Sanat hem bir coşma, hem bir yadsıma işidir. -Camus |
|
||||||||||
|
- Erik kelimesinden böyle saçma sapan anlamlar çıkaran senden başka biri var mıdır acaba? Söyler misin erik-delik söylenişindeki uyağın neresi komik. Buna kim güler? - İsteyen gülsün, isteyen gülmesin, herkesin keyfi bilir. Ben esprimi yapayım da. - Yapma yahu kardeşim, yapma… Bu espri falan değil. Dangalaklık… Sen güldüreceğim diye yırtınmaya, biz de sanki gülmeye mecburuz. - Ya kesin artık be, amma da uzattınız. Gülmeyin yaa, tamam gülmeyin. Bir daha size espri yapanın… İstasyona kadar gitmiştik ama trene binememiştik. Bayram günü olduğu için tren tıka basa doluydu. Bütün kompartımanlar, koridorlar ve pencereler insan dolu, kapılardan genç delikanlılar sarkıyordu. Belki zorlasak aramızdan trene binen olabilirdi. Ama hepimizin binmesi imkânsızdı. Kafa dengi ekibini bölmek için hep birlikte trene binme mücadelesinden vazgeçmiştik. Canımız sıkkındı. Minibüsle Manisa’ya gitmek neredeyse tren parasının üç katıydı. Üstelik tren kadar eğlenceli de değildi. İki sıra çam ağacı ortasında kara, kalın bir gibi çizgi gibi uzayan asfalta yürüdüğümüzde bu erik ve delik saçmalığını konuşuyorduk. Trene binememek hesaplarımızı bozmuştu ya çabucak her şeye sinirleniyorduk. İstanbul-İzmir karayolu ile kasabanın yolunun kesiştiği yerde briket bir baraka vardı. Oraya vardığımızda banka reklâmlı ağaç kanepede yaşlı bir adam oturuyordu. Kocaman bir tahtayı duvara dayamış yanına, kanepeye de havalı tüfeğini asmıştı. Tahtanın üzerinde daireler ve çıplak kadın resimleri yapıştırmıştı. Gazete kâğıdına sarılı kahverengi bir şişeden şarap içiyordu. Leş gibi içki koktuğu için yanına fazla yaklaşmadan “merhaba amca” diye selamladık. Verdiğimiz selamı almadı, hatta başını kaldırıp yüzümüze bile bakmadı. Kendi kendine anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler konuşuyordu. Anlayabildiğim kadarıyla; - Bayram olmasa kalbini kırardım. Dua etsin ki bu gün bayram. Buldunuz tabi benim gibi eşeği binin sırtına bakalım. Allahsızlar, merhametsiz köpekler… Seksen yaşındayım ben, boru değil, tam seksen. Hala benim avucuma bakıyorlar. Bu yaştan sonra çalışsam ne olur, çalışmasam ne? Utanmıyorlar. Yüzleri köpek derisi mübareklerin... Benden değilse bile insan konu komşudan utanır. Hiç utanma arlanmaları kalmamış. Sıtkı sıyrılmış bunların. Yuh size be yuh… diyordu. Bir ara bize kızdı sandım. Yuh falan deyince hepimiz dönüp yeniden dedeye baktık. Hayır, bize bir şey dediği yoktu. Başka zaman yolcu için kırk takla atan minibüsler yanımızdan jet gibi geçip gidiyorlardı. Bu gün yanımızdan geçen bütün arabalar doluydu. Köylerde, kasabalarda ne kadar insan varsa sanki hepsi Manisa’ya akıyordu. Yaşlı amca bize baktı. - Çocuklar içinizde keskin nişancı var mı, nişancı? On ikiden vurursanız para almam. Ama vurmazsanız üç atışta elli kuruşu bayılırsınız. - Yok dede, aramızda hiç nişancı yok. - Yuh size be… Ben sizin yaşınızdayken deveyi dizinden pireyi gözünden vururdum. Bergama’da Dikili’de sürüyle gâvur tepelemiştim. Siz daha elinize tüfek bile almamışsınız.. Osman gaza geldi. - Ben babamla ava bile gidiyom. Şimdi savaş yok . Olsa ben de öldürürüm gâvurları. - Nereye öldürüyorsun. Bokunda sinek mi öldürüyon. Gâvur bu, öyle çocuk oyuncağı sanma. Onunda tüfeği, süngüsü var. Beni öldür diye kabak gibi çıkıp bekleyecek sanki. Fazlı Osman’a kaş göz etti. Kes sesini, sus diye işaret etti. Dedenin niyeti elimizdeki avucumuzdaki birkaç kuruşu almaktı. Oysa biz Manisa’ya gidip gezecektik. Bunu haftalardır hayal etmiş, konuşmuş ve planlamıştık. Köfte yiyecektik, salıncaklara binecektik. Paramız artarsa belki keşkül, muhallebi bile yerdik. Kan gibi kırmızı şerbetli bir muhallebiyi köftenin üzerine tok karınla yemek kim bilir ne güzel olurdu. Osman salağını bıraksak planlarımızı bozardı. Tüfek atmaya başladık mı iddialaşacak ve sidik yarışından kendimizi kurtaramayacaktık. İstemeye istemeye paramızı bitirip asfaltın kıyısından mahalleye dönmek zorunda kalacaktık. . - Söke’de Reçep Çavuş gördüğünü vur dedi. Gözünün yaşına bile bakmadım. İyi de ne oldu? Vatan kurtuldu. Tamam, o ayrı, Kemal Paşa’ya canım feda. Bu gün savaş olsa hemen peşine düşüp yine giderim. O öldükten sonra bu vatanın kıymetini bilenler başa gelmedi ki. Herkes kendi cebini doldurdu. Akrabasını, hısımını kolladı. Demirkırat Parti sayesinde köylüler bile aynı kahveye gitmez oldu. Sonra birden konuyu değiştirdi. Uy anam uy, bu çocuklar adam olmaz. Kapımdan içeri haram lokma sokmadım. Yine de hepsi nankör oldu. Bu mübarek bayram günün başköşeye oturtacaklarına git de eve para getir diyorlar. Kuş ömründen az ömrüm kaldı. Onlar hala benden medet umuyorlar. Dede kendi kendine söylenirken bir minibüs briket barakanın önünde durdu. Ağzına kadar tıka bası olmasına aldırmadan bindik. Muavin tüfekçi dedeyi minibüse almadı. “Usta bu adam leş gibi içki kokuyor.”dedi. Kapıyı kapattı. Şoför gaza basıp yürüdü. Dedeyi orada bırakıp yola devam ettik. Garajda inip Yarasanlar Mahallesindeki bayram yerine geldiğimizde bir de görelim. Dede bizden önce gelip nişan tahtasını dikip işe bile başlamamış mı? Üstelik de etrafına bir sürü atıcılık meraklısı genç bile toplamıştı. Biz dedeyi kendi haline bırakıp önce dönme dolabın yanına gittik. O zaman dönme dolaplar şimdikiler kadar büyük değildi ama yine de binmeden önce epey bir süre izlemeyi, dolapla yükseklere çıkanların hallerini izledik. Sonra dönme dolaba bir iki kere, bir kere de havada savrularak dönen zincirli salıncaklara bindik. Bütün paramızı harcamamak için ne kadar kendimizi kontrol etmeye çalışsak da çok zorlanıyorduk. Ben dönüş için tren paramı öteki harçlıklarımdan ayırıp başka bir cebime koydum. O gün bayram yerinde canımızın istediği her şeyi yaptık. Paramızın hepsini tüketmeden köfteciye gidip karnımızı bile doyurduk. Dönüş saatimiz yaklaşırken birden her şey değişiverdi. Karşımıza adamın biri çıktı. Uydurma bir tezgâhın üzerine üç tane kâğıt bırakıyor “Bul karoyu al parayı” diyordu. Bizim kopuklar kolay parayı görünce hemen saldırdılar. Görünüşte kolaydı ama bir türlü karoyu bulamıyorlardı. Kaybettikçe hırslanıyorlar daha bir hevesle karoyu bulmak için paraları bastırıyorlardı. Oyun hepsinin cebini tamtakır edinceye kadar sürdü. Bütün paraları kaybetmiş olmalarına üzülmüyordum. Nasılsa tren parası ayırmışlardır diye düşünüyordum. Kendileri edip kendileri bulmuşlardı. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş. Bunların gözü öyle bir dönmüş ki tren parasını ayırmayı bile akıl edemeden son kuruşuna kadar oyuna girmişler. Bunu duyunca deli oldum. “Beni ilgilendirmez, ben yalnız başıma dönerim, siz de gidin kendi başınızın çaresine bakın.” dedim. Dedim demesine ama kendim de söylediğime inanmadım. Arkadaşlık adam satmak değildi. Hiçbir yere gidemedim. Şimdi ne halt edeceğiz diye düşünürken Ömer; “ Alaybey’de benim dayımın oğlu var. Ben ondan dönüş parası alırım. Onlara gidelim.”dedi. Çaresizdik, utana sıkla gittik. Bu akraba hala, dayı, teyze, amca olsa iyiydi ama dayısının oğlu biraz alakasız bir yakınlık gibiydi. Hayatımda o kapının açılmasını beklerken utandığım kadar başka hiçbir zaman utanmadım. Kapıyı otuzlu yaşlarda bir kadın açtı. Ömer uzanıp hemen elini öptü. Elbette biz de peşinden elini öpüp,”Bayramın mübarek olsun teyze.” dedik. Bizi içeri buyur etti. Ömer’in dayısının oğlu Kazım evde yoktu. Elbette yengesinden zangadanak para falan da isteyemezdi. Kadın hepimizi temiz bir odaya davet edip şeker ikram etti. Önce tek tek adımızı sonra da hatırımızı sordu. “Karnınız açsa hemen yemek hazırlayayım.” dedi. Sonra bizim emsal oğlunu babasını çağırmak için kahveye gönderdi. Kazım dayı az sonra oğluyla beraber eve geldi. Ev sahipleri gerçekten büyük olgunluk gösterdiler. Sorular sormadan, kapılarını çalma nedenimizi bayramın doğal bir sonucuymuş gibi algılayıp bizi son derece iyi ağırladılar. Bu gün düşündüğümde olgunluklarına daha büyük bir hayranlık duyuyorum. Bize o kadar iyi davrandılar ki bir iki saat sonra bize bile ziyaretimize neden olan dangalaklığımızı unutturmayı başardılar. Her şeyi bir tarafa bırakıp siyah beyaz televizyondaki bayram programlarına kendimizi kaptırmış misafirliğin tadını çıkarmaya başlamıştık. O gece evlerinin olanağı ölçüsünde yaşları on bir ile on iki arasında değişen beş misafirlerini rahat ettirmek için çırpınıp durdular. Ertesi sabah uyandığımızda Ömer bize göz kırpıp beklediğimiz mesajı verdi. Dayısının oğlu Kazım’dan para almayı başarmıştı. Öğlene doğru oturay ile Manisa’dan kasabaya döndük. Oturay: İki vagonlu mototrene verilmiş yerel bir isim. Bu yazı aramızdan genç yaşta ayrılan Osman ve Ömer’in anısına kaleme alınıp onlara armağan edilmiştir. Seyfullah Kasım 2006
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |