İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, tersine o filiz daha gür büyümüştür. -Freud |
|
||||||||||
|
Çocukluğumda ne çok arkadaşım vardı. Nimet, Hayriye, Fatma, Hatice, İsmail Abi, Nurettin falan......Arkadaşlarımızın hemen hepsini çok seviyordum. Genelde çok iyi anlaşıyorduk, birlikte çok güzel oyunlar oynuyorduk. Yalnız İsmail Abi, - ne desem bilmem ki - bazen iyiydi, bazen de kötü. Ne zaman ne yapacağı hiç belli olmazdı. Biraz da kavgacıydı hatta dövüşken. O nedenle korkardım kendisinden. Çünkü tanıdığım çocukların en yaramazıydı. Hani “ Düz duvara tırmanır.” derler ya, öyle bir çocuktu. Annemin bize “ yapmayın ” dediği şeylerin neredeyse hepsini yapıyordu. Yaramazlığı yüzünden sık sık annesinden dayak yer fakat yapacağından geri kalmazdı. Onun yediği dayağı bir başkası yeseydi, hastanelik olurdu. Galiba o sopaya pişmişti. Komşular öyle söylüyorlardı. ” Sopaya pişmek ” - annemim söylediğine göre - sopa yemekten bir ders çıkarmamak, yapacağından vazgeçmemek anlamına geliyormuş,. O kadar dayak yer, gözünden bir damla yaş akıtmazdı. Ne canı gür bir çocuktu. Yer dayağı, “ Acımadı ki acımadı ki.” diyerek annesine sırıtırdı. Annesi beddua ederdi ona; ” İlâhi boyun posun devrilsin çocuk!” derdi. Boyu posu devrilmek, ölmek demekmiş....Çok yaramazdı ama, yine de onun ölmesini istemezdim. Çoğu zaman annesi onu tutup dövmeyi başaramazdı. O kaçar, annesi kovalardı. Kazara yakalandığı zaman da annesinin elinden cıva gibi kayar giderdi. Tutabilene aşk olsun! Çünkü çok iyi koşardı, kaçarak dayak yemekten kurtulurdu. Birkaç defa annesinden kaçıp, bizim eve gelmişti. Kendisini çok ayıplıyordum. Ben ve kardeşlerim onun yaptığı şeyleri yapmıyorduk. Biz akıllı çocuklardık(!). Bir gün yine kaçıp bize geldiğinde; “ Şimdi annenden kaçıp dayaktan kurtuldun. Fakat eve nasıl olsa gideceksin, sonunda yine dayak yiyeceksin ” dediğimde; arsız arsız sırıtıp omuzlarını silkeleyerek, “ O zamana kadar annemin hırsı geçer, hatta bazen beni döveceğini unutur bile. Boş geeeeç!” demişti. Bana kalırsa, kaçtığı için, annesi daha fazla sinirlenecek, belki daha fazla dövecekti. Aslında dövmekle terbiye olmazmış çocuk, annem öyle diyor. Ben onun annesi olsaydım, dayaktan anlamadığına göre, ona başka cezalar verirdim...Hiç şeker vermemek , dışarıda oynamasına izin vermemek gibi. Ya da onu gece karanlık bir odada yatırmak gibi. Hem de tek başına. Korkunca, aklı başına gelirdi belki. İsmail Abi’nin yüzünden başımıza neler geldi neler. Sıcak bir yaz günüydü. Hava kararmış, erkek kardeşim eve dönmemişti. Zavallı annem meraktan delirecek gibi olmuştu. Babam işi nedeniyle bir yerlere gitmişti. Hemen en yakın komşularımıza haber verdi annem. Gecenin karanlığında, komşu amcalar onu aramışlar, bulamamışlardı. Saatler ilerliyor, ama kardeşim bulunamıyordu. Yer yarılmış, sanki kardeşim içine girmişti. Küçücük köyde kimse bulamamıştı onu. Yoksa başına bir kaza mı gelmişti. Babam, tam biz kardeşimi ararken köye gelmiş, hızır gibi imdadımıza yetişmişti. Kardeşimin yokluğunu öğrenince, babam da komşularla beraber kardeşimi aramaya başlamıştı. Hem kızgındı, hem üzgün. Annemden habersiz çekip gittiği için kardeşime çok sinirlenmişti. Komşular; ellerinde fenerlerle kardeşimi arıyorlardı. Çok korkmuştum o akşam, kardeşim bulunmayacak diye. İçim bir kısımdı, yani bir avuç. Bu duyguyu annemden öğrenmiştim. Annem bir şeye çok üzüldüğünde; “Ayh! İçim bir kısım.” derdi. İşte benim içim de öyleydi. Küçülmüş küçülmüş, bir avuç kalmıştı. Neden sonra, İsmail Abi ile birlikte çıkıp geldi kardeşim. Hem de taaaaa yatsı namazından sonra. Bir eşeğe binmişler kucak kucağa, türkü söyleye söyleye...Sanki ne eşek kaçmış, ne semer düşmüş. Sanki onlarca kişi onları aramıyor gibi, sanki eve geç kalmamışlar gibi. Kardeşim sağ salim gelince, o bir avuç kalan içim büyümeye başladı birden. Onu kaybetmiş de yeniden bulmuş gibi oldum. Meğer İsmail Abi “ Biraz sonra döneriz.” diyerek kardeşimi kandırmış, uzak bir köye götürmüş. Kardeşim de tek başına geri dönemediği için, İsmail Abinin köyümüze dönmesini beklemek zorunda kalmış, böylece gece olmuş. Yani bir bakın şu İsmail Abi’nin yaptığına. Şimdi gel de dövme bu çocuğu. Kaşınıyor canım, kaşınıyor. Yoksa durup dururken bir çocuk neden dayak yesin ki!...........Neyse ki İsmail Abi dayak yemedi kimseden. Her önüne gelen azarladı kendisini. O da başını öne eğdi. Süt dökmüş kedi gibi oldu. Sanki olduğu yere çakılmış gibi, hiç kıpırdamadı. Dayak yerim belki diye, kaçmaya bile kalkışmadı. Akıllanacak mı n’apacak. Belli mi olur! Bir bakarsınız bir gün, birdenbire uslanıvermiş İsmail Abi. Zeten annem de öyle diyor. İkide bir “ O da akıllanır o da akıllanır, gün ola harman ola. ” deyip duruyor. Göreceğiz bakalım. Kardeşim , komşumuz Fazlı Dayı’nın araya girmesiyle, babamdan dayak yemekten kurtulmuştu. Gerçi babam bize fiske bile vurmazdı ama, o gece galiba ilk dayağını atacaktı. Kardeşim bulunmuştu ya, dayak yese de önemli değildi. Dayak yemekten insana bir şey olsaydı, İsmail Abi’ye olurdu. Azıcık ağlar, sonra susardı kardeşim. Bulunmuştu ya, dayak yemesine razıydım. Başına bir şey gelseydi Allah korusun, daha mı iyiydi? Aslında biraz da hak etmişti dayağı. Komşumuza dua etsindi. Yoksa görecekti gününü...Sen ne diye uyarsın İsmail Abi’ye! Ne işin var gece yarısı sokaklarda! Henüz parmak kadar çocuksun sen. İnsan annesinden habersiz öyle çekip gider mi! Oysa annem kaç sefer tembih etti bize; “ Benden habersiz sakın bir yerlere gitmeyin.” diye....Ya , kardeşimi gecenin karanlığında kurtlar yeseydi, ya eşek üstünde gelirken düşüp bir yerini kırsaydı? N’apardık biz o zaman? O bizim en küçüğümüzdü, ailecek üzerine titrediğimizdi. Demek ki sevelim derken şımartmışız keratayı. Beni de çok seviyorlar ama, ben hiç şımarmıyorum. “ Ne güzel gözleri var bu kızın!” dediklerinde, seviniyorum ama, şımarmıyorum. Annemim diktiği kırmızı, kolsuz elbiseyi giydiğimde çok güzel oluyorum ama yine şımarmıyorum. Hele ablam ! Benden sadece bir yaş büyük ama, hepimizden akıllı. İkide bir bana “Yapma, etme!” der durur. Ben de onun sözünü tutarım. Annem öyle dedi bana.” O senin büyüğün, büyüklerin sözü tutulur” demişti. Hem ablam beni çok sever. Annemim bize sayarak verdiği, asla hak geçirmediği şekerlerinden bile verir . ” Benim canım istemiyor, benimkileri de sen ye.” der bana. Canım ablacığım! İsmail Abi okulda da rahat durmazdı, öğretmene yapmadığını bırakmazdı. Öğretmenimizin, onu dövmemek için zor sabrettiğini anlardım O benden bir sınıf üstteydi ama aynı sınıftaydık. Birinci, ikinci, üçüncü sınıfa gidenler aynı sınıfta yani. Çünkü okulda bir öğretmen var. Başka öğretmen olsa ne olacak ki! Okulun tamamı bir sınıf, bir tuvalet, bir de öğretmenimizin odası.... Bakın, ne oldu bir gün: Galiba üçüncü sınıfa gidiyordum. Belki de ikinci sınıfa. Tam bilemiyorum. Ama en fazla üçüncü sınıf olmalı. Çünkü dördüncü sınıfı kasabada okudum. İsmail Abi köyde kaldı . Öğretmenimiz bir gün bir çubuk istedi bizden. Tahtaya yazılanları , haritada herhangi bir yeri göstermek amacıyla kullanılacak bir çubuk. “ Biriniz bir çubuk yapın, getirin.” demişti. İsmail Abi kızılcık ağacının dalından bir çubuk yapıp getirmişti. Demir gibi sert , pürüzsüz ve uzunca bir çubuk. Kabuklarını da soymuştu, pırıl pırıl parlıyordu. Çubuğu elinde sallayınca, ıslık çalar gibi ses çıkarıyordu çubuk. “Fuyt fuyt fuyt!”.......Sanki dayak atacakmış gibi çubuğu havaya kaldırarak, bizi korkutuyordu. Bu çubukla İsmail Abi’den dayak yiyeceğiz diye korkuyordum. Ablam; “ Korkma kız korkma!. Hele bir vursun, ben bilirim ona yapacağımı.” dedi. Ablam benim gibi korkak değil, çok cesur. Bana da kızıyor; “ Pısırık olma, korkak olma.” diyor. Ama ne var ki, getirdiği o çubukla ilk ve son sopayı da kendisi yemişti öğretmenden. “ Sopanı sen kendi ellerinle hazırladın. Herkesten çok senin ihtiyacın var buna.” Demişti öğretmen. Suçu neydi, hatırlamıyorum ama, kesinlikle affedilmeyecek bir suç işlemişti. Yoksa öğretmenimiz eli sopalı biri değildi. Üç sene boyunca bir tokadını dahi yemedim öğretmenimin. İsmail Abi kendi elleriyle yaptığı çubuktan dayak yiyeceğini bilseydi, hiç böyle sert bir çubuk getirir miydi! Yazı tahtası ile duvar arasındaki boşluğa girip, daha fazla dayak yemekten kurtulmuştu. Ne yaptıysa onu yazı tahtasının arkasından çıkaramamıştı öğretmenimiz. Tahta sabitti ve duvarla tahta arasına öğretmenimiz giremiyor, kendisini oradan çıkaramıyordu. Annesine uyguladığı yöntemi, öğretmene de uygulamıştı. İsmail Abi beni yalana da teşvik ediyordu. Bir gün şekerlerimi aldı elimden. Başka bir gün de yağlı ekmeğimi. Sonra da bana, “Git, annenden bir daha iste; ekmeğimi köpeğe kaptırdım dersin.” demişti. Anneme söylediğimde tekrar verdi ama, yüzüme bir tuhaf baktı. Galiba yalan söylediğimi anlamıştı da, anlamazdan gelmişti. Yalan söyleyince ağzım kokar (!) diye anneme pek yaklaşmamıştım ama, annem uzaktan duydu herhalde ağzımın kokusunu. Bakmayın hep böyle anlattığıma; çok iyi yanları da vardı İsmail Abi’nin. Bir kere, çok güzel düdük yapardı. Taze söğüt dalını sigara boyunda keser; çakının sırtını, kestiği dala aynı yönde sürterdi bir süre .Sonra dal parçasını ağzına sokar, tükürüğüyle ıslatırdı. Çakının sırtını biraz daha sürterdi söğüt dalına. Kabuk, dalından ayrılırdı. Sonra taze kabuğu kalıp gibi çeker çıkarırdı. Alın işte düdük. Biz bu düdüğe “zipçi” derdik. Başkalarının yaptığı zipçiler, İsmail Abi’nin yaptıkları gibi güzel ötmezdi. Onlar, öksürür gibi veya inek bağırır gibi “ böğ....böğ ” diye ses verirdi. Ama ya İsmail Abi’nin yaptıkları?.......Burada öttür, köyün öte başından dinle; itfaiye sireni gibi......Sonra, İsmail Abi oyunlarda da çok iyiydi. Hep kendi grubuna alırdı beni. Onun sayesinde bizim grup, her oyunu kazanırdı. Ama İsmail Abi’nin kötü bir huyu daha vardı. Beni ve diğer çocukları korkuturdu. İkide bir “ İşte şurda Tek Bacak var.” derdi. Evimizin altındaki odunluğa giremezdim o Tek Bacak yüzünden. İsmail Abi’nin dediğine göre orada da Tek Bacak varmış. Tek Bacak bir hayalet. Bir bacağı kesikmiş, kesik bacağın yerinde tahtadan yapılmış bir bacağı varmış. Karanlık yerlerde dolaşan, çocukları korkutan bir hayaletmiş. Ay! ne korkunç di’mi? Odunluğa kaç kez girdim ama hiç Tek Bacağı görmedim. O beni görürmüş , ben onu göremeyebilirmişim. Herkese görünmezmiş zaten. Nedense hep İsmail Abi’ye görünürmüş. Ama o hiç korkmazmış. Ben çok korkuyorum. Çünkü bana görünürse, İsmail Abi gibi hızlı koşamam, Tek Bacağa yakalanırım. Şimdi İsmail Abi nerde, bilmiyorum. Onu çocukluk anılarımda saklıyorum. Keşke o günler geri gelse. Arkadaşlarımla gece ay ışığında saklambaç oynasak. Topraktan fırın yapsak, salıncağa binsek, evcilik oynasak. İsmail Abi de olsa. Ah keşke! Yağlı ekmeğimi elimden almasına, beni Tek Bacak’la korkutmasına bile razıyım. Çünkü İsmail Abi’yi çok seviyorum. Çok yaramaz ama, olsun! Res'mler Nurı CAN Sanat Edebiyat Evi www.nuricann.com
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |