Neyi Düşüneceğim!
Merak etmeli miyim ve bilmeden nasıl olacak?
Öğrendiklerimi kimlerle paylaşmalıyım?
"Gelecek, şimdinin geçmişidir, sadece biraz daha pahalı ve daha az kullanışlı." – Douglas Adams"
"Gelecek, şimdinin geçmişidir, sadece biraz daha pahalı ve daha az kullanışlı." – Douglas Adams"
Merak etmeli miyim ve bilmeden nasıl olacak?
Öğrendiklerimi kimlerle paylaşmalıyım?
Yazma yetisi insana verilmiş en büyük ödülken, diğer taraftan sonsuz bir yalnızlığı gerekli kılışı çok acımazsız geliyor. Akademide öğrenciyken bir Hocam şöyle demişti; Hayatta bir şeyi istiyorsanız bir başkasından vazgeçmelisiniz. Hepsi birlikte olmaz.
İlk kan ve anne.
İnsan aşk ile doğardı. Şiirler gibi. Aşk ve acının birleşiminden doğan insanın alnına ilk annesinin kanı değerdi.
Mekanların, akışkan olmaktan çok dalgalarla hareket eden zamanın hangi noktasında durulup bakıldığı önemsizleşmiş, insanın insanı arayış öyküsünde... Dünyanın koca bir sahne gibi algılanışı sadece ortam değiştirip, aynı kalmış özünde.
Bir an gök yüzü yarılıyor, her yer aydınlanıyor... İçimde birşeyler kopuyor... Ardından acıklı korkutucu bir ses... Şimşek çakıyor...
Her tren ilk gardan başlar yolculuğuna ve son durakta durup bir sonraki yolculuğuna başlar.
Yaşam ırmağı gürül, gürül hızla kopürdeyerek akarken, bizler kısır bir döngü içerisinde kendi hapishanemize kendimizi mahkum etmişsek ; buna da yaşamak diyorsak, kendimizi kandırmıyormuyuz acaba ?
Sosyal ve demokrat zihniyetinin temsilcileri asla statükoyu savunamazlar.
Şayet savunurlarsa, kendilerini bir açmazın girdabına hapsederler.
Sosyallik, ahenksizliği reddeder.
Yardımsever bir insandı. Liseye geçtiğimizde okul tiyatrosunda oynuyordum. Yurtta kalıyordum. Hafta sonu olduğu için yemek olmazdı. Paramız da bitmişti. Yanımda tiyatroda beraber rol aldığımız Murat Özsoykal arkadaşım vardı. Beraber, Güzin Hocanın evine gittik. Hocam, biz okul tiyatrosundayız. Prova için kaldık. Yurtta kalıyoruz. Ama yiyecek bir şeyimiz kalmadı. dedik.
Platonik aşkını, sınıf arkadaşlarını, halı tezgâhını,
Sohbet halkasını niçin terk etmek zorunda kalsın.
Annesini, ahrenini, kardeşini, özlemini neden gurbete yüklesin.
Bizim olmasını çok istediğimiz bir şeyi almak...Alabilmek… “Benim” diyebilmek. Ne aradığınızı biliyorsanız şayet, onu hep istiyorsunuz. Bulamadığınızda , onun yerine koyduğunuz başka bir şey, onun yerini ne alabiliyor ne doldurabiliyor...
Bir anne hayal edin. Bebeğine bakmak için her şeyi göze almış, gece uyumamış, yememiş yedirmiş, onunla sevinmiş, onunla gülmüş, tehlikelere bir kartal gibi kol kanat germiş,onun eğitimiyle sonuna kadar ilgilenmiş, okutmuş, başarılı olmasını hayal etmiş.
Ve tam mutluluğunu göreceği zaman kaybetmiş canını..
Ne hisseder
Çoğunluğa uyduğumuz zaman, bizde görevimizi yapmanın rahatlığı içerisine gireriz. Çünkü çevre tarafından onaylanırız, çevre ne der korkusu ortadan kalkmıştır artık. İnanmadığımız, içimizden gelmediği halde, sırf etraf ne der korkusuyla yaşamımızı sürdürüyorsak, kişiliğimizden, özgürlüğümüzden bahsetmek ne derece doğru olabilir.
"Herşeyin etrafında dönmek için, herşey olmak için tüm kaleler yıkılır... Ve unutulur, ne yazık, unutulur: koskocaman okyanusun içinde minicik bir hücreden ibaret olmanın gerçeği... Elde olanların hiçbir hükmünün olmadığı unutulur... "
O gün, kaldığı yerden okuyarak ezanı devam ettiren küçük çocuğun Reis/Erdoğan olduğunu filmde de çok açık belirtiyor. Zira sahnenin tam orasında davudi bir ses:
“...minareleri, sen, ezansız bırakma Allah’ım!”
O ses; Reis’in sesi…
Meğer Reis, taa o günden beri susturulmak istenilen ezanı
Ercan Kesal