kırar. Biz öyle insanlar değiliz.”
“Kusura bakmayın.”
Seher, yerdeki beşe on santim bir metrelik tahtayı eline aldı.
Yaşlı adam geldi: “Bana vuracak mısın, gel vur, için rahat etsin, haksızım.”
“Yok; yolda lazım olur diye aldım, alabilir miyim?”
“Al. Ama mahkemeye delil olarak sunmayacaksın, değil mi
“Yok.”
“Sizden özür dilerim. Bir anlık patlamaydı.” Para çıkardı. 50 lirayı uzattı. “Kusura bakmayın çocuklar. Bunla bir şeyler alırsınız kendinize.”
Parayı almadım, yere düştü.
“Al bak döverim!”
Alacaktım. Seher, fırlayıp parayı kaptı kedi gibi.
“Tamam, teşekkür ederim amca, bu olay hiç olmamış.
Biz unuttuk bile.” Güldü.
Yaşlı adamla el sıkıştık. Oradan ayrıldık.
“Tahtayı neden aldın?”
“Köpek filan saldırır, dursun bizde. Anısı var, eve götürürüm belki.” Güldü.
Sonra sessizce yürümeye başladık.
Üstüm berbat oldu.
Orada üstümü suyla temizlemeye akıl edemedim.
Seher garip şeylerden söz etmeye başladı. Odunu kılıç gibi tutmaya çalışıyordu.
“Kafanı uçurayım mı kılıcımla?”
Ortaçağda vebanın yaşandığı dönemlerde, sisle kaplı bir dağ köyünde siyah pelerinle gezen bir hemşire olmak istediğini söyledi. Avrupa’da elektriğin icat edilmediği eski zamanlarda, at arabasıyla seyahat eden aristokrat kızı olma hayalinden söz etti, vampirlerin yaşadığı dönemde, ormanda bir malikanede hayal edermiş kendini. 13 yaşlarında. Türkiye’de elektrik olmayan zamanlarda, çok eski zamanlarda dağda yaşayan köylülerin kış şartlarına direnişine hayran kaldığından söz etti. Köyde yaz akşamları közde mısır pişirip kız kıza ettiği sohbetlerden söz etti. Küçükken evlerinden ormana bakıp ormanda yaşadığını sandığı hayvanlara dair düşüncelerini, hayallerini anlattı.
Komik, saçma sapan çocukla şeylerdi.
“O tahtayı at bence. Yük oldu sana.”
“Yok; bu tahtaya aşık oldum.”
“At gitsin.”
“Çok konuşma sırtına yapıştırırım.” Güldü, “biri bize saldırırsa?”
“Bir günde iki kez mi? Sanmam. Parayı neden aldın?”
“E almamız yararımıza, zaten pişman. Uzatmaya gerek var mı?”
“Parayı bana ver.”
“Neden?”
“Dayağı ben yedim.”
“Ben almasam parayı almayacaktın.
“Alacaktım ama sen atik davrandın. Sen parayı bana ver; düşürürsün diye dedim.”
“Sana inanamıyorum!”
“Evet, düşürürsün, bir şey olur, sırtım fena acıdı. Para ikimizin. Bari para benim cebimde dursun, ben iyi korurum.”
"Babam ben küçükken harçlık verirdi, sonra onları bankaya yatıracağım deyip alırdı. Ben paraların biriktiğini sanırdım. Babam paralarla bira, sigara alıp içerdi. Baba param ne oldu bankada derdim, birikti derdi, daha çok biriksin, vereceğim sana, bir sakız verirdi, sakızın da şekeri yoktu, iğrençti. Ama sevinir mutlu olurdum. Üç beş şeker bile vermezdi. Bence sen babam gibi bir üç kağıt peşindesin.”
“Bak arkadaşım, bu parayla tavuk ya da sucuk alacağız. Burada bir bakkal bulursak. Olmadı dönüşte tavukçuya girer yeriz.”
“Süper olur. Patatesler atıştırmalık olur. Ama bence o parayı saklayalım hatıra olarak ya da bir dilenciye verelim.”
“Dondurma alsak?”
“İçim gitti. 25’şer liralık alsak hayvan gibi çok olur be.”
Yürüyüşü dikkatimi çekti birden. Ne güzel yürüyordu, derin, sakin, bilge.
“Güzel yürüyorsun.”
Ses etmedi.
Sanki atlarını gezintiye çıkarmış dağ rüzgarları gibi yürüyordu.
Birbirinden güzel ve hızlı yaban atlarını gezintiye çıkarmış
gökyüzü gibi. Gök gibi yürüyordu.
Dağ derelerindeki yosunlu kayalar gibi sessiz, içli ve dingin.
“Yok be, ne güzel yürümesi, onu zengin kızlar bilir ancak. “Doğru düzgün bir ayakkabı alamadım, bunlar eskidi.”
Haklıydı, acıdım ona.
“Sana bir şey anlatacağım; ama aramızda kalacak sonsuza dek. Söz ver bakalım?”
“Söz” dedim.
“Birine aşık oldum. Onunla kaçıp gideceğim. Plan hazır.”
Başımı çevirip ona baktım.
Bana baktı, başını öteki tarafa çevirdi, gülümsedi.
“Ne oldun?” dedi.
“Hiç.”
“Yurt dışından bir akrabam geldi. Çok yakışıklı biridir. Orada üniversite okuyor. Gezip dolaştık köy yolunda. Bana oraları anlattı, gelmek istersen sana yardım ederim. Orada kalabilmek için onunla sahte bir evlilik yapmamı önerdi. Ne düşünüyorsun?”
“Bu senin hayatın. Canın neyi istiyorsa onu yapmalısın.”
“Diyeceğin bu kadar mı? Ben bu adamın bana göz koyduğunu, kandırmak istediğini düşünüyordum; ama fırsatı kaçıramam. Türkiye’den gitmem çok iyi olacak.”

Seher, içimde bitti bir anda. Berbat hissediyordum.
Bu aptal gezintiyi hemen sonlandırmak istiyordum.
“Neden ses vermiyorsun?” dedi.
“Hiç. Ne diyeyim. Kendine yazık edersin.”
“Yapacağım. Sen ne biçim dostsun? Benim iyiliğimi istemiyorsun!”
“İstiyorum. Mücadele etmek yerine eklenti olacaksın pisliğin birine.”
“Aşık olduğum adama nasıl pislik dersin, senle bir daha muhatap olmayacağım!”
“Umurumda değilsin.”
Bastı gitti koşarak.
Orada oturmuştum. Ağlayacaktım.
Koşarak yanıma geldi: “Şaka yaptım” dedi, “Demek ki beni beyninde çok asil bir yere koydun, orası hiç öyle değil. Günün birinden öyle şeyle yaparım ki.”
“Bu şeyler nerden aklına geldi?”
“Ne bileyim, birden geldi, ortam renklendi, değil mi?”
Parayı çıkarıp ona verdim.
“Ormanı seversek ormanda bir şeyler yapabiliriz” dedi.
“Ne gibi?”
“Yoksul Vietnamlıların evleri gibi bir ev, ya da yoksul Kamboçyalıların evleri gibi. Baraka bir yer. Eve dönmeyiz.”
“Sen aklını mı kaçırdın?”
“Çok ciddiyim. Ormandan geçinip gideriz. Kendimize özgü bir hayat kurarız. Bir şeyler ekip biçeriz. Av yaparız. Şehirde çalışırız, akşam bambu evimize döneriz.”
Delirdi herhalde.
“Olur” dedim kayıtsızca.
“Ben delirmedim” dedi, “bir film izledim de, aşk geldi. Bambu evde yaşamak istiyorum.”
“Uzaklara gitmeye gerek yok, sizin evin oralarda yaparız bir baraka.”
“Saçmalama! Babam basar orayı. Özgür olamayız.”
“Yok; baban iyi adamdır. Yapmaz.”
“Gelir bakar, merak eder; ters şeyler görürse yıkar orayı başımıza.”

Bir yaşlı amcaya gideceğimiz yeri sorduk, bilemedi.
Uzun bir süre daha İlerledik, yolun bir tarafı ormandı. Dere sesi duyduk.
Başka bir dedeye denk geldik, şelaleyi tarif etti.
Sevindik. Asfalt yol ufukta titreşiyordu sıcaktan.
Şelale burada bir yerde olmalıydı.
“Dereye inelim” dedi. Seher, önden gidiyordu, rampaydı burası, araçların arasında.
“Elimi tut” dedi, “olmadı tahtayı tut.”
“Olmaz, kayarsam birlikte düşeriz. Şu tahtayı atsan iyi edersin; boşa yük”
“Bizi dengeler, tahtaya tutun.”
“Olmaz.”
Tahtayı baston gibi kullandı, aşağı indi.
Tahtayı bana atmak istedi.
“Gerek yok” dedim, tahtaya sinirim, acısını hissettim.
“Tahtanın gücüne gidiyor bak.”
“At onu.”
“Sana inat bu günün hatırası olarak saklayacağım onu.”
Çömeldim ve yavaş yavaş yokuştan indim. Tam düzlüğe geldim kazasız belasız. Rahat bir soluk alacaktım. Ayağım ufak bir taşa denk geldi, yuvarlanıp dereye düştüm, hem de derenin çimenli sazlı en çamurlu batak kısmına. Seher, tüm şehri buraya toplarcasına dev bir kahkaha atıyordu, hemen alelacele, ürpererek çıktım oradan.
Kenarda bir süre şoke halde durdum. Sonra çamurları temizledim suyla.
Seher gülüp gülüp bir şeyler diyordu.
Haklı, onun yerinde ben de olsam gülerdim. Ama bu hoşuma gitmiyordu.
Kısa süre sonra yola devam ettik.
“Ölmek var; geri dönmek yok” dedi Seher.
“Ne fena düştün” dedi, “iyi, bir yerini kırmadın. Şu tahtayı alsaydın yardımı olurdu.
“Bana tahta mahta deme!”
“Belki de onunla uzlaşmak lehinedir. Tahtanın laneti tuttu.”
Güneş vardı, ıslak üstüm kuruyordu, aslında ıslanmak iyi gelmişti bana.
Tutup Seher’i dereye atacaktım nerdeyse, fark etti, tahtayla vuracak gibi yaptı: “Sakın! Yaparsan dostluk biter.”
“Doğayla bütünleşmek sana iyi gelmiştir” dedi Seher,
ayakları ısırgan otlarına bulaştı, canı acıyordu. Patika yol zorlaşmıştı, yoğun dikenler vardı, daha fazla gitmek delilikti.
Seher, yorulmuştu, oturdu.
“Tamam, burada ateş yakalım” dedi, “ben bir yere gidemem daha. Zorlamamak lazım.”
Yanına oturdum.
“Aynen. Akışına bırak” dedim, “Sen otur dinlen, ben odun toplayayım.”
“Şu tahtayı ver yakalım. Güzel köz çıkar ondan.”
Ya tamam, seni mi kıracağım.
Tahtayı bana uzatıyordu, elinden kaydı, tahta dereye düştü ve hızla akıntıyla sürüklenmeye başladı. Bir metre ilerde taşa otlara takılıp kaldı kenarda, onu almaya gidecektim dereye girip.
Biri yaklaştı bize, ben yaşlarda, zayıf, gözlüklü. Saçları enseden uzundu, keçi sakallıydı, uyuşturucu bağımlısı gibi dağınık görünüyordu, bitik. Hiç haz etmedim, bakışları deliceydi. Seher’e gözlerini dikti.
“Ne arıyorsunuz burada, pis böcekler?!” diye bağırdı.
“Bağırma lan!” dedi Seher, “görgülü ol, sağır değiliz, taş kafa!”
“Kimsiniz terbiyesiz adiler?”
“Asıl sen kimsin kemik surat?”
Elinde kalın bir sopa vardı.
“İkinizi de hastanelik edene kadar döverim bak, sopa bende.”
Sen bizle ne biçim konuşuyorsun, kafan mı iyi?
İnsan olan selam verir önce.”
Yabancı bana döndü bu kez.
“Ne arıyorsunuz burada? Bak bu kızın dili çok büyük.”
“Büyük dil iyidir.”
“Burada neler karıştırdığınızı anlatın bakalım?”
“Arazinin sahibi misin, nesin kimsin, bekçi mi polis mi?” dedim.
Gülümsedi: “Sorarım, sormak hakkım, sen de olsan sorabilirdin.”
“Geziyorduk.” dedim.
Seher’e baktı: “Güzel kız. Bu ormanda ne halt yapacaksınız? Tabi sizin için evlenmeden yapmak normal.” Bana dikti gözlerini: “Bu kızın ailesi biliyor mu onu buraya getirdiğini? Benim kız olsa onu asla buraya getirmem.”
Gencin elindeki sopayı almayı kafaya koymuştum. Ana nasıl? Ani bir hamle yapmayı planlıyordum. Belki de zararsızdı. Beklemeliydim.
“Tahta kafa” dedi Seher, “orası öyle değil.
Başımı geri çevirip dere kenarında takılı kalan tahtaya baktım. Tahtaya aşık olmuştum; ama sanırım geç kalmıştım.
Manzara gayet açık. Böyle şeyler yapmamalısınız, en azından burada yapmayın. Burası namuslu bir çevredir.
Genç adam bana yanaştı, Seher bu sırada yerden bir taş alıp arkasına sakladı. Genç adam başını çevirip ona baktı.
“Birader senin derdin nedir bilmiyorum, sandığın gibi değil.” dedim.
“Kız arkadaşın çok güzel.”
“Olabilir.”
“Gördüğüm en güzel kız. Çok da seksi. Nerden buldun bunu, bana da bir tane ayarlar mısın?”
“Bak birader, sen de kendine güzel bir bulursun, için güzelse eğer, adam olursan başarırsın.”
Sırıttı. Sararmış dişleri göründü.
Bir eliyle cebine davrandı. “Sigara nerde?” diyordu.
Sigara çıkardı, çakmağı bulup çıkardı. Çaktığı sırada Seher arkadan yanaşıp taşı indirdi. Genç adam başını tuttu inleyerek: “Ya ne yaptın kardeşim offf!!”
Odunu elinden almıştım, yerde oturmuş kıvranıyordu: “Ölüyorum! Ambulans çağırın! Kan kaybından ölmek istemiyorum. Siz de bok yere katil olmayın. Arayın hemen gelsinler.”
“Bir şeyin yok, abartma!” dedi Seher, “çek elini bakayım.”
Çekti elini, azıcık kan var, geçer.”
“Ciddi değildim, neden vurdun kardeşim, az konuşmak istemiştim sizle, bunun nesi yanlıştı, biraz sohbet etmek istemiştim sadece. Of!” Ağlıyordu.
Seher’le birbirimize bakındık, yanına diz çöktük. Ben sırtına dokundum, Seher ise başına dokundu.
“Çok yalnızım, kardeşim, sizi görünce yalnızlığımın acısını hissettim.” Ağlayarak konuşuyordu.
“Böyle mi sohbet edilir, tahta kafasın sen, düzgün yaklaşsaydın ya?” dedi Seher.
“Ne bileyim, bu işleri bilmem. Ben de kız yok ya, onda var ya, kıskançlık, öfke. Sahip olmadığıma sahip. O yüzden saçma sapan konuştum. Oysa alakam yoktur böyle şeylerle, şiddetim yoktur. Düşündüğüm gibi tipler değilmişsiniz, yanıldım, beni bağışlayın lütfen. Balık tutmaya geldim buraya, hiçbir şey yok. Sizi fark ettim.”
Seher şöyle dedi: “Önce git adam gibi tıraş ol, sakalı saçı kes. Senin kendine güvenin yok.”
Maddi sıkıntıdan liseyi bırakmış bu sene, köyde inekleri, koyunları varmış babasının, ona yardım ediyormuş, çiftlilik tarla işleri. Çalışmaktan canı çıkıyormuş.
Salya sümük ağlıyordu: “Beni neden sevmiyorlar anlamıyorum, sevilmeye hakkım yok mu, ben de insanım, kızlar çok zayıf olduğumu söylüyor, ne yapayım; kilo almıyorum, sınıftaki çocukların sevgilileri var. Onlar yalancı, adi, düzenbaz, çakal ve serseri çocuklar, bebek gibi güzel kızları götürüyorlar, kızlarla neler yaptıklarını anlatıyorlar, ben de onların yaşadıklarını yaşamak istiyorum. O pis böcekleri seviyorlar, hayret ediyorum, kızların parasını da yiyorlar, ben dürüstüm, yalanım yok; ama kızlar bana pas vermiyor, anlamadım gitti. Sınıfta hoşlandığım kıza parfüm alıp biriyle yolladım, hediyeyi geri yollattı. Ama fırlamalar el üstünde tutuluyor. Sizce sorun bende mi, sorun nedir?”
“Onların anlattıklarına inanma. Yalan söylerler. Hava atmak için. Merak etme, kafana göre birini bulursun, takılırsınız. Onlar gibi olmaya çalışma. Bir kitap alıp oku. Düşün. Bir müzik dinle. Kendini geliştir.
“Kitap okumayı çok severim.”
“Onlara imrenme, kendin ol. Günün birinde iyi kalpli ve seni ruhuyla seven bir kızla arkadaşlık yaptın mı, sevmenin ne olduğunu öğrenirsin, yalnızlık sorunun kalmaz. Sorun sende değil; sadece olup biteni doğru çözümleyemiyorsun. Onların etkisi altındasın.”
Kemik suratın yüzü sevinçle doldu: “Hiç böyle düşünmemiştim, yetersiz ve taş kafa olduğumu sanırdım. Kimse bana böyle içten konuşmadı, çok teşekkür ederim!”
Epey sohbet ettik, Sarı Kafa’yla, lakabı buymuş.
Bizi evine davet etti, buradaymış evi, bizi evine davet etti. İşe geç kalacağını söyleyip aceleyle gitti. Gitmeden önce deredeki tahtayı benim için aldı arkadaş.
Yarım saat kaldık orada, boş boş durduk, arada sohbet ettik, dereyi dinledik, kuşları, buranın bilge havasıyla akıp gitti içimiz.
Sonra yola çıktık.
Tahtayı Seher’e verdim.
Köylü arkadaştan bir yer hakkında bilgi almıştık, belki oraya giderdik, kesin değildi, yürümeye karar vermiştik.
Akışa bıraktık her şeyi. En iyisi budur



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın aşk romanı kümesinde bulunan diğer yazıları...
İki Kız Bir Erkek
İki Genç Kız Sohbet Ederken
İyi Kızlar Aşık Olur 1
Köylü Kız Kezban
İki Kız Bir Erkek 3
İki Kız Bir Erkek 10
İki Kız Bir Erkek 5
İki Kız Bir Erkek 7
İki Kız Bir Erkek 12
İki Kız Bir Erkek 11

Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Murat, Mevlüt, Muzaffer ve İsa
Kurtlar ve İnsanlar
Silikon Kadın
Vahşi Ormanda Tek Başına 3
Vahşi Ormanda Tek Başına 2
Vahşi Ormanda Tek Başına
Sokakların Ruhu
İki Kız Bir Erkek 14
Kurtlar ve İnsanlar 6
Silikon Kadın 2

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Göğsümde Ateş Böceği Gibi Parlayacak [Şiir]
Şimdi Yak Bir Sigara [Şiir]
Bir Kadının Gelişim Süreci [Şiir]
Remzi [Şiir]
Rüya Tarlasında Bitmiş Bir Kız Gördüm [Şiir]
Sahil Olduklarını Hatırla [Şiir]
En Güçlü Yerin [Şiir]
Seni Mutlu Edeceğim [Şiir]
Birds And Girls [Şiir]
Kapı Açan, Cebrail [Şiir]


İsa Kantarcı kimdir?

yazar

Etkilendiği Yazarlar:
jack london


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © İsa Kantarcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.