Yalnızca hava, ışık ve arkadaşın varsa hiç üzülme. -Goethe |
|
||||||||||
|
Elimi seyretmeye devam ediyorum. Çünkü elim benden bağımsız hareket ediyor. Odada kalması gerekirken yağmur damlalarının kapladığı boşluğa doğru uzanıyor. Görmek ve işitmek duyularıyla birlikte hissetmeyi de tatmak istiyor belki. Yağmurun gökyüzünden aşağı düşüşünü üç boyutlu görüp, yaşamak… Fakat ne tuhaf, elim dışarıda kalsa da kupkuru. Damlalar tam düşecekken ellerime, sanki taş atılmış da korkutulmuş keklik sürüsü gibi havalanıyor tenimden. Garip bir yoksulluk bu. Elimde avucumda hiç bir ıslaklık kalmıyor. Hava kapalı, deri ciltli sözlüğüm de. Havayı açamam ama sözlüğümü açabilirim. Elimi çağırıyorum. Kelimelere çağırıyorum parmaklarımı. Artık mevsim de döndü. Şimdi başıma gelen ne varsa hepsini hayra yorma zamanı… “A” ile “Z” arasında gidip geliyor dünya. İki dünya arasında, bardaktan boşanırcasına yağmur: “Önce” ve “Sonra”. Her şey bu iki kelime arasında. Art arda dizildiğinde “yağmur” oluveriyor damlalar. Art arda gelen anlar belirliyor zamanı! Sözlüğüm gözaltında. Tıpkı eski filmlerdeki gibi yüzüne ışık tutarak sorguluyorum. Söyle bakalım! Nedir bu “zaman”? -“Bir iş veya oluşun içinde geçen süredir.” Süre nedir peki? -“Bir olayın başı ile sonu arasındaki zamanın parçası.” O halde parçayı da anlat! -“Bir bütünden ayrılan, ayrı sayılan veya artakalan şeydir.” Peki ya bütün nedir? Sustu sözlüğüm… ve boncuk boncuk terler birikti alnında. “Konuşsana!” diyerek ışığı tuttum tekrar gözlerine. Kekeleyerek: -“Eksiksiz, tam!” Tam o anda kapım açıldı… Paltolarının yakası kalkık üç adam girdi odaya. -“Ânı yakalayan adam, tam adamdır,” diye gürledi biri! -“Zamanın ne olduğunu kim bilebilmiş! İş değerini bilmektir onun. Bir ânı, tarihi an yaptığımız zaman onun değerini anlamayı öğrenmişizdir.” İkinci adam söz aldı; -“Harekete geçmek için neyi bekliyorsunuz. Suyu geçmek için nehrin geçip gitmesini bekleyen saf köylü gibisiniz! Sonsuza kadar akacaktır nehir.” Ve üçüncü adam da suskunluğunu bozdu: -“Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. İkinci kez girdiğimizde bu ırmak artık başka bir ırmaktır.” Sözlüğü istemsiz bir şekilde kapatıverdim. Çünkü gizemli bu üç kişiyi sözlerinden tanımıştım: Goethe, Horatius ve Herakleitos. “Bir kaç sorum daha var” demeye kalmadan çıktılar ve hızlı adımlarla kayboldular gözden. Pencereye koştum. İyi de sorularım ne olacak! “Heyy! Nereye!” diye bağırdım arkalarından. “Önce” ürkütücü bir aydınlık cevapladı beni, sonra korkutucu bir ses, sonra bir yağmur gökle yer arasında hışırdayan… Bir sanrı olmalı bu! “Önce” ve “Sonra”, uzaklık ve hızla anlamlanan… Şimşek çaktıktan sonra mı gürlemişti gök? Hani şimşek önce miydi, acaba erken mi dokundu omzuma? Aynı anda doğan bu iki görklü çocuk birbiri ardından fısıldadı kulağıma: “Tek bir zaman var kâinatta!”, “Ne duruyorsun! Tek bir zaman!” Demek geç kaldım. Bir ata ihtiyacım var o zaman. Shakespeare’in Kral Richard’ı gibi, “Bir at! Bir ata karşılık bütün krallığımı verebilirim!” Ve bütün yoksulluğumu. Der demez ıslak bir at yelelerinden ırmaklar akıtarak ayağımı kesti yerden. Ama zamanım yok, lakin zamana doğru da hızla yol almaya devam ediyorum. Kovaladığım zaman ise yerinde duruyor. Kaçtığım zaman beni takip ediyor. Gecenin içinde bütün canlar ya saatlerine bakıyor ya da saat oluveriyorlar. İnsanlar ezanlara ve çanlara kulak kesilmişken, bitkiler ve hayvanlar da fosilleriyle zamanı söylüyorlar. Eski bir kilisenin saat kadranında “Ultima Forsan” yazıyor Latince, “Belki de Sonuncusu” Eski bir caminin duvarında da “Huve’l-Ezeliyyu el-Ebediyy” yazıyor Arapça, “O’dur Ezelî ve Ebedî olan.” Uzaktan görünüyor kale; iki de burcu var. Gecenin harmanisi düşmek üzere sırtından. Vakit geçmeyi iyi biliyor. Kavuşmak üzere süvari surlarına. Göz gözü iyi görüyor, insana ait her eylem barınıyor çünkü burada. Kale değil mücessem bir harita; iri taşlar gibi yapışık birbirine günler. Aylar fırlatılmış beyaz gülleler boşlukta. Her şey mevkut. Her şey devinmekte, önce ve sonra adlı iki kapak arasında. Vakti kaçıranın eylemi yoğunlaşıp buharlaşıyor. Fakat bir türlü yağmur olamıyor inse de yere. Ya da yağsa ıslatmıyor yeryüzünü. Kadim lügatlerde zamana “mukadder” deniliyor. Belki de bu yüzden iki burcu var onun. Kâh zaferin kırbacıyla yaklaşıyor atıma, kâh mağlubiyetin mahmuzlarıyla uzaklaşıyor benden. Bir burcunda Târık bin Ziyad, yaktığı gemilerle aydınlanan uygarlığı seyrediyor. Diğer burcunda Ebu’l-Beka er- Rindî, sönen Endülüs’e yakıyor ağıtını: “Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür: Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar iIeri doğru işlemez oldu mu…/ Kimi bir zaman sevindirirse, onu zamanlar üzer…/ İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.” Sağlıcakla kalın…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yûşa Irmak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |