Zorlu Yolculuk

Son dakikada benden üç beş yıl önce doğmuş görünümlü biri, soluk soluğa geldi, yanıma oturdu: \- Selamünaleyküm.

yazı resimYZ

ZORLU YOLCULUK

İkramlar dağıtırken titrek bir ses duyuldu : “Arıza arıza. Kemerlerinizi bağlayın.”

Bir an hostese baktık, yan koltuktakilerle birbirimize bakıştık; herkes korku içinde. Sağa sola yatan uçak, gürültüyle düştü. Sol kolumda şiddetli bir ağrı, hatta acı. Ama hissettiğime göre yaşıyordum, şanslıydım…

...

Uzun otobüs yolculuklarını çok severim. Gazeteler, dergiler, kitaplar bulundurulur; kitaptan birkaç sayfa okur, dergiye, gazetelere geçer ilginç bulduğunuz haberleri, makaleleri okursunuz. Sonra biraz kestirirsiniz. Uyur uyanır, bir şeyler atıştırırsınız. Camdan köyleri, kentleri doğayı seyredersiniz. Gece ise daha değişik bir keyiftir; örneğin sekiz on saat uzaklıktaki bir yere iş gereği yapılan olağan bir yolculuğun tadına doyamazsınız.

Bunlar zevkli ve keyif alınacak şeyler. Ancak kimi olumsuzlukların yaşanmaması koşuluyla. Örneğin: Hani elektronik aygıtlarda, üzerinde volüme yazan bir düğme vardır ya, o düğme sesi açıp kapamak, azaltıp çoğaltmak içindir. İşte, o düğmesi arızalı bir yol arkadaşınızın olmaması gerekiyor. Bu düğmenin sağlığı, yolculuk keyfinizin olmazsa olmazdır.

Kimi insanlarda bu basit ama önemli parça arızalı olabiliyor. Bu kişiler sesli söylenmesi gerekeni de, içten düşünülmesi gerekeni de, başkasını ilgilendireni de ilgilendirmeyeni de dünyanın en önemli haberiymiş gibi, bağıra bağıra anlatırlar. Hatta, anlattıkları gereksiz şeylerin can kulağıyla dinlenmemesine çok fazla üzülürler, sinirlenirler.

İzmir garajında, saat yirmi onbeş otobüsündeyim. Hareket etmek üzereyiz. Yanımdaki koltuk hala boş. Ben cam kıyısındayım. Yol arkadaşım, şöyle okumayı, uyumayı seven biri olsun, diye geçiyor içimden. Önceki gece uyku tutmadığı için, çeneli birine katlanmam, sanırım.

Son dakikada benden üç beş yıl önce doğmuş görünümlü biri, soluk soluğa gelip, yanıma oturdu:

- Selamünaleyküm.

- Aleykümselam.

Birkaç nezaket tümcesi daha, sanırım yeter… Gerisi rahat bir yolculuk.

On beş yirmi dakika başka bir şey konuşmayan yol arkadaşımı çok sessiz biri sanmıştım, oysa yorgunluktanmış, dinleniyormuş. Dinlenme ve ısınma döneminden sonra ne denli hoşsohbet, hatta hoşuna da gerek yok, yalnızca sohbet olduğu, onun da açılımını yaparsak yalnızca “çene” olduğu anlaşılıyordu.

Başladı, anlatıyor. Susacak gibi de değil. Dakikalar ilerledikçe üstümde bir ağırlık; adam sanki ninni söylüyor. Her iki göz kapağımın üstüne de birer şişman adam oturmuş. Önceki geceden kalan uykusuzluğumdan yararlanıp keyif çatıyorlar. Çabalıyorum, olmuyor; kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. Arada bir sendeleyip kendime geliyorum; adamlar serpilip gidiyorlar. Ama başım koltuğun arkalığına değerken zıplayıp yine çıkıyorlar.

Uyur uyanık anladığım kadarıyla, çiftçi bir aileden. Çiftçilikte hiç bir şey para etmez olunca kente göç etmişler. Köydeyken çok varlıklılarmış. Anlaşılan atadan zengin, zamanında paraya para demeyen kişilerden. Hatta bunu açık açık söylüyor: “Benim tarlalarım dokuz köpeği doyurur” dermiş, babası . “Hatta o yüzden okula bile yollamadı” diyor. Kim sahip çıkacakmış onca mala mülke ? Kim yiyecekmiş o kadar şeyi ?

O öyle tekrar tekrar, ballandıra ballandıra anlatıyor ki, uyku aralarında bile bir şeyler anlayabiliyorum. O anlattıkça benim “Bal yemeyeceğim “ dercesine isyan edip kapanan gözlerim karşılık vermeme engel oluyor.

Ama onun susmaya hiç mi hiç niyeti yok. İlgilenmediğini göstermeye çalışıyorum; gözlerimi yumup ona dönüyorum “Bak işte seni dinlemiyorum, boşuna anlatıyorsun” demeye çalışıyorum ama, olmuyor. Anlattıklarının bana mutlaka anlatılması gereken şeyler olduğunu düşünüyor olmalı. Sıradan bir insanın saygısızlık sayacağı davranışlar bile onu hiç etkilemiyor. Hatta o denli etkilemiyor ki, bir anlık kendimden geçişlerimi fark ediyor “Sen beni dinlemiyor musun ?” der gibi eğilip yüzüme bakıyor. Yarı açık gözlerimin içine içine, az önce söylediklerini, sesini daha da yükselterek yineliyor. Bununla da dinlediğimden emin olmazsa işaret parmağı ile dürtüyor. O da olmazsa, koluma bir çimdik atıyor. İyice uykuya daldığımı anlarsa “Uyan saygısız herif !” der gibi, etimi burkuşturduğu bile oluyor.

Peki bu adamın hiç soluklandığı olmuyor mu, diyeceksiniz. Arada üç beş dakika oluyor tabi; ama ben tam “Tamam anlatacakları bitti. Artık rahatça uyuyabilirim” dediğim anda, sanki sözlerine karşı çıkmışım, hatta saçma bir laf etmişim gibi “Enkölü demeee !” diye tepki gösterip kaldığı yerden devam ediyor.
...

Beş altı saat uyuma umuduyla başladığım gece yolculuğunda, uykuda geçen sürem taş çatlasa yarım saat. Bu da dalışımla çimdiklenmem arasında geçen anların genel toplamı.
Sözlerine hiç bir karşılık vermediğim halde, nasıl oluyor da o kadar yanıtı bulabiliyor, şaşırıyorum.

Ankara’ya gidiş sebebi, ortanca oğlunun askerliği. Oğlunun, komutanı ile arası pek iyi değilmiş. Bir ara kolumdan bir parça kopmuş gibi acıyla irkildiğimde onu anlatıyordu. Ne anlayışsız, ne vicdansın bir adammış o öyle. Hiç rahat bırakmazmış, hatta uyku bile uyutmazmış oğluna. Çimdiğin acısıyla, “Umarım komutanın tayini filan çıkmamıştır da, seni de bir güzel çimdikler” diyesim geliyor.

O anlatıyor :

- Büyük oğlumun sorunu da büyük.

Komşunun kızı ile anlaşıyormuş. Kızın ailesini beğenmiyor bizimki, biraz yeğni buluyor: “O ailenin şar şorluğu bizim aile terbiyemize, ahlakımıza uymaz” diyor. İçimden “Nedenmiş o ?” dediğimi de duymuş gibi örnek veriyor: Babası kıza “Yemek hazır mı ?“ demiş de, kız dilini çıkarıp “Böö !” yapmış. “Al işte “ diyor. Yine yüzüme eğiliyor: “Böyle gelin bizim kariyerimize yakışır mı muhterem ?” Çenesi iyice açılmasın, diye yanıt vermiyorum.

İçimden “İnşallah sana ‘Böö’ yaparken eliyle de “Al al” eden bir gelin düşer” diyorum yalnızca.

Anlatcakları hiç bitmiyor dedim ya, karısı ile de sorunları var. İlle de babamdan gelen tarlayı satıp hacca gidecem” diye tutturuyormuş. Oysa ihtiyaçtan fazla paraları yokmuş. Üstelik karısı bazı çok bilmişlerin telkinleri ile öcü gibi örtünmüş, bununla kalsa iyiymiş, eline ne geçerse götürüp onlara teslim ediyormuş. “Bizi onlar kurtaracak, senin gibi şarapçılar, değil” diye de hakaret ediyormuş.

Halbuki yılbaşından yılbaşına içiyormuş. Uykusuzluğumu bir yana koyup, yol arkadaşımın derdine düştüm şimdi de: “Be kadın, çocuklar büyüdü, elimizde yok avucumuzda yok. Yedirme paraları lüpçü takımına. Bu durumda hac da caiz değil; çok istiyorsan umreye git. Hem daha ucuz, hem bak sosyete öyle yapıyor” de, diye kendisine destek vereceğim ama, olmaz. Bunu yaparsam değil Ankara ‘ya, gidilecek olsam, Kars’a kadar uyutmaz.

...

Yolculuğun son birbuçuk saatine girmiş olmalıyız. Bundan sonra da uyuyamazsam yarınım zehir olur. Hayalet gibi dolaşırım Ankara sokaklarında.

Bu arada yol arkadaşımın, üç beş dakikadır sesi çıkmıyor. İçimden: “Tabii o da insan, can taşıyor, uyuyacaktır” diye düşünürken, “Sen öyle san !” dercesine yeni bombasını patlatıverdi:

- Yahu birader, ne olacak bizim kızın durumu ?

Tam her şeyi sınava girecek kadar öğrenmişken, bu son soru her şeyi altüst etti. Şaşkınlık içinde bu kez ben onun gözlerinin içine baktım. Günün selamlaşmadan sonra ikinci grup sözcükleri döküldü dilimden:

- Senin kızın da mı var ?

Sanki bilmem gerekiyormuş da bir kusur işlemişim gibi tepkili:

- Olmaz mı amcası ? Fatma var ya !

Nerden bileyim ! Dayımın kızı değil ki. Ama bu son darbede bütün kabahat Fatma’da. Ahh Fatma, senin doğduğun güne lanet olsun !

Yolculuğun son dakikalarında uyumuşum. Ne kadar uyudum bilemiyorum. Bir el omzuma dokunup uyandırdı. “Geldiik” dedi.

Sağıma soluma baktım, bir ben bir de görevli:

- Uçak buraya mı düştü ?

Görevli, alaylı alaylı:

- Evet, tam da buraya düştü. Haydi sen de düş, işimize bakalım. Uçağı bakıma alacağız.

Ben hala ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorum:

- Hani uçak düştüydü. Çok kayıp var mı ? Ben de sol kolumdan yaralıyım sanırım, çok ağrıyor.

Görevli önce şaka yaparken, sorular, artınca sertleşmeye başladı :

- Nedendir bilmem, bütün çenesi düşükler beni bulur. Pes…

Yorumlar

Başa Dön