Zamanı gelen bir düşüncenin gücüne hiçbir ordu karşı koyamaz. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Düüşünen bir canlı olarak, istisnaların dışında hiçbir insan kıskanç olduğunu kolayca kabul etmemektedir. Ve bu yüzdendir ki, günlük yaşantımızda devam ettirdiğimiz birtakım alışkanlık ve huylarımızı, sıradan bir şeymiş gibi algılayıp, ileride kişiliğimiz üzerinde ne tür olumsuzluklar yarattığının farkına varmadan ömrünüz tamamlanmaktadır. İşte ömür boyu yaşatılan huylardan “Kariyerizm ve Kıskançlığın” ne kadar büyük bir kişilik bozukluğu olduğunu, sadece çok kötü bir olay yaşadığımızda anlamaktayız. Bundan vazgeçme gibi bir öeneri yapıldığında ise, adeta onsuz yaşayamayacağımızı düşünerek, kendi kendimizin esiri olmaktayız. Özellikle bazı burjuva kökenli ve özentili kişiler, Kariyerizmi bir yetenek ve başarı sayarak, sürekli belirli kişi ve kesimler üzerinde maddi ve manevi bir üstünlük aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu da doğrudan kişilik bozukluklarının ana kaynağı olan Kıskançlığın en açık yansıması demektir. Aile, çevre, iş ortamı, eğitim ve ekonomik yapının insan kişiliği üzerindeki etkisi her zaman bilinen bir gerçektir. Ancak bunların hepsini hastalık derecesine getiren ve en büyük etkiye sahip olan devlet yönetim şekilleri, nedense kimsenin aklına gelmemektedir. Konunun direkt muhatapları olan uzman psikologlar ise, çeşitli baskılar yüzünden devlet yapılarının kişilik üzerindeki olumsuzluklarını gerçekci temelde ele almış değillerdir. Genelde sorunu yaşayan kişilerin dar çevresi ve birebir etkilendiği noktaya bağlı kalınması neticesinde, ülkedeki sağlık ve adalet yapısı bu yüzden hiçbir zaman yerli yerine oturmamıştır. Diğer taraftan sistemin olumsuzluklarının farkında olan birtakım kişi, grup ve anlayışlar, her ne kadar devlete karşı mesafeli durarak kendilerini korumaya çalışsalar da, evrensel normlara uygun bir eğitim ve kültür seviyesine sahip değillerse, sistemden çok rahat bir şekilde etkilendikleri görülmektedir. Örneğin insanların büyük çoğunluğu gençliğin vermiş olduğu heyecanla, hayatın ilk evrelerinde genellikle sisteme muhalif bir duruş gösterirler. Ne zaman ki hayatın gerçekleriyle tanışıp bazı imkân ve olanaklara sahip olunmuşsa, yavaş yavaş zıttına dönüşmüşlerdir. Bu sosyal psikolojiyi yaratan devlet yapısının incelenmesi en öncelikli konular arasındadır. İnsan karakteri ve kişiliği üzerinde düşünülürken, istisnaların dışında öyle dört başı mahmur bir insan yapısının varlığından hiçbir zaman bahsedilemez. Bu yüzden bireylerin sağlam bir karaktere sahip olmbilmesi için, devlet yapısı ve eğitim niteliği çok büyük bir önem arz etmektedir. Eğer herhangi bir devlet yönetimi, içerisinde bulunulan çağın koşullarına uygun, en akılcı ve evrensel normlara göre bir eğitim sistemini temel almamışsa, vay gele o toplumun başına! Hele de yüzyıllar önce modası çoktan geçmiş olan vatan din, millet ve üstünlük kompleksine bağlı hareket edildiği sürece, bu tür toplumlarda sağlıklı düşünen bireylerin çıkması çok zordur. Gel ki her devlet kendine göre en iyi yönetim ve eğitim sistemine sahip olduğunu söylese de, bunun doğru olup olmadığını şu değerlendirme biçimiyle daha net anlayabiliriz. Bir devlet kendi içerisinde siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan barışık ve eşitlik ilkesine bağlı hareket ediyosa, iddiasında doğruluk payı söz konusu olabilir. Bunun tam tersine iç ve dış çevre ile sürekli didişerek yaşyorsa, o toplum ve devlet yönetiminde derin bir kişilik bozukluğu var demektir. Çünkü kendi içerisinde barışık olmayan yönetimler, genellilkle bilimsel felsefeden uzak, insanların iç güdülerine hitap eden hükmetme, güç, üstünlük ve maddiyata tapınarak varlıklarını sürdürürler. İşte bu tür devlet yapıları önü alınamayan Kıskançlık hastalığının en büyük sorumlulusudurlar. Kim ne şekilde düşünürse düşünsün, dünyanın her toplumunda bireyler, kendiliğinden kültürel seviyesini yükselterek evrensel ölçülere göre demokrat olanlar, nicel ve nitelik bakımdan azınlıktadırlar. Diğer büyük bir çoğunluk ise devlet yönetimlerinin düşüncesine bağlı olan politik pratikğe göre şekillenip karakter kazanırlar. Bu da doğal olarak topluma ve çevreye karşı ukala ve üstünlük taslayan devletlerdeki hastalıklı yapının, doğrudan bireylerin karakterlerine sirayet etmesi demektir. Onun için “Kariyerizm ve Kıskançlık” devlet yönetim anlayışından atılmadığı sürece, toplum ve bireylerin sağlıklı düşünmelerini kimse bekleyemez. İfade edilen bu Kıskançlık ve Kariyerizmin birey, aile ilişkileri ve toplum yaşamında ne gibi olumsuzluklar yarattığını özetleyerek incelemeyi sürdürürsek. Örneğin Lükse, maddiyata, cinsellikte aşırıya kaçma, makam, rütbe ve güce tapınarak yaşam alışkanlıkları, sürekli çevreyi ve toplumu aldatma yöntemleriyle elde edilmektedir. Hakkaniyet ve liyakata bağlı kalınan yapılarda ise, hiçbir insan asla bahsi geçen egolara tıpınarak yaşamaz. Yaşayanlar çıksa da istisnayı oluşturmaktadırlar. Bir toplumda maddiyata ve üstünlüğe tapınnma temel siyasal politika halini almışsa, o toplumda derin bir psikolojik sorunun olduğu aşikârdır. Bunun ana kaynağı ise insan denen canlıdaki, “Egonun” insalık normlarına uygun şekilde eğitimle disipline edilmemesidir. Egoizm; bazı toplumlarda ilk varoluşuyla hayvani düzeyde yaşatılırken, bazı toplumlarda ise aşırı derecede uyarılmasıyla, kıskançlık ve kariyerizm şeklinde kendisini dışa vurmaktadır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kariyerizmde dahil tüm kişilik bozukluklarının başlatııcısı “Kıskançlıktır”. Sosyal hayatta bunun yaratmış olduğu olumsuzlukları şu şekilde sıralamak mümkündür. Kıskançlık; en basit anlamıyla ihtiyaç duyulan maddi ve manevi her şeyin, kişinin kendi düşünce ve kontrolu doğrultusunda, en çok faydalanacağı şekilde olması demektir. Yani anlayacağımız egonun tavan yapmasıdır. Egodan bu şekilde bahsederken, egoyu tamamen yok sayıp basit görmekte yanlıştır. Bir canlının yaşaması için mutlaka egonun olması şarttır. Çünkü ego en önemli içgüdüsel enerji hareketidir. Örneğin bir canlıda egoizmi hareket ettiren enerji hücreleri olmasa, o canlı diğer varlıklar gibi tepkisizleşir. Onun için Ego önemlidir, ancak her şeyin üstünde değildir. Nasıl ki egonun öldürülmesi canlı yaşamının anlamsızlaşması demekse, aynı şekilde büyütülmesi de insanlığın yok olması ve anlamsızlaşması demektir. Tam da bu noktada, evrensel insani değerlere göre toplumun eğitilmesinin önemi ve anlamı ortaya çıkmaktadır. Devlet yönetimlerinin evrensel insani değerlere göre bir eğitim politikası yoksa, ailedeki çelişkilerden tutalım iş, çevre ilişkisi, sosyal ve siyasal yapılarda önü alınamayan anormalliklerin asırlar boyu devam ettiği görülmektedir. Herkesin bildiği gibi toplumsal yapının temel taşı ailedir. Ailedeki bireylerin eğitim ve kültür seviyesi, hem toplumsal yapının hem de devlet yönetimimin kültür ve niteliğini belirlemektedir. Örneğin Türkiye’de her on yıla yayılacak şekilde askeri ve sivil darbelerin yaşanması. Trafik yoğunluğu, anormal nüfus artışı, çevre kirliliği, her gün kavga ve ölümcül olaylar, siyasetteki tıkanıklık, kadın cinayetleri, modern ulusal yapıyı dışlayan ırkçı ve dincilik gibi saplantılar, daha çok kıskançlığı aşamamış Ortaçağ mantığındaki devlet yönetimlerinde mevcuttur. Türkiye ise henüz Ortaçağ mantığını aşmadığı için, ata erkil erkeğin aile ve topluma hükmetmesi, erkeğe maddi ve manevi olarak büyük bir avantaj sağlamaktadır. Erkek bu avantajını başta eşi üzerinde namus koruyuculuğu olarak görmektedir. Halbuki namus söz konusu ise, kadın kendi namusunu kendisi korumalıdır. Alman filozof Nietzsche’nin ifade ettiği gibi, “Kim ki namus şövelyalığı yapıyorsa, en büyük namussuz odur’der”. Ve erkeğin namus korouyuculuğunun daha değişik bir şekli ise, “Bir kadının namusunu, erkeğin koruyuculuğu Kerhane Badigartlığı’dan başka bir anlam ifade etmemektedir. Bu mantıkla herşeye egemen olmaya çalışan erkek, başta çocukları ve çevresini kendisine benzetmek için çeşitli yöntemlere başvurmakta hiçbir sakınca görmez. Ve bu yönelimler ailedeki erkek ve kadının eğitim, yetişme, fizyolojik ve düşünce algıasına göre farklılıklar göstemektedir. Örneğin erkekler aile ve çevrede varlığını hisstetimek için bazen maddi ve fiziki gücünü öne çıkarırken bazen de bilgi ve işini kullanır. Anadolu kadınları ise, genelde erkeğin hükümranlığını kabul etseler de, çevreye karşı daha güçlü bir kadın imajı yaratmak için güzellik, ekonomik, duygusallık ve iyilik meleği kesilmeleri. Diğer taraftan en ufak bir çıkar ve menfaat söz konusu olduğunda, hasmına darbe indirmede erkek kadar tehlikeli bir karaktere sahip olmaları. Özetlenen bu toplum ve birey profilinin, Türkiye’de üst düzey zengin sınıf başta olmak üzere, orta ve alt tabakadakilerin %95’inde mevcut olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Türkiye var olduğu günden bu zamana kadar, sürekli yerinde sayıp düşünülen ileri toplumlar seviyesine bir türlü gelememiştir. Tüm bunlara sebep olan en büyük aktörlerse, ülkedeki sağ ve sol yapıların kıskançlık psikolojisinden kutulmamış olmalarıdır. Başka hiçbir neden, toplulukların bu kadar geri kalmasında etkili değildir. Cemal Zöngür
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cemal Zöngür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |