"İçtenlik bütün dehanın kaynağıdır." -Boerne |
|
||||||||||
|
Ne bekliyorsun, artık yazsana… İnsanlar bana öykücü dediği için utanmalıyım. Kendimden, aylardır aklımda dolaşıp durduğu halde yazmadığım öykülerden utanmalıyım. Televizyon karşısında kaybettiğim bu güzel zamanları daha sonraki yıllarda besbelli ki mumla arayacağım. Üstelik anlatan ben olmasam bile biri çıkıp bu sokakların ayak seslerini başkalarına anlatmalı. Sokakların çığlıklarını, şarkılarını, kahkahalarını hatta küfürlerini bile yazmalı. Gidenlerin bir iki sayfa ile anlatılacak kadar da mı hatırı yoktu. Madem bana öykücü diyorlar bir adım öne çıkıp onları anlatmalıyım. Deli Süleyman, namı diyar Deli Sülo ayık kafa ile de anlatılmazdı. Yazmaya başlamadan önce oturup içtim. Zil zurna sarhoş olmadım ama adam akıllı denilecek kadar da içtim. Siz şimdi, adama sokakların sesi, çığlığı gibi ağdalı sıfatlar yakıştırdığım için bıyık altından gülüyorsunuzdur. İnanın bu sıfatlar ağdalı, abartılı falan değil. Deli Sülo o küçük can sıkıcı kasabanın en büyük eğlencesiydi. Diğer kasabaların ve sokakların delileriyle onu kıyaslamaya yarayacak kriterlerim olmadığı için çok ısrarcı davranmayacağım. Ama en eğlencelisi, en yeteneklisi, bütün deliler içinde en uçuğu kesinlikle bizimkisiydi. Her kentin, kasabaların hatta sokakların mutlaka çok ünlü bir delisi vardır. Onu yediden yetmişe herkes tanır. İzlenme oranı öylesine yüksektir ki kıskanmamak elde değildir. Bu adamların (ki sokakların en ünlü delileri genelde erkektir.) çoğunun azcık ermiş, saf ve temiz yürekli gibi mistik motiflerle ilişkilendirilmiş bir kimlikleri vardır. Kasabalılar onlardan hem çekinir, hem de kendi halinde yaşamalarına izin vermezler. Ahı tutar diye çekinirken sokakları küfürlerle doldursunlar diye yapılmadık puştluk bırakmazlar. Puştluk elbette düzeysiz, argo ve kaba bir tanımlama, farkındayım. Yazarken ana avrat sövülemeyeceği için bildiğim en kaba tanımı bilinçli olarak kullandım. Çünkü ben küçük bir köyde herkesin deli olarak kabul ettiği bir adamın kahvede ceketinin alttan tutuşturulduğunu gördüm. Kahve tıklım tıklım insan doluyken bir kişi bile çıkıp yapmayın, etmeyin, ayıptır, günahtır demedi. Az kalsın adamcağız herkesin gözü önünde canlı canlı yanacaktı. Sırtındaki ceket söndürülünceye kadar neredeyse omuzlarına kadar yandı. Kahve dumanla dolduğu için herkes kendini sokağa attı. Şimdi sadede gelelim. Bu kadar acımasız bir şakayı siz hangi terbiyeli kelimeyle tanımlarsınız? Haydi söyleyin bakalım… Neyse anlatacaklarımı bu kadar kişiselleştirmeyeyim. Sosyal cinnetin peşine takılıp bu kişilerin psikolojik, sosyal yada duygusal sorunlarını irdelemeden kendimizi sokakların genel çalkantısının içine bırakalım. Benim onu tanıdığım zamanlar Sülo, altmışına yakın ufak tefek, beyaz tenli bir adamdı. Herkesin bakıp bakıp güldüğü o adamın yüzünde komik bir mimik, ifade veya imge yoktu. Beyaz sakalları en fazla bir haftalık uzar, elma gibi kırmızı yanakları kar gibi beyaz yüzünün ortasında sokaklara gülümserdi. Sonra yine yüzünü sakallar kaplar, birkaç gün pejmürde dolaşırdı. Sonradan öğrendiğime göre kasabadaki berberin biri onu her hafta sevabına tıraş eder, saçını yıkar onu kaymak gibi yapıp sokağa salarmış. Tıraşa başlamadan önce de mutlaka çayını söylermiş. Sülo’yu berber dükkanında paşalar gibi ağırlayıp gönlünü edermiş. Beyaz kar gibi saçları da her zaman kısa olurdu. Alnından başının ortasına kadarki ön kısımda hiç saçı yoktu. Yan taraftaki saçlar uzayınca kirpi dikeni gibi saç tellerinin arasında orman yolu gibi açılmış bu boşluk ona sinirli bir insan görüntüsü verirdi. Ben ona her baktığımda Sülo’nun başının önden başlayarak ortasına kadar usturayla özel olarak kazınmış olduğunu düşünürdüm. Sülo’yla ilk kez saat sabahın beş buçuğunda garajda karşılaştım. Uyku gözlerimden akıyordu ve otobüsün bagajından aldığım çantamı omzuma asmış sarhoş gibi yürüyordum. Yanından geçerken adamın biri bana dönüp “Hoş geldin enişte.”dedi. “Hoş bulduk.”deyip yoluma devam ettim. Dönüp uykulu gözlerle yeniden baktım ama adamı tanımıyordum. Burası eşimin doğduğu, büyüdüğü küçük bir sahil kasabasıydı. Biz evleneli en fazla altı ay olmuştu. Benim ise bu kasabaya sadece ikinci gelişimdi. Daha sonraki günlerde sokakta karşılaştığımızda o adamı gösterip eşime kim olduğunu sordum. “Deli Sülo, bizim aşağımızdaki sokakta oturur.”demişti. Adam iyi ki deliydi. Ya akıllı olsaydı halimiz nice olurdu. Adam, benim gibi arada sırada gelen yabancılar dahil kasabada yaşayan herkesi tanıyordu. Deli Sülo bütün sokakların tartışmasız tek sahibi olmasına rağmen asıl muhiti garajdı. Onu ikinci kez gördüğümde yine sabahın körüydü. Ankara otobüsünden inecek bir misafiri karşılamaya garaja gitmiştim. Garajın karşısındaki kahvenin kaldırımına çıkarılmış en kenardaki masalarından birinde yayılmış çay içiyordu. Oturmuş demiyorum, çünkü ayaklarını önüne çektiği başka bir sandalyeye kanepede oturur gibi uzatmış, vücudunun bir kısmını da masaya dayamıştı. Sekiz köyün ağası gibi keyifle çayını içiyordu. Çayını bitirince kalktı. Sonra bakkalın önünden bir tane boş domates kasası aldı. Yolun ortasına atıp üzerine çıktı. “Sevgili …liler, sevgili hemşerilerim, Bana ve arkadaşlarıma darbeci general diyorlarmış. Ben darbeci general değilim. Sokakları kan gölüne çevirenlere dur demek için yönetime mecburen el koyduk. Her gün sokaklarda kardeş kanı dökülüyordu. Meclis görevini yerine getiremiyordu. İç ve dış mihraklar el ele verip cumhuriyetimizi ve devletimizi yıkacaklardı. Buna göz yumamazdık. Sadece bir günde sokaklardaki yangını söndürdük. Kuyrukları kaldırdık. Daha bir sene önce bu meydanlarda tüp, şeker, çay, sigara hatta yağ kuyrukları vardı. Ülkeye huzur ve bolluk getirdik. Sevgili hemşerilerim, nitekim biz kendimiz için askeri rejim ilan etmedik. Ülkemizde demokrasi tıkır tıkır işlemektedir. Kurucu meclis demokrasinin gereklerini yerine getirmektedir. Sanayiye dayalı kalkınma çabalarımız sürmektedir. Enflasyon yakında iki haneli rakamlara inecektir.”üslubunda bir nutuk attı. Konuşmasını bitirdikten sonra da söylediklerimin hepsini ittir edin der gibi şapkasını şeyinin önünden salladı. Domates kasası kürsüden inip vatandaşlara el salladı. Garajda Sülo’nun konuşmasını dinleyenlerden bazıları onu alkışlayıp ıslık çaldılar. Ben ne olduğunu anlayamadan Sülo ana avrat küfüre başladı. Deli Sülo küfür sağanağını arttırdıkça ıslıklar ve alkışlar da güçlendi. Sülo yerlerde taş aramaya, sağa sola koşmaya başladı. Islık çalanlar da kahveye ve otobüs yazıhanesine saklandılar. Meğerse onun konuşması bittiğinde fazla tezahürat yapılmayacakmış. Her gün garajda sabah ritüeli mutlaka kısa bir nutukla başlarmış. Sonrası hep aynı, harala, gürele ile sürermiş. Kızdırıldığında taş atıp kendisiyle alay eden, hatta o anda sokaktan geçen bir çok insanın canını da yakmış. Delidir diye kimse şikayetçi olmamış. Şikayet edip delinin ipiyle kuyuya inecek değiller ya… Sülo zaten deli, hadi ne yapsa yeri… Deli olmak ona sabahın ayazında garaja gitme, domates kasasından kürsüsüne çıkma, Marmarisli Ressam Paşa tarzında nutuk atma hakkını veriyor. Peki öteki akıllılara ne oluyor? Size kim gelin de, sabahın köründe daha karga kahvaltısını bile etmeden süloylu dalga geçin, adamı çileden çıkarın dedi? Bir büyüğüm derdi de inanmazdım. “Oğlum bu memlekette deli çok. Şükür ki herkesin evi ayrı da onun için bilinmiyor.” derdi. Yerden göğe kadar haklıymış. Her sabah garaja gitmediğim için ben daha çok Sülo’yu sabahleyin saat sekiz gibi sokaktan geçerken görürdüm. Genellikle o saatte çarşıdan evine dönüyor olurdu. Kucağında her zaman meyve, sebze, makarna, yağ, şeker, sabun türünden bir şeyler olurdu. Esnaf sabah siftahını yapmadan Sülo’ya gönlünden ne koparsa verir bunu da dükkanının bereketi sayarmış. Günü Sülo ile açan dükkan sahibi o gün işlerin iyi gideceğine inanırmış. Kısacası onu kızdırarak eğlenen, çileden çıkartıp delirten esnaf aynı zamanda ekmeğini de veriyormuş. Sülo’nun bir de akşamcılığı varmış. Arkadaşlar anlatmışlar, “Oooo Sülo mu? Çok pis içer, sünger gibi çeker namussuz.”demişlerdi. Ben onu hiç sarhoş görmedim. Sülo’yu dalgaya alma, makaraya sarma işi anlaşılan yirmi dört saat sürüyormuş. Sülo’da para pul ne gezer. Bizimki akşam olunca balık pazarının aşağısındaki meyhaneler sokağına iner, bütün mekanları gezip kendisine içki ısmarlayan olursa içermiş. Sap saman ayırımı yapmadan ama, ne verilirse… Hiçbir meyhaneden de eli boş dönmezmiş. Bazen ne kadar içki varsa karıştırıp Sülo’nun önüne koyuyorlarmış. Birinci, ikinci, üçüncü meyhane derken bütün mekanları turlayamadan bizimki yerlere seriliyormuş. Eğlence olsun diye adamı sarhoş edenler Sülo kafayı bulduğunda üzerine gitmeye çekiniyor, sadece uzaktan izleyip gülüyormuşlar. Çünkü eline ne geçerse kendisiyle alay edenlerin üzerine fırlatıyor, meyhanelerin kapısını, penceresini de aşağıya indiriyormuş. Sülo öldüğünde ben o küçük kasabada değildim. Yaz tatili için eşimin ailesinin yanına geldiğimizde adamcağızın öbür dünyaya göçüp gittiğini öğrendim. Anlatılanlara göre bütün kasaba halkı, yedisinden yetmişine cenazesine katılmış. Caminin avlusunda ve mezarlıkta bu güne kadar bu kasabanın hiç görmediği büyüklükte bir insan seli oluşmuş. Belki kasabalılar ona hayattayken yaptıkları eziyetten dolayı af dilemeye gelmiştir. Bizim için ölenler her zaman yaşayanlardan daha değerli olmuştur.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |