Yalnızca hava, ışık ve arkadaşın varsa hiç üzülme. -Goethe |
|
||||||||||
|
Seçim öncesi hiçbir adaya nasip olmayan bir piyango vurmuş ve Tayyip Erdoğan Birleşik Devletler başkanı tarafında Beyaz Saray’a davet edilmişti. Demek bu insanın bir şeyler yapacağını Amerika bile fark etmişti. Hepimiz elbirliği ile bu mucize adamın kazanması için elimizden gelmeyeni bile yapmaya hazırdık ve yaptık… Tayyip Erdoğan bir televizyon konuşmasında kendisine “AKP barajı tek başına geçerse ne düşünür, ne yaparsınız?Benim o gün takdirimi kazanan cevap geliyordu; “Böyle bir şeyin olmasını temenni etmem, ama olacak olursa, erken seçim kararıyla yeniden seçime gideriz. Çünkü muhalefetsiz bir iktidar düşünülemez” demişti. 3 Kasım 2002 seçimleri… İki parti barajı aşıyordu, biri CHP biri AKP. Tayyip Erdoğan yasaklı olduğundan seçimlere katılamamış, iktidara yürüyen bu parti başbakanlığı Abdullah Gül’e teslim etmişti. Tayyip Erdoğan centilmenliğine benzer bir centilmenlikle Deniz Baykal “iktidar olan bir partinin başkanı mecliste olması gerekir.” diyerek Tayyip Erdoğan cezasının kaldırılması yönündeki teklife destek vermiş, eksik milletvekilleri için yapılan ara seçimle Tayyip Erdoğan meclise girmiş, başbakan Abdullah Gül hükümetin istifasını vermiş ve yeni kurulan hükümetin başına da Tayyip Erdoğan başbakan olarak seçilmişti. Beni en çok memnun eden icraatlardan biri katıldığı cenaze defin işlemi sırasında ölen kişiye dua eden imamı “Mustafa Kemal’in adı geçmiyor, böyle dua mı olur” diye azarlayan bir alçağın geç de olsa görevden alınmasıydı. Birincisi imamlık senin işin değil, senin işine ne zaman bir imam karıştı. İkincisi Mustafa Kemal bir lider bir tabu değil, bunu anlamayacak kadar salak mısın, yoksa bu şekilde mevkiini sağlamlaştırmak veya yükseltmek mi istiyorsun. Ben ilk altı ayda kıllandım. Dünya bankasından Getirilen Kemal Derviş hiç de hoşnut olmadığımız şeyler yağmıştı. Tayyip Erdoğan da Kemal Derviş’in yardımcılığında bulunmuş Ali Babacan’ı ekonominin başına getirmişti. Kararlar aynı, tutum ve davranışlarda bir fark yoktu. Tek değişen fotoğraflardı. IMF aynı dayatma ve borçlarla kanımızı emmeye devam ediyordu. Ekonomi ha bire büyüyor, milli gelir dağılımı kişi başına artış gösteriyor, bizim cebimize giren hiçbir şey olmuyordu. Yavaş yavaş ben bu ortam ve insanlardan soğumaya başladım. Her yerde türbanlı kadınlar son derece lüks jeeplerle dolaşıyorlardı. Birden bire bunca başı açık kadın nasıl olmuş da başlarını kapatıp bu arabalara binmeye başlamışlardı. Aklım almıyor, ama cevapları da tehir etmekte bir sakınca görmüyordum. Tek bildiğim Hz. Ali “Nerede zengin olmuş biri varsa, orada hakkı yenilmiş bir fakir gördüm” diyor. Bu derenin suyu nereden geliyordu? BİM diye bir firmanın kuruluşu ve bu firmanın ortaklarının da bakan çocukları olduğunu sonradan öğreniyordum. Sonradan ne çok şey bilmediğimi de öğrenmiş oluyordum. Köy tavukları kuş gribi bahanesiyle her yerde toplanılıp canlı canlı yakılarak, sönmemiş kireçle gömülerek imha edilirken, Kemal Unakıtan ve pastörize yumurta furya yaptı… Ve bir gün bu kişilere yakınlığı olan birisinden “Allah Kuluna verdiği malı onun üzerinde görmek ister.” fetvasını da dinledim. Oysa buna benzer ne bir ayet, ne de hadis olduğunu bilmiyorum. Buna mukabil Allah “Sizin canınızı ve malınızı cennet karşılığı satın aldım. Mallarınızı Allah yolunda dağıtın” diyor. Burada doğrudan Allah’a iftira edilmiş olmuyor mu? Varın buna siz karar verin; ehl-i İslam olanlar veya hak ve adalet arayanlar. Güneydoğu olayların sağanak gibi bir artıp bir azalması da cabası. O insanlara bir yandan umut veriliyor, bir yandan tabiri caizse kafalarına vuruluyordu. Ama desteğimi çekmedim. Hâlâ umudum vardı. Bu arada hükümette her şeye boyun eğerek her yere cemaat yanlısı kişileri yerleştirmekte olduğunu çok sonraları öğrendim. Ve 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri… İrtica yaygaracılığı ve Müslümanlığın hazımsızlığı… Gerek Yargıtay açıklamaları, gerekse ordunun tehditleri beni yeniden AKP’ye sıcak bakmaya zorladı. Çünkü 28 Şubat karalarıyla zarar gören Müslümanların yanında olmam benim için bir insanlık borcu, bir namus borcuydu. İmam hatipleri kapatacağız diye bütün meslek liselerinin itibarını bitiren bir kararın telafisini beklerken, hâlâ irtica diye Müslümanlar açıkça horlanıyordu. Ve gidilen genel seçimler… AKP’nin daha yüksek oy oranıyla yeniden iktidar olması… Aynı gece Enver Aysever’in Aykırı Sorular programında emekli askerlerin AKP, İslam aleyhine ve darbe lehine konuşmalar yapması… Ben Enver Aysever’i, Hulki Cevizoğlu’nu, Ali Kırca’yı, Uğur Dündar’ı dürüst olduklarından çok severim. Enver Aysever’i aradım bağlanamadım ve mesaj yolladım, bu darbe yanlısı dinozorları programınıza çıkararak yanlı yayın yapıyorsun, diye. Sağ olsun Enver Aysever “Ben AKP’lileri programa davet ettim, özellikle de Ayşe Böhürler’i, ama gelen olmadı.” diye programda açıklama yaptı. Ben, Türkiye’ye 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinin zarar verdiği kadar hiçbir şeyin zarar vereceğini sanmıyorum. Evet, kazanılan bir genel seçim, meclise giren üç parti, AKP, CHP, MHP… Ve cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül… Kazanılan bir başka seçim, kazanılan güç, kazanılan güven ve muhaliflerin yavaş yavaş ortadan kalkması… Çıkarılan bir yasayla darbecilerin yargılanmasına onay çıkması… Kendi kendime, eğer Kenan Evren ve arkadaşları hâkim karşısına elleri kelepçeli çıkarılırlarsa varımla yoğumla AKP’li olacağım. O güne kadar adres değişikliğinin yapılamaması yüzünden oy kullanamamıştım, ama artık AKP’ye oy verebilirdim. Kanun yürürlüğe girince garip bir şekilde basın mensupları ve akademisyenler Ergenekon adı altında, darbe hazırlama suçlamalarıyla gözaltına alındılar. Gözaltına alınanlar tutuklu yargılanma talebiyle mahkemeye sevk ediliyor ve dava muğlak bir hal alıyordu. Sonra balyoz darbe teşebbüsü planı, sarıkız darbe teşebbüsü planı, ayışığı darbe teşebbüsü planı, yakamoz darbe teşebbüsü planı, eldiven darbe teşebbüsü planı, irticayla mücadele eylem planı ve askerlerin tutuklanması… Bunlar yanlış mıydı? Hayır, ama hak edenlerin yanında sindirilmesi gereken ne kadar insan varsa içeri alındı. Artık doğal yollarla siyasal eleştiri yapmak suç teşkil edecek kadar korkutucu bir hal almaya başladı. Kanallar ve gazeteler çeşitli yollarla el değiştirdi. Yazma cesaretinden vazgeçmeyenler ise çalıştıkları kanallardan ve gazetelerden kovuldular. Askerler her nasılsa birbirlerini öylesine gammazladılar ki, birbiri ardına görev değişikliği oldu. Yeni göreve gelenler bile bir süre sonra başka bir suçtan tutuklandı. Ordu gerek kendi içinde, gerek siyasi platformda türlü yorumlara neden oldu. Bunlar gerekli miydi? Başlangıçta evet, sonrasında hayır… Zira gerçekten suça bulaşanlar vardı, ancak bulaşmamış olanlardan da sehven suça bulaştırılıp tutuklanmaları için özel görevli savcılar… Sivil toplum örgütlerinin bu suçlara bulaşması ya da bulaştırılması… Yayınlanmamış kitapların suç delili sayılması filan… Erotik CD’ler… Deniz Baykal ile başlayan, MHP ve CHP arasında kıyasıya yarışan ve seçim öncesi yıpratılan parti ve kişiler… Bir bilinmez el tarafından sürekli piyasayı meşgul etmesi… Acaba neden dersiniz? Sağlıkla ilgili ilk ciddi çalışmayı koalisyon hükümeti döneminde sağlık bakanı Osman Durmuş yapmıştı. Çalışanlar verilen zamları yeterli bulmadılar. Mevcut maaşlarla çocuklarının isteklerini karşılayamadıklarını, evlerine et alamadıklarını söyleyince sayın bakan “Et alamayanlar kuru fasulye yesinler” diye cevap vermişti. Bu cevap bana Fransız kraliçesi Marie Antoniette’ye ait olduğunu hatırladığım “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözünü çağrıştırdı. Ve sonrasında ilk kez sağlık ocaklarının kendilerine giden hastalardan para alması… Sağ olsun AKP bu kararın da üzerine yattı ve miktarı artırarak sürdürdü bu uygulamayı. AKP’nin en popüler uygulaması; performans… Çalışmalar hâlâ devam ediyor. Doktorlar hastalarıyla ilgilenmesinler diye ne kadar çok muayene o kadar çok performans ve para… Doktorlar halkın gözünden iyice düşürülecekti /düşürüldü/düşürülmeye devam ediliyor. Ve Milli Eğitim… Eğitim nasıl milli oluyor, bunu hâlâ anlamış değilim. Ben eğitimle yüz göz olmaya başladığımdan bu yana kırk iki yıl olmuş. Ve bu süreçte tek başına iktidar olup, her tür kanunu çıkarmaya muktedir başka bir parti olmadı. Bu uzun süreçte (on iki yıl) eğitim sisteminin bu kadar çok değiştiğini ve her seferinde bu kadar kötü kararların alındığını ve bu kötü kararları bile takip etmekte zorlandığımı anımsamıyorum. Eğitim, öğretmeni kâğıtlara gömüp, öğretmenlik yaptırmayacak, bu kadar kararın nasıl bu kadar çabuk bulunup çıkarıldığını anlamakta güçlük çekiyorum. “Toplam Kalite Yönetimi” diye bir şey çıkarıldı 1999’da Kemal Dervişle beraber ve bu kalitenin sadece çok yoğun toplantı yaptırdığını, başka bir şeye yaramadığını gördüm. AKP’den beklentilerimden biri bu uygulamanın kaldırılmasıydı, oysaki daha da yoğunlaştırıldı. Toplantılar daha da arttı. Ben, bir yerde ne kadar çok bir konu üzerine toplantı yapılıyorsa, orada o konuyla ilişkili hiçbir şey yapılmadığını gördüm ve buna inanıyorum. Eğitimde performans… Öğretmen boş yatan ve boşuna para alan bir devlet asalağı… Yılda üç ay yatıyor, haftada üç gün derse giriyor ve kar tatili, çamur tatili, yağmur tatili de cabası… Hak etmediği parayı alıyor. Bu benim iddiam değil Sayın Çelik’in iddiası… Bunu duyan ahali de öğretmenin gerçekten yatarak, dolgun para aldığını her yerde konuşuyor. Hiç düşünen var mı resmi kanunda öğretmen tatil yapamaz. Yaz aylarında ihtiyaç duyulan her an her yerden göreve çağrılır. Cumartesi pazarı yoktur. Eğitimde gerek görülen her an öğretmen göreve çağrılır. Veliler günün her saatinde ve hatta gece bile öğretmeni arayabilirler. Kendi çocuğuna hâkim olamayan veliler bile öğretmenden çocuklarına sahip olmalarını ister ve beklerler. Öğretmen okulda zaman bulamadığından yazılı kâğıtlarını evinde okur ve karne bilgilerini evinde girer diğer memurlar çoluk çocuklarıyla ilgilenip dinlenirlerken. Peki, ben sormak istiyorum. Başka hangi devlet memuru evine iş götürüyor? Devlet memurları neden haklarını devletten ya da devleti yönetenlerden değil de, birbirlerinin aldıklarına göz dikerek, onların kendi haklarını yiyormuş gibi düşünerek tepki gösterirler. Acaba bu birlikteliğin bozdurulması bilerek yapılıyor da, bizler de buna çanak mı tutuyoruz? Hüseyin Çelik Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde öğretmenler gününde kendisini ziyarete giden bir öğretmene; “Sizleri önce ben öpüyor, sonra da maliye bakanına havale ediyorum.” demişti. Bu olayı her nasılsa çok çabuk unutan ve kendi eğitim dergisinde eğitim üzerine bir yazısına yer veren Eğitim Bir-Sen ben, Hüseyin Çelik’in yukarıdaki sözüne mukabil, bu zihniyette birinin yazısının bir sendika dergisinde yayınlanmasının sendikacılık açısından etik bir davranış olmayacağını savunduğum için sendikadan istifaya zorlanmıştım. Ben de istifa etmiştim. Sayın bakan o dönemde öğretmenleri hangi cinsiyet bozukluğu sınıfına dâhil etti, bilemiyorum. Böyle hakaret görmelerine karşın ses çıkarmayan bu kişileri nasıl bir halde gördü ki, bu sözü söylemek gereğini hissetti. Sanırım bu sözü kendilerine uygun gören arkadaşlar da durumlarından rahatsız olmadılar. Hükümetin çok güzel icraatlarından birisi de milli eğitimde andımız denen o tuhaf ucubenin kaldırılması… 1) Ben ne dinde, ne başka bir ülkede altı yaşında bir çocuğa yemin ettirildiğini duymadım. 2)Bir çocuk kendi varlığının bile farkında değilken başkasına varlığını niye armağan etsin. 3) Bunca yıl bu yemin yaptırıldı da ne oldu, bu ülkeyi yönetenlerden kaçı Türk olduğunu hatırladı ve onun için ciddi bir şey yaptı. Demek ki hiçbir işe yaramıyor. Gerçekten yapılabilecek en iyi şey yapıldı ve kaldırıldı andımız. Yalnız eksik olan bir şey o da milli bayram denilen ve bayram değil, statlarda zoraki yapılan askeri mantaliteler… Bayram emirle değil, gönülle kutlanan bir eğlencedir. Oysa biz hâlâ statlarda tören düzenliyoruz. Bunun yerine devlet sanatçıları, belediye müzik grupları, halk konserleri düzenlenerek halkın kendi isteğiyle seçtiği eğlencelere gitmesiyle kutlanmalı. Yani AKP’nin yarım bıraktığı bir icraat… Bir başka güzel icraat da milli eğitimde okul idarecilerinden dört yılı dolduranların görevden alınmaları… Bunları da tamamlayabileceklerinden emin değilim ya, yine de haberi bile güzel… Okulları çiftlik, kendilerini çiftlik sahibi, yardımcılarını da kâhya olarak gören okul müdürlerinin saltanatına son verme çalışması… Kulağa hoş geliyor, tabii başarılırsa… Şimdiden kıvırmalar kulağıma çalınıyor. Görevde dört yılı doldurmasına rağmen, görevine devam edeceğinden emin olan ya da bunun tüyolarını almış olan yöneticiler var. Umut ediyoruz ki, şu statlarda bayram hikâyesini tamamlar, yöneticilik konusunu da iddia edildiği gibi hakkıyla yerine getirirler... Tabii adam kayırmalara girmeden… AKP gerçekten yolsuzlukla mücadele etti, ancak mücadelesini bitiremediği yolsuzluğa bu defa kendisi başladı. Şaibeli ihalelerden, iflasa sürüklenen medya kuruluşlarının el değiştirmelerine, özelleştirmelerde verilen teklifler, düşük tekliflere satılan kamu malları, araziler firmalar ve elde edilen gelirler ve bu gelirlerin ne kadarının, nereye gittiği belli olmaması. yığınla özel müdür ve bunlara ödenen yüksek meblağlı maaşlar... Hangi güzel şeye başladıysa, mevcut güzeli daha da güzelleştireceğim diye bozdu ve çirkinleştirdi. Kılık kıyafet bunlardan biri... Başörtüsü bu ülkede gerçekten bir mağduriyetti. On bir yıl beklenildi, yapılan ve beklenen serbest kıyafet uygulaması olması gerekirken, yalnızca başörtüsü yasağının kaldırılması oldu. Başörtüsünün serbestliği çok güzel bir çaba ve atılım, ancak doğru olan başörtüsü yasağının kaldırılması değil, kılık kıyafet serbestliğinin getirilmesi olmalıydı. Başka bir şey de; teknolojinin gelişimi... 1999'da bilgisayar kullanım kursuna gittiğimiz zaman windows 98 daha yeniydi ve imrenerek bakıyorduk. Gelecekteki teknolojiyi düşündükçe mutluluktan uçacak gibi oluyorduk. Çünkü teknoloji bütün dünyada insan yükünü hafifletme amacıyla geliştiriliyordu. On yıl sonrası için yılık planlar, günlük planlar, sınav soruları, konuşulanı yazan bilgisayarlarla sınavların sanal ortamda yapılması ve cevap anahtarlarının yüklenmesiyle bilgisayarların bir kaç dakikada birden çok sınıfın sınavının okunması sağlanabilecekti. Gel gör ki, hayallerimiz Nasreddin Hoca fıkrasına döndü. Hani hoca hastalanıp canı çorba çekmiş. Tam o esnada kapı çalınmış. Kapıyı açan hocaya komşunun çocuğu babasının hastalandığını ve bir tas çorba istediğini söylemiş. Hoca da kendi kendine "Hey kurban olduğum, komşulara düşüncenin kokusunu da mı ulaştırıyorsun." demiş. Biz de teknolojinin rahatlığını düşündük ve bunu o kadar çok sesli düşünmüş olacağız ki, AKP'li Milli Eğitim Bakanları duydular. Haftada üç gün çalışıp, dört gün yatmanın adaletli bir şey olmadığına karar verdiler. Teknoloji ne kadar kolaylık sağladıysa, bunlar da, açığı kapatmak için Kemal Derviş denilen Japon nanesi dağıtıcısının nanelerini yemeye ve yedirmeye karar verdiler. Hüseyin Çelik'in personel sevgisinden zaten söz etmiştik. Onun yarım bıraktığı sevme işlemini Nimet Çubukçu, Ömer Dinçer ve şimdi de Nabi Avcı sürdürüyor. Her ne kadar sürdürülen düşünceler rahatsızlık vericiyse de, sürdürülen insanlardan iyidir. Son bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Ekmek almaya çıkan bir çocuğun vurulmasından hicap duymamak, Doğu Türkistan’da onca insan ölürken lafının bile geçmemesi, 300’ü aşkın insanın bir Esma etmemesi, her toplumsal olayın bir provokatörlük sayılması ve polislerin nasıl bu olaylara tahammül gösterdiklerinin söylenme yanlışlığından dönülmesi, hırsızların koruma kapsamından çıkarılıp, doğmamış çocukların haklarının gaspı yerine onların haklarının korunması, gemi sayılarının değil, insanların refah düzeylerinin artması için çaba gösterilmesi umuduyla… 22 Haziran 14 Bodrum
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Osman AKTAŞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |