..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Dünyayı isteyen bilime sarılsın, ahireti isteyen bilime sarılsın; hem dünyayı hem ahireti isteyen yine bilime sarılsın" -Hz. Muhammed
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Görüş ve Eleştiriler > Mustafa Cilasun




21 Şubat 2007
Nakşeden İzler  
Nakşeden izler

Mustafa Cilasun


Yaşadığım yılların, farkına varamadığım gerçekliğini, efkârımın derinliğinde solumak... Hafızam da, silinmezler bölümünde bulunan, naçar kaldığım feryadımdır... Bir duruşu olmayanlara isyanımdır... Himmeti, hizmeti, külfeti, nimeti karıştıranlara, suizan edenlere reddimdir... Konuşmak, koklaşmak, barışmak, yarışmak kaygısıyla gafletimin yansımalarıdır... "Aşkların örüldüğü, sırların gömüldüğü mezarlarda geceler gibidir" Tespitinden hareketle, efkârı umumi yemin malum olmasını dilememdir... Manasını kaybetmiş bir beden, mekanikleşmiştir. Mekanikleşen bedenler, mezarlara manzara keyfiyetiyle bakarlar. Oysaki mezarlar, zahirin bittiği mekânlardır... Bu ahval üzerine, hali lisanımla paylaşmak, paslaşmak ve anlaşmak beyanı halimdir...


:ABAAF:



Oldukça sıkıntılıydım!

Hüznümden adeta solduğum bir sonbahar mevsimiydi.

Canlılığın muştusu olarak bilinen yeşil çimenler soluyor, ağaçlar,yapraklarını makus talihine boyun eğmiş bir eda ile, sarartıyor ve dalından bırakıyordu.

Patikalara dökülen ve serpilen yapraklar, damarlarımda dolaşan kanın ve soluduğum oksijenin, bir gün yetersiz olabileceğini anlatıyordu.

Yokluk sıkıntısını aşmak niyetiyle savaş verdiğim günlerdi! Böyle bunaltıcı zamanlarda ufkumun karardığını hissettiğim çok olmuştur.

Hayatı manalı yaşamak gayesiyle durmadan koştuğum ve bilinmeyenleri aşmak adına çırpındığım yorucu ve çileli yıllarımdı!

Çözüm bulmakta zorlandığım düşüncelerin, içimi kararttığı vakitlerde, ruhumu rahatlatacak şartları arardım.

Bulunduğum mekandan, uzaklaşmak istediğim zamanlar, gönlüm dost arar, meşk etmek arzulardı.

Yine efkarımın acımasızca, benliğimi kuşattığı bir gündeydim.

Üç ev ilerimizde kiracı olarak oturan ve inşaat işlerinde çalışan duvarcı ustası İbrahim vardı.

Ara sıra onu arardım, evinde ise ziyaretine giderek muhabbet ederdim.

Ustanın öyle bir çehresi vardı ki!

Yaşadığı yılların yorgunluğunu bakışlarından, tecrübesini tespitlerinden, gönül sıcaklığını, samimiyetinden anlıyordum.

Yüzünden hiç eksik etmediği tebessümü,beni her zaman rahatlatıyordu. Can dostum olmuştu,artık arkadaşımdı.

Yine böyle bir akşamda ziyaretine gittim. Kapıyı açtı,beni karşısında görünce sevindiğini fark ettim.

Geleceğimi tahmin ettiğini, çayı dahi demlediğini söyleyince, gözlerine hayretle baktım. İçimi okumuşçasına, gönlümün dost aradığını anlamışçasına, beni ziyadesiyle memnun ettiğini, içimde gizledim söylemedim.

Sohbet koyulaşıyor,sardıkça sarıyordu, şahsımda gördüğü hususiyetleri sıralıyor, övünçle bahsediyor beni utandırıyordu.

Brden yeni mahalle meydan camisinin hocasını, tanıyıp,tanımadığımı sordu ve peşinden ekledi.

Çok muhterem ve muttaki bir insan,özellikle tanımanı isterdim dedi.

Hayır tanımıyorum, hocalarla,camilerle yakınlığım pek yok, yıllardır istemeden soğudum. Yine sen anlat dinlerim hususiyetlerini dedim.

Neden camilere,hocalara uzaksın,diye aniden sorunca!

Biraz şaşırdım ve yutkundum.

Birden çocukluğumda aynı camide yaşamış olduğum ve yıllarca etkisinden kurtulamadığım, hicran dolu sırlarımı, içimden sökülerek alınan camii sevgisini, hüzünlenerek tekrar yaşamaya ve anlatmaya başladım.

Beş,altı yaşlarındaydım.

Annemden defalarca dinlediğim, fakat ne olduğunu bilmediğim, ama her zaman merak ettiğim;

Oğlum;senin göbeğini, meydan camisinin bahçesine gömdük.

Onun için sen ibadetlere ve mabetlere çok düşkünsün, bu yaşta ve gecenin zifiri karanlığında, sabah namazına camiye, gidiyorsun, aferin diyerek öper ve uğurlardı.

İşte içimde camiye karşı böyle ilgi ve sevgi varken, mahallemizde ki çocuklardan, bir grup olarak,beş,altı kişi, öğle namazına yakın bir zamanda, sure ve dua öğrenmeye gidiyorduk.

Suphaneke den başladık.

Fakat ezberlediğim halde (S) harfini, bir türlü hocanın istediği gibi çıkartamıyor,ezilip,büzülüyordum.

Diğer çocuklar (S) harfini, rahat bir şekilde çıkartıyorlardı.

Belki de onun için, hoca onlarla daha fazla ilgileniyor ve fark edilir derecede, şefkatli davranıyordu.

Arkadaşlar Hocam;

Mustafa duayı çok iyi biliyor, fakat dili peltek! olduğu için sizin istediğiniz gibi, söyleyemiyor dediler, ama nafile.

Hoca dilini düzeltene kadar git, düzeltince gel, o zaman okursun dedi ve camiyi terk etmemi söyledi. Öyle şaşırdım ki, bir şey söyleyemeden camiden çıktım ve ağlayarak,soluk soluğa eve geldim.

Kaskatı kesilmiştim.

İçimde fışkıran cami sevgisi, bir anda ve hiç istemediğim halde, yüreğimden sökülerek, haksız bir şekilde alındığından donup kaldım.

Yıllarca camilere olan ilgimi, sevgimi sakladım, bir sır olarak içime attım.

Müezzinin okuduğu ezan sesleri, kulağıma gelince, içim yanarak sırrımı hatırlar, acıyla terennüm eder, ezanı tekrarlar dururdum.

İşte bu nedenle, camilerle,hocalarla samimiyeti, yıllar önce kaybettim ve bir daha da kuramadım.

Ayaza,fırtınaya,doluya bakarak hislerimi sorguladım,göz yaşlarımı yıllarca hüzün içinde yudumladım.

İbrahim usta, can kulağı ile dinliyordu ve birden haykırdı; Allah kahretsin böyle insanları, nasıl hoca yaparlar böyle basiretsizleri dedi ve ekledi.

Yaşıyor mu o hoca diye, birden hışımla sordu? Hocanın ne durumda olduğunu, bilemiyorum, fakat oğlunun düğünlerde rakı içerek, şarkı söylediğini biliyorum dedim.

Peki usta neden sordun, meydan Camisinin hocasını tanıyıp tanımadığım merak ettim, anlat ta dinleyelim dedim.

İbrahim usta, inan bak samimi söylüyorum, seveceğin, saygı duyacağın ve çok hocadan,farklı yönü bulunan bir insan diyerek sözlerine başladı.

Ben hafızam da nakşetmiş bulunan hoca portresinden, farklı bir hoca profili duyunca, tabii olarak meraklanmıştım.

Duramadım, ustaya sordum; peki ne zaman tanıştın böyle bir insanla ve nasıl müspet kanaate vardın diye, hemen sordum.

İbrahim usta, anlatmaya başladı.

Bir cuma namazı için meydan camisine gitmiştim, tanıdıklarım hoca duvar ustası arıyordu, bizde senin ismini vermiştik, görüştünüz mü dediler.

Bende hayır henüz görüşmedik, fakat namazdan sonra konuşabiliriz dedim.

Cuma namazını kıldık, camiden çıkarken hoca, usta, müsaitsen tanışıp konuşalım diyerek koluma girdi ve söze başladı:

Evinin bahçe duvarının yapılacağını ve bir haftadır beni bulmaya çalıştığını, emeğimin hakkını fazlasıyla vereceğini ifade ederek, işi almamı ve hiç vakit kaybetmeden başlamamı söyledi.

Hocayı dinlerken süzüyordum, gönülden konuşuyor ve net ifadeler kullanıyordu, samimiyetten gelen sıcaklığı da etrafımı sarıyor, gönlümü ikna ediyordu.

Hoca o anda adeta içimi fethetti.

Etkilendim ve hiç tereddüt etmeden kabul ettim, hocam sen hiç merak etme hallederiz inşallah dedim.

Ertesi gün hoca efendi ile camide buluşarak evine gittik.

Kapının önünde taş yığınını, kumu, çimento paketlerini görünce,vakit geçirmeden ve yardımlaşarak hemen harcı kardık, bismillah diyerek duvar örme işene başladık, evellallah üç gün içinde duvarı ördük bitirdik.

Fakat bu üç gün içinde, o kadar sıcak ilgi ve samimiyet gördüm ki, şu zamana kadar hiçbir yerde görmediğim kadar!

Kendimi onlardan biri zannettim, üç,dört tane kızı,iki tanede oğlu vardı,hepside birbirinden edepli ve hizmetkardı. Kızları dışarıda bahçe kenarında, erken saatlerde halıya oturuyorlar,son derece hızlı ve istekli dokuyorlardı.

Her zaman önlerine bakıyor ve bana bir şey ikram ederlerken yüzleri kızarıyordu. Kendi aralarında konuşurlarken, seslerini hiç duyurmuyorlardı.

Düşündüm, benim kız kardeşlerim köyde yaşıyorlar, babam son derece sinirli,abilerimde ondan farksız, annemin ağzında dili yok,oldukça rahatlar.

Üstelik halıda dokumuyorlar, böyle olmasına rağmen; bacılarımın çemkiren, ukalâ, buyruk tutmaz ve şımarık birer huysuz kız, olmalarını anlaya bilmiş değilim diyerek, İbrahim usta biraz soluklandı ve sonra yine devam etti.

Bizim aile sevgiden, şefkatten,muhabbetten sanki bihaber, ahenksizlik hat safhada, asabiyet, adavet istemediğin kadar bol.

Fakat hoca efendinin ailesinde ve her nedense haddinden fazla huzur ve güven bulunuyor, bunun sebebi, hikmeti ne olabilir diye çok merak ederek düşündüm.

Sanki mutlak talimat verilmiş gibi, hiç aksatmadan sabah kahvaltısı, öğle yemeği, hemen arkasından çay ve meyveler.

Bu mükemmel düzen, ahenk ve eksilmeyen bereket, o kadar dikkatimi çekti ki; ey Allah’ım, sonsuz şükürler olsun diye hamd ettim.

Hoca efendi emeğimin karşılığını hiç ihmal etmedi, beklemediğim miktarda beni memnun etti.

Çalıştığım günlerde bana eşlik ederek, gönlümü sohbetleriyle zenginleştirdi.

İşte onun için; Allah bilir ki, seni sever ve sayarım, bulunmadığın ortamlarda her zaman seni örnek gösterir ve gıyabında muhabbetle yad eder, anarım.

İşte hocanın evinin duvarını örerken, hemen aklıma sen geldin ve keşke hocanın kızlarından birine talip olsa da, mutlu bir yuva kurmak nasip olsa, diyerek içimden geçirdim.

İşte onun için sordum sana; ne dersin,düşünmez misin böylesi şahit olduğum güzelliği, paylaşmak istemez misin diyerek yine bana sordu.

Sen daha layıksın böyle güzelliğe tek başına kalıyorsun, kendin için neden düşünmüyorsun, diyerek karşılık verdim.

Nerde bizde o şans, tek başıma karar vermem mümkün değil, çünkü bizim köy adetlerinde sıralama vardır.

Beklemek zorundasın,aksi davranış töreye karşı gelmek olarak anlaşılır, bunun bedelini ödemek, çok ağırdır düşünemezsin bile.

Sen kişilik ve karakter bakımından sevdiğim, muhabbet beslediğim bir kişi olarak, evinizin de tek oğlu bulunduğun için, senin ihya olmanı istedim dedi.

Böyle samimi bir itiraf karşısında ne diyeceğimi bir an bilemedim, hem sevindim, hem de şaşırdım, ne söyleyeceğimi düşünürken, açziyeti yaşadım.

Hemen toparlanıp bu sevgiye layık olmaya çalışacağım, teşekkür ederim, bahsettiğin aile hakikaten çok ilginç ve farklı bir yapıda hoş insanlarmış.

Allah hanelerinin bereketini ve kısmetlerini açık etsin, yaşantı bakımından maneviyat yönümü oldukça zayıf olarak görüyorum,o bakımdan kendimi bu aileye uygun görmüyorum.

Çünkü; aramızda yaşantı ve anlayış farkı oldukça fazla, ayrı dünyalarda yaşıyoruz diyebilirim.

Ayrıca içimde bulunan manevi boşluk hat safhada, bizlere zor kısmet olur, böylesi güzellikler, hayırlısı olsun diyerek mevzuu kapattım.

O akşam; enteresandır ama rahatlamış bir keyifle ve dalaştım, efkarımı dağıtmış ve mutlu olarak İbrahim’e teşekkür ederek ayrıldım.

Doğruca hızlı adımlarla evimize geldim.

Gönlümün sevincini, paylaşmak istiyordum,ama kiminle!

Ne yazık ki; yine sinemin derinliğine serpiştirdim.

O yıllara kadar, nasıl çalışarak okudum ise,yine çalışıyor ve okuyordum,sanat okulunun metal işleri bölümünde ikinci sınıfına devam ediyordum.

Ne hikmetse annem, sürekli evlenmemi isteyerek,oğlum ölmeden önce mürüvvetini göreyim diyerek beni her zaman sıkıştırıyordu.

Kendi ölçeğine göre,kızlara bakıyor,gözüne kestirdiği bir kızı görünce,bana dahi sormadan, kendi kendine karar veriyor ve gereğini yapmaya çalışıyordu.

Eve geldiğim her fırsatta,akrabalarımızla,mahalle komşularımızla, ne zaman bir araya gelsek bu mevzuyu açıyor ve kendine mutlaka bir destek arıyordu.

Önceleri utanıyordum, zamanla sıkıldım, bıktım, ve annemi kırmadan izah etmeye çalışıyordum, fakat nafile çünkü annem biran önce netice almak istiyordu.

Usul hatasında bulunuyor ve farkında olmadan beni üzüyordu.

Anne şu anda evlenmeyi düşünmüyorum,düşündüğüm şartların oluşması lazım;
ısrarcı olmayın,diyerek, gönlünü almaya çalışıyordum.

Ama gayretlerim maalesef nafileydi, annem bildiğini okumaya devam ediyor, yılmıyor ve yorulma bilmiyordu.

Güneş ile Kar’ın uyuşmazlığı her ne ise, bende annemle o kadar farklı yapılarda insanlardık,bunu ben biliyordum fakat,annem anlayamıyor,veya anlamak istemiyordu.

Ama annem yılmıyordu kafaya koymuştu bir kez, mahallemizden, akrabalarımızdan, tespit ettiği kızların özelliklerini,güzelliklerini bana anlatıyordu.

Her birini de çok methediyordu,bununla da yetinmiyor,ayrıca gönlümü ikna etmeye çalışıyordu,bir anne olarak belki de haklıydı.

Her nasılsa kızları bir şekilde tespit ederek, annesi ile birlikte evimize davet ediyor ve gelmelerini sağlıyordu,bu manada benimde yakından ilgilenmemi ve daha duyarlı olmamı istiyordu.

Tabi olarak içimden gelmiyordu,onun için daha çok canım sıkılıyor ve kaçacak bir yer arıyordum,yeni konuklar gelmişler ise,hoş geldiniz diyerek hemen,diğer odaya geçiyordum.

Artık evimiz benim için, sıkıcı gelmeye başlamıştı,ben neler düşünüyordum, fakat zavallı annem dağarcığındaki hayaliyle karar veriyor yaşıyor ve kendini avutmaya devam ediyordu.

Yine benzer günlerin birinde,misafirler gelmişler,hoş geldiniz,dilerim iyisinizdir diyerek,müsaade isteyip hemen odama geçtim.

Bir müddet sonra odamın kapısı vuruldu,yine annem zannederek, anne müsait değilim, çalışıyorum dedim.

Fakat kapı açıldı, baktım ki gelen misafirlerin kızı,çok doğal bir tavırla bulunduğum odaya girdi.

Annesi olduğu halde,hiç çekinmeden ben senin için gelmiştim,birlikte oturalım mı şayet sakıncası yoksa,konuşur sohbet ederiz ne dersin demesin mi!

O kadar çok şaşırmıştım ki,fakat belli etmem uygun olmazdı, oturun siz bilirsiniz, fakat derslerim çok fazla sizinle hiç ilgilenemem gücenmez sıkılmaz iseniz buyurun oturun, nasıl olsa oda müsait,oturacak yerde var, diyebildim.

Senin yanında olmam, benim için yeterli bir sebep,kesinlikle sıkılmam demez mi! hoppala diyerek hayıflandım tabi birazda üzüldüm. Zira bu kadar samimiyetin, gerekçesi ne olabilirdi,niçin gerekliydi demek zorunda kaldım,fakat belli etmemeye çalıştım.

Aman Allah’ım bu nasıl iş,aman Mustafa durum kritik,bir bahane bul hemen sıvış,haydi hiç durma topluma karış diye, içimden geçirdim, saatime birkaç kez baktım,hemen hatırladım ki,kara Mehmet’le buluşup dolaşacaktık.

Hayırdır niçin saatine çok bakıyorsun,benden kaçmak için, bahanemi arıyorsun demez mi, kızcağız!

Kusura kalmayın,anlayışlı olduğunuz belli oluyor,sizinle oturmak çok keyifliydi, ama arkadaşımı bekletmek istemiyorum, siz sanırım annemi ziyarete gelmiştiniz, bir insanı bekletmek hoş bir davranış olmaz değil mi, diyerek müsaade istedim ve arkama dahi bakmadan ayrıldım.

Ayrılırken annemin yüzünü bir görmeliydiniz!

Şaşkınlık,kızgınlık,kırgınlık hepsi mevcuttu.

Fakat hiç önemli değildi, çünkü, bunların hepsi benden sakıttı, demlediği çayı hışımla,bir solukta midesine akıttığını, tahmin ediyorum.

Böylelikle bir badireden, zorda olsa kurtuluyordum.

Evimizden uzaklaştıkça annem aklıma geliyordu ve gülmekten kendimi alamıyordum,eve dönünce annemle yaşayacağım finali, çekinerek bekliyordum ve maalesef böyle atlatıyordum o sıkıntılı günleri.

Okul dışında,çalıştığım iş yerinde müsait zamanlarda,bulduğum her boşlukta, okumaya çalışıyor, araştırıyor, yeni çevreler, ediniyordum.

Yalnızlığımda sürekli düşünüyor, gecelere dost gözüyle efkarımı açıyordum, mehtaba sırlarımı anlatacağım diye,soluk soluğa kalıyordum.

Hayatımda; yaşadığım tüm gerçekleri, izlerini taşıyarak tecrübe ediniyor,sabırla bileniyor, sebatla azmediyor, metanet ikliminde, filizlenerek kendimi yetişiyordum.

Hayatın kendisi için,bilinçsizce harcadığım, boş zamanlarımı düşünüyor, hayıflanıyor ve acısının iliklerime kadar, nufus ettiğini biliyordum.

Gayenin olmadığı,hafızanın mesnetli bilgilerle dolmadığı, kalbin ihtiyacı olan, sevgi ve şefkate doymadığı,itminanlık bulmadığı her an meşkuk tur.

Bilinçsiz bir yaşayış ne kadar,karanlık ve manasız ise,bunların farkına varmakta, bir o kadar doyumsuz ve berrak oluyordu.

Farkı yakalayan, keyifle haz alıyor,içi sevinç doluyor,farkına varamayan için, değişen bir şey olmuyor,her şeye Fransız kalıyordu.

Kara Mehmet’i anmışken; fazla esmer olması sebebiyle, isminin ön takısı olan (kara)deyimi, arkadaşlar tarafından eklenmişti,yoksa Mehmet Muçhan olarak bilinirdi.

Son derece muzip, oldukça duygulu, araştırmayı seven, mesnetli bilgileri kuşanmış, kalender karakterli, güler yüzlü, alçak gönüllü, gür saçlı, kalın kara kaşlı, nazik tatlı dilli, hoş bir insan olmasının yanı sıra.

Yokluğu her zaman yaşamış, lakin şikayetçi olmamış sinesinde gizlemiş,yaşayış tarzı onu çok tutumlu yapmış,aldığı aile terbiyesi özellikle imam hatip ve ilahiyat kökenli olması nedeni ile;

Yıllarca kızlara olan uzaklığı,yüreğinde derin yaralar açmış, ama fırsatını bulup bir türlü açılamamış,zaman içinde bu tecrübe edilmemiş,bakir kalan duygular, kişiliğinde derin yaralar açmış, bu bakımdan zafiyetler oluşturmuş.

Kendini cezbeden, yetişkin tanıdık bir kızla karşılaştığı zaman,çok farklı bir insan olur,yerinde duramaz adete coşardı, konuştukça kendini alamaz,kızla ilgili merak ettiği ne varsa,ardı ardına sorular sorarak, hep anardı.

Bende, son derece doğal karşılayıp,anlamaya çalışırken,yüreğini kuşatan duyguların,derin izlerini rahatlıkla görebiliyor,çoğu zaman üzülüyor,bazen de kararsızlığı yüzünden kızıyordum.

Evlerindeki;kendine ait yalnızlığını her zaman görüyor ve hassas bir kişiliğe sahip olduğundan,kitaplarının arasında kayboluyor, yanlış anlaşılmaktan korkarak, dertlerini paylaşamıyor,aile dayanışmasından mahrum kalıyordu.

Her uğradığımda evlerine çok kısa bir zaman otururdum, öyle gerekiyordu, ortam müsait olmuyordu ve daha sonra birlikte ayrılarak mekan değiştirir, sokakları adımlayarak, caddelerin derinliğine dalardık.

Müşterek bir hedef doğrultusunda yol almanın heyecanını haz alarak,yaşayarak sıkıntılarımızı paylaşır,oldukça keyif alırdık,vakit ne çabuk geçmiş pek anlamazdık.

Dini konulardan uzak kalmam ve bilgisiz olmam nedeniyle, sorduğum soruların cevaplarını içimdeki boşluğun derinliğini bildiğim için, kanarcasına pür dikkat kesilerek dinliyor, hasretle deruhte etmeye çalışarak, bilmediklerimi dost arkadaşım Mehmet Muchan dan öğrenmeye gayret gösteriyordum.

Çünkü beyhude geçirdiğim,onca yılların içimdeki engin bir denizin hırçın dalgaları arsında,gecenin zifiri karanlığında şimşeklerin çakmasıyla bir ferahlık getireceği umuduyla aydınlık için,kurtuluşa koşmam gerekiyordu.

Zaman denen mefhum dur durak bilmiyordu,akıp gidiyordu,görevlendirildiği hedefine doğru, tereddüt etmeden, acaba demeden, yılmadan, yorulmadan,yeter artık diye söylenmeden.
Hasret kalmışçasına,yüreği yanarcasına,sevgiliye koşarcasına, kaygılardan, zanlardan sıyrılmış bir şekilde.

Emin olmanın hazzını yaşayarak,vakarında tevazuu kuşanmış bir eda ile, bilinmeyenlerden uzak iklimlerde,gizemleri sunarak, akıp gidiyor.

Giderken de, hayatımızdan harf,hece, kelime ve mısraların, anlam bütünlüğündeki, satır aralarını, düşünme fırsatı olarak sunuyordu.

Romanlardan kahramanını buluyor ve seçercesine alıp götürüyor, dolayısıyla bizzat kendisi, romanların konusu oluyordu, her şeyin anlamını bulduğu bir zaman diliminde.

Sanat okulu son sınıfında,okumaya çalışırken,öğrenci hareketleri,hat safhaya gelmiş,sınıflarda derslerin yerini, çoğu zaman,olaylar ve konuları almıştı.

Bulaşmadan,dalaşmadan,kokuşmadan,üç,beş arkadaş kenetlenip,aynı hedef doğrultusunda yoğunlaşmış,istikbale bakıyorduk.

Tereddütlerin başını aldığı,belirsizliklerin haddini aştığı günlerin sıkıntısı, hat safhaya gelmiş,her gün olay,baskın,polis kovalaması alıp başını gidiyordu.

Okul çıkışlarında dava birliğinin sağlanması adına,zorla fatih derneğine götürülmek istenmemiz, bizim acilen çözüm bulmamızı gerektiriyordu.

Zira,son senemiz olduğu için,mefkureci öğretmenler derneğine giderek, üniversite imtihanına hazırlık için kursa başlamıştık bila bedel.

Sınıf ve kurs arkadaşım Mustafa;son derece sakin,oldukça mülayim, ufku açık, sevgi dolu,esnaf kültürünü kuşanmış,yokluğunda aranan,özlenen güzel huylu, hayır öğütlü bir arkadaşımdı.

Yani parantezi biraz daha açacak olursak,özetle;

O da benim gibi yıllarca,en doğal hakkı olan,baba şevkatinden,ilgi ve desteğinden mahrum kalmış, en çok ihtiyaç duyduğu anlarda bile,onu yanında bulamamış maalesef.

Sevgili annesi her zaman, bu boşluğu doldurmaya çalışmış,dolayısıyla en annesi Mustafa’nın en yakın dost ve dert ortağı olmuş,

Fakat çocuğun gönlünde oluşan ve beklenen, babanın hal,tavır,nasihat,muhabbet ve cesaret boşluğunu hiçbir zaman anne dolduramaz.

Sevgili dedesi ve anneannesi,engin tecrübeleriyle,çocuk psikolojisini özümsemiş, bir mürebbi vakarıyla,Mustafa’nın yetişmesinde, en temel mihenk taşları olmuşlar,sabrı,sadakati ve kanaati ihmal etmeden zihnine yerleştirmişler.

Amcası Hacı efendi de;babasının iş ortağı olarak, Net kuru temizleme ismindeki, mütevazı dükkanlarında,başlarında bulunmuş,bilgisi,becerisi nispetinde yardımcıları ve hamisi olmuş.

Mustafa’nın esnaf kültürünü kuşanmasında,insanları yakından tanımasında, tecrübe kazanmasında,katkıda bulunmuştur.

Mustafa’nın kişiliğinin oluşmasında,katkısı olanlar,kimlik sorununu aşmış,hayatı anlamış, kimselerden olmaları gerekir ki;

Genç, fidan gibi, gönlü açık, sahavetli, hayırlı işlerle iştigal eden,kötülüklere bulaşmayan,şerden her zaman uzak kalmayı başaran, vatana ve millete hizmet etmeye duyarlı, hassas,duygusal,edebi yönü fark edilen,

Toplum tarafından kabul gören ve teveccüh gösterilen,gıyabında hayırla yad edilen,duyarlı ve haklı olduğu konularda, metaneti, şecaati ve sabrı bir solukta terennüm eden,

Herkese bizim Mustafa Yalçın dedirten ve fakat; insanlar tarafından çok zor başarılan,bir vizyonu hak ederek, sergilemenin huzurunu,her an şükrederek yaşıyor olmalı.

İşte aynı sınıfta yan yana otururken, dedim ki Mustafa ya; her gün böyle olmayacak,bir şeyler yapmamız lazım,inisiyatif kullanmak durumundayız.

Oda tamam ama ne yapabiliriz deyince,o zaman seyret dedim ve sınıfta ayağa kalkarak, öğretmenin henüz gelmediği bir vakitte masasının arkasına geçip,masaya sert bir şekilde vurarak dikkatleri üzerime çektim.

Herkesin bana baktığından emin olunca,arkadaşlar şu andan itibaren, bu sınıfın başkanı ve sorunlusu benim,itirazı olan varsa,şayet yüreği yetiyorsa beni okul çıkısında, kapıda beklesin görüşelim dedim.

Sınıftaki arkadaşları süzdüm,bir dakika kadar bekledim, hiç bir ses çıkmayınca başkanlığı otomatikman üstlendim.

O günden sonra okul çıkışlarında,mazereti olan her arkadaşa izin veriyor ve istekli olan arkadaşları,fatih derneğine götürüyor,mana ve maksatlarını öğrenmeye dolayısıyla anlamaya çalışıyordum.

Biraz devam ederek,kuvvet dengesinin kaynağını bulmaya ve şahsımda oluşturmağa çalışıyordum,bu ara Mustafa’yı rahatlıkla kursa gönderiyor ve benim içinde not almasını söylüyordum.

Günlerden Cuma idi,o gün birkaç ders önemsiz olduğu için,evde yarım kalan işlerimi yapmak niyetiyle sınıftan ayrıldım.

Okulun kapısından çıktım giderken,okul duvarında oturan bir kaç arkadaşı gördüm,selam vererek,ne yapıyorsunuz burada diye hatırlarını sordum.

İçlerinden Yozgatlı Abdullah, bugün komünistler okulu basacaklarmış, bizler de arkadaşları toplamaya çalışıyorduk,sen nereye gidiyorsun,haberin yok mu diye sordu.

Benim haberim yok,her zaman olduğu gibi palavradır inanmayın dedim.

Abdullah inan ki bak gerçekten basacaklarmış, haber doğru deyince, ben inanmıyorum, işlerim yoğun olduğu için gidiyorum dedim.

Ayağa kalkarak koluma girdiler,ısrarla omuzlarıma ellerini koydular.

Gardaş;eğer sende gidersen, bizim yapacağımız bir şey kalmıyor,bur da kalmamız manasız,çünkü bizim güvendiğimiz insan sensin.

Eğer sende gidersen ne diye bekleyelim, bizde çekip gidelim, yoksa sadece dayak yeriz,ama sen kalırsan okulu kurtarırız dediler bir solukta.

Baktım ki oldukça ciddiler,yapacak bir şey kalmadı,istemediğim halde, kalmak zorunda hissettim kendimi,madem ki öyle tamam kalıyorum dedim.

O zaman burada beklemeyelim, okulun içine girelim de,etrafa bakalım dedim, ve okul bahçesinde ilerleyerek idari binaya yaklaşıyorduk.

Bir grubu okulun yan tarafında toplu halde bekliyor olarak fark ettik,baktık ki takriben, yirmi beş, otuz kişilik sol grup, tabi olarak karşılaştık,yanlarından geçerken Abdullah, karşı gruptakilere ne bakıyorsunuz lan, oros...çocukları demezmi.

Ortalık öyle karıştı ki, bir anda vuran vurana,bizim sayımız onların beşte biri,bir ara Abdullah’ın ensesine yönelen, bıçak darbesini fark ettim.

Oğlanın bıçak tutan bileğini, öyle bir yakaladım ki,kolumu kırıldı,parmaklarımı bilemiyorum,bağırarak yere yattı,kıvranıyordu.

O an şaşkınlık içinde, savunma yaparken,kulağıma öyle bir taş geldi ki, feleğimi şaşırdım,gözümün önünde şimşekler çaktı,elimi kulağıma attım bir baktım ki, ılık bir kan,gözüme çarptı işte o zaman şuurum bozuldu ve tepem attı.

Artık haleti ruhu yem bozulmuştu, önüme kim gelirse gözüm görmüyor,vurdukça vuruyordum,baktım ki önümde kimse kalmamış.

Karşı sol grup, idari binaya kaçmış, öyle bir haleti ruha sahiptim ki,o kapıyı zorluyor içeriye girerek,takatim bitene kadar vuracaktım.

Kapıyı açamadım,döndüm arkama baktım ki ne göreyim,bizim adamlarımız diye bildiğimiz öğrenciler,okulun bahçe duvarının dışında,rast gele taş atıyorlar.

Daha çok canım sıkıldı,lan ibneler dövüş meydanını bırakıp ta, neden idari binaya taş atıyorsunuz,binalar ne zamandan belli, komünist oldular,diye bağırdım.

Epey bir vakit geçtikten sonra, ekipler halinde polisler geldi.

Tabi ki bu ara kaçanlar kaçtı,ben kaçmamıştım,üç kişi polislerle gelip, benden davacı olduklarını söylediler,her taraflarında darp izleri mevcuttu.

Polislere bunları tanımadığımı,sınıf başkanı olduğum için,sınıf defterini teslim ettim ve merasim için burada beklemekteyim dedim.

Bazı yerlerimde bulunan kan izlerini sordular,top oynadığımız için farkında olmadığımı söyledim,fakat şikayetçi olanlar, ısrarla davacı olduklarını söylediler.

Polisler artık yapacağımız bir şey yok,darp izleri ve şikayetçide çok, karakola götüreceğiz seni dediler.

O an içimi burukluk sardı ve gariplik hissiyatının hakim olduğu fırtına içimi sızlattı, fakat yapacağım hiç bir şey yoktu.

Ekip aracına binerek karakola doğru ekip otosu hareket ettiğinde görebildiğim her kez bana bakıyordu.

Nihayet karakola gelmiştik.

Davacı olan fakat, benim tanımadığım öğrenciler şikayetlerini dile getirip,polise yazdırdılar, üçü birden rapor almak için hasta haneye koştular.

Bana bir şeyler sordular,cevap verdim dinlediler,yazdılar fakat ne yazdılar bilmiyorum okuma fırsatını vermeden hemen imzalamamı söylediler,imzaladım.

Yarın mahkemeye götürülmek üzere,saat 17.45 civarında mahkeme saatine kadar nezarete bekleyeceğimi söyleyerek bu gün kendilerinin misafiri olacağımı ve kalacağım mekan olarak nezareti gösterdiler,içeriye girerek üzerime kapıyı killediler.

Nezarete girdim,acayip bir koku,her taraf pislik içinde,demir parmaklıklar var, fakat camları kırık,ayaz,rüzgar,kar savruluyor,soğuk mu hat safhada.

Üç tane çocuk yaşta hırsız yakalamışlar,yüzleri donuk,yere uzanmış yatıyorlar, sanki orada devamlı konuk, yer yok ki oturacak, alalım bir soluk,saatlerce dikildik durduk, tabii bu arada da haylice solduk.

Saat 23.45 i gösteriyordu,gelen giden çok, ama göstermiyorlar ki bilelim, soran hangi konuk.

En çok kahrolduğum konu,bir garip babam ve sevgili annem hiç istemediğim halde başıma gelen bu olayı öğrenince çok üzüleceklerdi,beni en çok yıpratan buydu.

Karnım acıkmıştı, polisler hışımla yiyorlardı, ikramda bulunmak ne demek, bir sokum azık, saatler geçmiyor,göz kapaklarım kapanıyor, aç ve susuz beklemekten olduk adeta bir kazık.

Saat 03.35 i gösteriyordu sesler geldi, göründü mırıldanan,göbeğinden gömleğinin çıktığını fark etmeyen, profili bozuk orta yaş bir polis.

Kapıyı açtı baktı, aniden copunu çıkartıp, hasret kalmış gibi, hırsızlara saldırdı, çocuk yaşlarda,çelimsiz perişan halleri vardı,on üç,on beş yaşlarında görünüyorlardı, hızını alamamış olmalı ki polis,yetmedi tekme,tokat neresine gelirse hiç acımadan vuruyor ve birde soluyordu.

Uykulu gözlerim, bir anda fal taşı gibi açıldı,hislerim donup kaldı,bir insan böyle mi dövülürmüş meğer, şaşırdım,sarsıldım ,donup kalakaldım ve sadece baktım.

Polis ihtiyacı olan sporu her halde yaptı ki,hıncını içesiye aldı,çocuklar kan revan içinde kaldı,polis yere düşen copunu eğildi aldı ve başını kaldırarak bana manalı bir şekilde baktı.

Adımlayarak yaklaştı,copunu havaya kaldırıp, iki eliyle kıvırdı,baktım ki niyeti bozuk üzerime indirmeden copu, kolumu kaldırıp haykırdım,sakın ha dedim.

Şaşırdı kaldı, gözlerime bakıyordu,devam ettim,benim hiç suçum olmadığı halde,bura da bulunuyor ve mahkemeyi bekliyorum dedim.

Suçlu olmadığım kesin,eğer vuracak olursan, sakın unutma,seni mutlaka bulurum,bulamazsam eğer, karını,çocuğunu bulurum, perişan ederim bunu hiç unutma dedim.

Polis deli misin,dangalak mısın başıma bela olma diyerek,arkasını dönüp kafasını salladı,nezaretten ayrıldı, kapıyı kilitleyip gözden kayboldu.

Sabah saat 10.30 olmuştu,kapı açıldı,dışarıya çıktık,dünya varmış diye içimden geçirdim,bir yudum su içtim.

Bir müddet sonra mahkemeye çıkmak için ekip otosuna bindik ve adliye binasının yolunu takip ederek,kısa bir zaman sonra duruşma yapılacak mekana çıkmadan polis noktasında bekledik ve nihayet kapıya geldik.

Hakim; kumral saçlı,faulleri uzun,oldukça iri, fakat içi geçmiş,bana bakan,fakat boş gözlerle aranan,muhakeme yapacak mecali bulunmayan, mat birine benziyordu.

Bana hiç bir soru sormadı,dinlemedi,şöyle bir baktı,eliyle polislere çıkın der gibi, işaret yaptı ve mahkemeden ayrıldık.

Merakla bekliyordum sonuç ne oldu diye,sağ olsun polisin biri sıkıntımı anlamış olmalı ki,

Evinize gideceğiz,yatak,yorgan ve cezaevi ihtiyaçlarını alacağız deyince, tepemden sanki sıcak sular döküldü, bir anda aktı ve ayaklarıma indi.

İçimden bu nasıl bir hakim olmalı ki;hiç soru sormadan,söz hakkı vermeden,bir öğrenciyi ceza evine gönderiyor,diyerek hayıflandım,sarsıldım,düşünmekten kendimi alamadım.

Hukukun üstünlüğü bumu diyerek,hukuktan anlamayan biri olarak, hukuksuzluğun acısını,ilklerime kadar o an yaşamak zorunda kaldım ve anladım.

Evimize uğradık,annemin şaşkın,üzgün,çaresiz bakışları eşliğinde,gerekli olan levazımı aldık.

Şaşkın ve biçare olarak annemle,babamla vedalaşarak,onlara metin olmalarını söyleyerek hüzünle ayrıldık,cezaevine doğru yol aldık ve nihayet cezaevine vardık.

Kapıdaki görevliler,şöyle bir baktılar,sağcı mısın, solcu musun diye soru sordular, sağcıyım dedim.

İyi o zaman senin saçlarını, tıraş etmeyelim diyerek kendilerince lütufta bulundular ve gardiyanların refakati ile, doğruca koğuşa yolladılar.

Kapılar açıldı,içerdekiler haber almışlar bekliyorlardı,geçmiş olsun diyerek bana sarılıp,kucaklaşıyorlardı.

Basık,sıkıcı,gün ışığından uzak bir mekan,odalar dar, sıkıştırılmış ikili ranzalar, herkesin gözünde muğlak bakışlar,çok değişik ve çarpık inanışlar,sanki her şey iç içe girmiş bir vaziyeti gözlemledim.

Efkarım dağınık,keyfim kaçık,sıkıntılarım,asabiyetim hadsiz ve açık,durumun ciddiyetini anlayanlar,hemen etrafımı boşalttılar, ihtiyacımı sordular.

Vakit daraldı ikindi namazımı kılamadım,şu duvarlardaki sembol resimleri uygun bir yere kaldırın da,kıbleye yönelip namaza duralım.

Saf,katkısız,berrak,olsun ki kıble gahımız,durunca namaza, dünya ve dertlerinden arınmış olarak,öyle bir namaz kılalım ki, kendimize gelip, sabır ve metaneti kuşanalım dedim.

Tam otuz dört gün tutuklu kaldım,Allah’ın izni ile Kur’anı Kerim öğrettim,otuz üç kişinin namaza, başlamasına vesile oldum.

Çoğu zaman cemaatle kılıyorduk,kendim sürekli kitap okuyordum,din, devlet, halk bütünlüğünün,maksatlı olarak tahrip edildiğini, basit bir şekilde yozlaştırıldığını hazmedemiyordum.

Entrika ve desiselerin odağında bulunan, çıkar çevrelerinin,milleti ve devleti işbirlikçileri ile nasıl perişan ve tarumar ettiklerini, düşünüyor,analizler yapmaya çalışıyordum.

Tutuklu kaldığım günlerde,idamlık,müebbetlik mahkumların,yalakaları tarafından ezilmek,emir uşağı edilmek istendim.

Reddettim;güreşmek bahanesi ile alt etmek istediler,becerip yenemediler, değişik oyunlar sergilediler, imtihan edip sorguladılar, ama tüm koğuşun önünde rezil oldular.

Davalarına ulaşmak için her şeyi göze alan ve meşru sayan,akıl ve izanı,çoğu zaman nefsi ve enaniyetiyle karıştıran,bu ahmak grupları;

Sonunda bölüp,parçalamak,güçsüz bırakmak için çıkar yol buldular, bana, sen Kur’an la çok ilgilisin,bizlerde Müslüman’ız ama,senin gibi düşünmüyoruz diyerek.

Senin Şeriatçı olduğuna dair şüphelerimiz var,aldığımız duyumlar da bu kanaatimizi doğruladı.

Ve şu andan itibaren seni, yeşil komünist olarak tanıyacağız ve öyle bileceğiz dediler.

Bu kanaate nasıl varmışlar biliyor musunuz?

Takriben beş ay önce, fuarda bulunan çay bahçesinde buluşmak üzere, fatih dernek başkanı ve yönetiminde bulunan üç arkadaşı beni ve arkadaşım Mustafa’yı davet etmişlerdi. Hakkımızda neler duymuşlarsa!

Konuşalım,tanışalım diyorlarmış.

Bize bu teklifi, bizim sınıfımızda bulunan Mustafa Saccıoğlu getirmişti,bizde tereddüt etmeden kabul ettik.

Maksat konuşmak ve tanışmak değil miydi,bizim için hiçbir sakıncası bulunmuyordu.

Bizler düşünce olarak sorunları konuşarak, karşı tarafı dinlemeyi bilerek, şiddet ve adavetten uzak kalarak, meselelerin çözüleceğine inanıyorduk.

Nihayet buluşmuştuk,başkan olan arkadaş,yüz hatlarında yorgunluğu, bakışlarında ön yargıyı barındırıyordu ve varlıklı bir aileye mensup olduğu fark ediliyordu ismi de Fatihti.

Diğer arkadaşları da maddi açıdan aynı düzeyde sayılabilecek,kolejde okumuş, çok bilmiş, aşağılayıcı tavırları ön plana çıkan,oldukça şımarık kişilerden oluşuyordu.

Dördü de Kayseriliymiş, fakat ben hem şehirlileri olarak, onların serkeş, kıvıran, birbirlerine aşırı sulu davranan, üslup ve tavırlarına şahit olunca!

Zengin bir ailenin çocuğu olmadığıma şükrettim ve Kayserili olmaktan haylice utandım.

Bizim fikir ve kanaatlerimizi biliyorlarmış, o nedenlerle kurgulu gelmişler.

Hal hatır sorduktan sonra, hemen mevzuu, milliyetçiliğe getirdiler ve hararetli bir şekilde, hiç fırsat vermeden, peş peşe sordukları sorularla, paniklememizi temin ederek, tesir altında kalmamızı istiyorlardı.

Hoş görü, nezaket ve muhabbet maalesef, ahmaklığın ve adavetin olduğu mekanlarda bulunmazlar, fakat bu değerler onları hiç bağlamıyordu.

Sordukları sorulardan bir tanesi bile seviyelerinin, şartlanmış olmalarının, akıl ve idraklerinin askıya alındığının, ip uçlarını veriyordu.

Ne diyorlar; iki kişi denize düşmüşler ‘e’, bunlardan ikisi de Müslüman’mış ‘e’, bunlardan birisi Türk boksör Mustafa Sandalmış ‘e’, bir diğeri de Muhammet Ali Kılaymış ‘e’, ve biz bunlardan hangisini kurtarırmışız.

Böyle absürd bir soruya, aklı başında bir insan nasıl cevap verirse, bizde aynı şekilde cevaplandırdık.

Fakat çok büyük bir hata yapmışız ki, cevabımız arkadaşların hoşlarına gitmemiş. Siz nasıl Muhammet Ali ile ilgilenirsiniz, bırakın onu, zenciler kurtarsın dediler, masaya yumruk vurarak şiddet gösterisi yaptılar. Tabiî bu duruma canımız sıkıldı, moralimiz sıfırlandı.

Ben böyle tavırlara tahammül ederek, sessiz kalmayı içine sindirecek, müsait bir yapıya sahip değilim.

Ayağa kalktım, bakın arkadaşlar, biz buraya sınıf arkadaşımız Saccı oğlunun hatırını kıramadık geldik.

Şu anda ortaya koyduğunuz tavır, sizin aczinizi gösteriyor, sakın ola ki bir daha bizim bulunduğumuz mekanlar da, böyle bir kepazeliğe yeltenmeyin.

Yoksa saygıyı, hoş görüyü sizler gibi rafa kaldırır, gereğini fazlasıyla size iade ederiz dedim.

Garsonu çağırarak hesabı istedim, çok fahiş bir rakam söylemişti garson, ama hamdolsun ki, üzerimde para mevcuttu.

Bir aylık harçlığımı tereddüt göstermeden garsona ödedim.

Onlar da bir anda boşta bulunduk, kusura kalmayın diyerek yanımızdan ayrıldılar, bizde Mustafa’yla onlara, arkalarından bakıyorduk, lakin acıyor ve üzülüyorduk.

Enteresandır fakat, vatan ve bayrak adına slogan atan bu insanlarda, görerek şahit olduğumuz, yumuşak ve yavşaklara haiz tavırları, bizleri daha da çok şaşırtmıştı.

Bu tavırları kalabalıktan çekinmeden, fütursuzca sergilemeleri bizi çok düşündürüyordu, zira bu insanlar, lise gençliğine dava diyerek vatan millet Sakarya nakaratını atıyorlardı.

Benim muhatap olduğum ve zaman ayırarak adam sandığım ve tartıştığım bu arkadaşlardan kaynaklandığını bir kez daha öğrenmiş oldum.

İşte suçumuz, bunlar taraflarından şeriatçı olarak algılanmamız ve dolayısıyla yeşil komünist hükmüyle, yargılanmamızın nedeni buymuş.

O tartışmada babası halı toptancısı olan, babasının sermayesine güvenerek, koleji terk eden ve oldukça şımarık meziyetli tanıdığımız, Metin ismindeki sulu insan, diğer koğuşta iki aydır yatıyormuş, bazen görüşüyorduk fakat nereden tanıdığımı hatırlayamıyordum, sağ olsun o daha genç olduğu için beni tanımış.

Ve üç gün sonra koğuşta düzeni bozmaktan, disiplin kurulu kararı ile falakaya yatmama karar verildi.

“Falakaya yatmam, dayak yemem, benim için sorun değil”, diyerek konuşmaya başladım ve devem ettim, sorun olan, bu kadar yanlış ve haksız uygulamaları bulunan!

Vicdanlarınızın kabul etmediğini bildiğim halde, zulmü dava diyerek insanlara yutturmaya kalkmanız ve kendinizi bilerek aldatmanızdır diyerek, konuşmama devam ettim.

Koğuşta bulunan arkadaşlarımızın hepsi, yaptığınız zulmü görüyorlar ve göz yaşı döküyorlar, ama şerrinizden korktukları için, haksızlığınızı istemeyerek acı içinde yudumluyor ve söyleyemiyorlar.

Fakat ben, bu zulüm ve haksızlığın, hiçbir anlam ifade etmediğini, gözlerinizin içine bakarak, ses çıkartmadan, karşılık vermeden, tavrımla ve imanımdan aldığım kuvvetimle, hafızanıza nakşedeceğim.

Hayatınızda utanacağınız kalıcı bir iz olarak bırakacağım, bunu her zaman hissedeceksiniz… sakın bunu unutmayın diyerek ekledim.

Şamanizm’i savunan, idamlık mahkum olan, babası üç gün önce kurşunlanarak öldürülen, birkaç kez tartıştığım, iriyarı, yüz on kilo bulunan Mahmut isminde bir arkadaş.

Koğuşta bulunanların pek sevmediği, fakat idamlık olduğu için ses çıkartamadığı, itici bir tip olan bu adam, karşıma dikildi, gözlerini yere eğdi, hasmını görmüş ve eline fırsat geçmiş bir keyifle başlayarak!

Kum torbasına çalışır gibi, nefes nefese kalarak, ter boşalırcasına, takatsiz kalana kadar, üzerimde yumruklarıyla çalışma yaptı ve nihayet dili dışarı çıktı ve yere yığıldı kaldı.

Ne oldu yoksa yoruldun mu, sizlere hiçbir zaman, gücünüzün yetmeyeceğini söylemiştim, neden şimdi yüzüme bakamıyorsunuz, niye nefesiniz kesildi ve soludunuz, şimdi tüm koğuşa rezil, kepaze oldunuz.

İşte sizin davanız bu, hakkaniyet yok, insaniyet yok, maneviyat yok, ne olduğu belirsiz, ilkesiz ve mesnetsiz, gözü kapalı bir şekilde ve puta taparcasına!

Çıkar ve cürümlere koşarcasına, en yakın dostlarınızı dahi, menfaatiniz uğruna harcayarak ve kandırarak aldatıyorsunuz.

Evet ben İslam ve prensiplerini dava, Hz. Muhammedi önder, Kuran’ı rehber olarak kabul ettim, var mı itirazınız diyerek içimden geldiği gibi haykırdım.

Son söz olarak, bizler ölmeye veya öldürmeye değil, haksız yere kan döküp inletmeye değil, zulme götüren gayeye değil, parçalayıp yok etmeye asla talip değiliz ve olamayız da.

Yaşamaya anlam katarak, düşünmek varken, sükunetle tartışıp, konuşmak dururken, severek, sevilmek mümkün iken!

Yok etmek yerine, yetiştirmek için çalışmak, daha güzele koşmak, kainatın en şereflisi olmak, varlık aleminde mükemmeli yakalamak, daha iyi ve manalı değil mi?

Yaratana kul olmak bilinciyle koşarak, samimiyetle el açmak, yakarmak ve aczimizi idrak ederek, vuslatta olsak, hiç olmazsa dahi bu uğurda şehit olsak, daha güzel ve manalı değil mi?

İşte benim davam diyerek gönül verdiğim ve manada mücadele ettiğim yöntemim budur.

İlkelerim sevgi ve saygıdan beslenir, doğrularım evrensel mesajın bir simgesidir, dedim ve sustum.

Koğuşta bulunan insanlara, şöyle bir baktım ki, çoğu ağlıyor gözleri kıpkırmızı olmuş, şaşırdım ve bu duruma çok duygulandım.

Müsaade isteyerek, yavaş, yavaş aralarından ilerledim, gam ve kedere bürünerek, lâvaboya doğru yöneldim, tabiatıyla yüzümü yıkamak maksadıyla.

Hemen arkadaşlar koluma girdiler ve bana yardımcı oldular, bir kısmı kalkarak yol verdiler.

Musluğu açarak hazır hale getirdiler ve başına geçtiler, ellerimi uzattım, bir miktar su alıp yüzüme sürdüm.

Aman Allah’ım ne müthiş bir acı, bir daha denedim, daha çok acı çektim, yüzümü kaldırıp aynaya baktım ki, kendimi tanıyamadım, daha çok şaşırdım ve elhamdülillah diyerek şükrettim.

Yüzüm ala bora olmuş, sanki coğrafyaya dönmüş, gözlerimin feri sönmüş, öyle bir yakından baktım ki aynaya, falakaya yattığım andan, şu ana kadar hiç acı duymamıştım, zulme ve haksızlığa kilitlenip kalmıştım.

Düşününce içim kabardı, alev oldu yandı, hislerim canlandı, kuvvet kaslarımı sardı, onlarca insan direncine ulaşmıştım neredeyse.

Arkadaşlar haklı olduğumu, maksatlı bir şekilde zulme uğradığımı, benim yanımda olduklarını, ifade ederek kızgınlıklarını anlatmak isteyerek, söylenip durdular.

Konuşmalarına aldırmadım, kahrımdan kim kimim adamıdır, kim bilir diyerek içimden, tekrar aynaya bakarak hayıflandım.

Aradan üç gün geçmişti, ziyaret gününün zamanı gelmişti.

İsmi okunan mahkumlar, koşar adımlarla ve bir sevinçle hazırlanıyor, gözün aydın diyenlere de, eyvallah diyerek ilerliyorlardı.

İsmi okunmayanlar ise, ya başka ilden gelen mahkumlardı, yahut ta yaşarken insani değerlerden uzak kalmış, enaniyet’ini her şeyin üzerinde görmüş, zavallılardı.

Onlarda anlamış olmalılar ki hatalarını, kulakları seste, gözleri ümitsiz de olsa, uzaklardan gelecek sır dolu mesajı almak için teyakkuzda bulunuyorlardı, bu durumu izlerken kendimi alamıyor, hüzünleniyorum.

Ranzama uzanmış bir vaziyette, elimde bulunan kitabın, satırları okumaya çalışıyorum, fakat zihnim her nedense meşguldü, okuduğum satırları anlamıyordum, kitabın sayfalarına yine bakarken, ilgisiz gibiydim lakin, istemeden olanların sevinçlerini paylaşıyordum.

Bende her insan içinde var olan bir ümitle, ismimim çağrılmasını bekliyordum, ismi çağrılanlar da gördüğüm ümit, sevinç, neşe, koğuşu kuşatarak sarıyordu, fakat herkes bundan haz alıyordu, keder, hınç, kin, bir anda her nasılsa istirahata çekiliyorlardı.

Nihayet sabırla beklediğim, çağrılma anım gelmişti, ranzadan doğrularak elimdeki kitabı kapatarak, yastığın altına koydum ve bir hamlede kendimi yerde buldum.

Keyiflendim, koşar adımlarla görüşme mekanına, bir solukta hemen vardım, koridor oldukça kalabalıktı, görüş yeri beş ayrı kabinden oluşuyordu, içine girince üç aşamalı, demir parmaklı cam karşınıza çıkıyordu.

Dikkatli bir şekilde süzdüm ve baktım ki, karşımda duran, benin güzel yüzlü çilekeş anam, anne hoş geldin diyerek haykırıp, bağırıyordum.

Fakat nafile tanımamış olmalı ki beni, oğlum ben Mustafa Cilasun’un annesiyim ne olu,r çabuk bir haber ver de gelsin görüşeyim dedi.

Peki teyze hemen çağırıyorum, sen buradan ayrılma bekle, diyerek oradan ayrıldım, koridorda bir tur attım ve tekrar aynı yere geldim, yeni geliyormuş gibi yaparak.

Anacığım hoş geldin, nasılsın dedim, annem dikkatli bakıyordu yüzüme, fark etmiş olmalı ki halimi, pür telaş ve acı bir şekilde, ne oldu yüzüne oğlum dedi, ne kadar gizlemeye çalışsam da, beceremediğimi anladım.

Anne zannettiğin gibi değil, burada spor yapmak zorundayız, top oynarken düştüm, bu yüzden yüzüm yere geldi yüzüldü, fakat inanmadı, ikna etmek için, içim yanarak yemin ettim, yeminimi duyunca biraz rahatladı, annem yeminime çok itibar eder ve inanırdı.

Annemin yüzüne bakarken utanıyor, kahrediyordum, çünkü annemin gözü gibi bakarak büyütüp, emanet ettiği yüzümü, ben ne hale getirmiştim.

Yeniden yumruklarımı sıkarak, hak etmediğim halde, beni bu hale getirip, dava adına zulmü, reva görenlere ve bununla öğünenlere acıyarak hayıflanıyordum.

Canım anamın geldiğine, sevineceğim yerde, maalesef daha çok üzüldüm, yüreğim parçalandı, bir anda mahcubiyet ve aczi yet her tarafımı sardı, duman etti, içimi sızlattı ve yüreğimi dağıttı.

Ama olsun yinede, hayatımın en değerli varlığı olan, canım anamın, yüzünü görmem ve ayrıca, karşısına onu utandıracak, bir başka suç ile çıkmamam tek tesellim olmuştu.

Garip anam, bana iç çamaşırı ve kıyafetin yanı sıra, güzel şeyler getirmiş sağ olsun, çok ikram olmuştu.

Okul arkadaşlarım gelmişler, görüştük ve özellikle dostum Mustafa, zahmet etmiş unutmamış sigaramı getirmiş, çok ikram olmuştu.

Onun için Rabbıma, sonsuz şükürler olsun diye el açtım ve yakardım.

Ömrüm vefa ettiği sürece zillet, adavet ve enaniyetten ona sığındım.

Cezaevinde geçirdiğimiz günlerin, 34.günü olan bu gün, mahkemeye çıkacağımız gün olduğu için, gece dahi doğru dürüst uyuyamamıştık.

Zaman gelmişti artık, hazırlığımızı gün evveli yaptık ve mahkemeye çıkmanın heyecanını yaşıyorduk, nihayet gardiyanlar geldi ve o günkü listeyi okudular.

Hazır olanları hizaya koyarak, kelepçeleyip, dış kapıya doğru yöneldiler ve cezaevi aracının yanına geldiğimizde, beklememizi söylediler.

Askerlere teslim ederek, kendi görevlerini ifa ettiler.

Askerler daha sert ifadelerle, bizleri nizama koyarak, araca sıra ile bindirdiler.

Aracın içi hafif karanlıktı, sigara içenlerden epeyce bunalmıştık, fakat ses çıkartamıyorduk, zaten herkesin bin bir türlü derdi ve ümidi vardı.

Çünkü dert bir değildi ki, bunu biliyorduk, çektiğimiz her nefeste, hak etmediğimiz acılarımızı, içimize gömerek, çaresizlikten kıvranıyor ve adeta soluyorduk.

Nihayet cezaevi aracı durdu ve stop etti, anladık ki, bizimde yolculuğumuz nihayet bitti, askerler kapıyı açtılar fakat, gözlerimiz güneşten o kadar çok kamaştı ki, o an kimseyi göremedik.

Ellerimiz kelepçeli vaziyette, araçtan aşağıya indik ve askerler bizleri gözleri ile sayarak, adliye sarayının bodrumuna götürdüler, burada saatlerce dikildik ve öylece bekledik.

Donuk, sönük, kuşku ve merak bütünlüğünde, sütunları sayarak, gelen gidenlere anlıyormuş gibi bakıyordum ve bu arada askerler, arkadaşlar zaman geldi, haydi hazırlanın gidiyoruz, komutunu verdi.

Her nedense o vakit kalbimde, sonsuz bir heyecan hissettim, adeta yüreğim dışarı fırlayacak gibi atıyordu, fakat o an, nasıl bir savunma yapacağım, şablon gibi aklıma geldi, gece sabaha kadar düşünerek hazırlanmıştım.

Adliyenin bodrum kapısından çıktık, merdivenleri ve katları bir solukta adımlıyorduk, meraktan bekleyenlerimiz oldukça çokmuş, salonda onları görünce sevindik, hüzünlendik ve şaşırdık.

İstanbul dan rahmetli Ramazan amcamın, sevgili eşi Leyla yengemin de, gelmiş olduğunu fark ettim, lakin onlara da zahmet verdiğimi düşününce, istemesem de üzüldüm.

Sarılıp, hal, hatır soramadan, kendimizi biranda mahkeme salonunda bulduk, tarama özürlü, kalın gözlüklü, orta yaşlı bir avukat, bizim davamızı savunacakmış.

Hakim bey bizlere sorular yöneltti, cevap verdik, ve bir müddet bekledik, netice itibariyle tutuksuz yargılanmak üzere, serbest bırakıldık.

Tabi olarak heyecanım yatıştı, çok sevinmiştim, o anki coşkuyu tarif edemem, sarılan, öpen, kucaklayıp kahraman ilan edenler, hat safhadaydı.

Cezaevinin kapısına kadar, konvoy halinde gelerek, eşyalarımı alıp, çıkmamı bekleyen, oldukça kalabalık arkadaşlar içimi kabartıyordu.

Cezaevindeki arkadaşlarla vedalaşıp ayrılarken, idamlık ve kabadayı olarak bilinen, bağrı yanık Şereften;

Gardaş buranın huzurunun senimle bir başka olduğunu, çok geç anladık, yeni bulmuşken, kaybetmenin acısını yaşadıklarını ifade ederek, gönlümü almak istedi, koğuşun en kıdemlisinden bunu duymak, beni ayrıca sevindirdi.

Bizleri unutma seni çok arayacağız diyerek, haydi arkadaşlar dedi ve hep bir ağızdan çırpınırdın kara deniz, şarkısı söylenmeye başlandı.

Koro halinde söylenen ve oldukça gür seslerin koridorları çınlattığı, o güzel anın izlerini, kulaklarımda hala taşırım.

Gardiyanların, yalak ve salaklarını ayırdıktan sonra, kalanlarla vedalaşıp, cezaevi ana kapısından çıkınca, aklıma ilk gelen kafesten kaçan kuşlar oldu.

Tezahüratlar yaparak bekleyen, coşkulu kalabalığa karıştım, otuz dört gün boyunca, içimde sakladığım, kini, dışladım sanki yeniden kendimle barıştım.

Konvoy halinde evimize geldik, sevgi yüklü muhabbeti yere serdik, sofralar kuruldu ve bulunan nimetlerden nasiplendik.

Üç gün boyunca gelen, geçmiş olsun, gözünüz aydın diyen, sürekli nasıl geçti günlerin diye, sorarak merak edenlerin sayısı oldukça fazlaydı.

Takip edildiğimi bildiğim için, kırk beş gün sürekli müspet konuşarak, tespit etmiş olduğum, lâçkalık ve kokuşmuşluğu, öne çıkartmadım.

İlmi siyasetin gereği ve kuvvet dengesinin şartı, kanaat oluşturmak, gücü toplamak, söylem ve tarzlarında paralelliği aynı anda yansıtmaktır.

Potansiyel tespitinden sonsa, gerçekleri her yerde değil, yeri ve zamanı geldiğinde haykırmak, yanılgıda olanları sabırla ayıltmanın lüzumuna inanmaktır.

Nihayet okulu, zar zorda olsa, küçük bir vukuatla tamamladık, güya meslek sahibi olduk, onunla ilgili iş araştırmaya başladım.

Okul arkadaşım İsa, ağabeyinin elemana ihtiyacı olduğunu belirtti ve istersem onun yanında çalışacağımı söyledi.

Hiç tereddüt etmeden hemen kabul ettim, zira başka bir alternatifim yoktu ve çalışmak zorundaydım ve böylece demir doğramacı olarak, mesleğe ilk adımı attık.

Usta ölçüleri veriyor, bunları yap, hazırla yarın takacağız diyor, aynı zamanda orta ana dolu fabrikasında, çalışan biri olduğundan, çekip gidiyordu.

Saclar ölçüler dahilinde kesilip, doğranacak, sonra toparlanıp puntalar halinde kaynak yapılacak, spreyle taşlanacak ve akşama hazır hale gelecek.

Düşündüm, taşındım, bazen de şaşkınlıktan ensemi kaşıdım, bir çıkar yol bulamadım, usta benden o kadar çok şey istiyordu ki, şaşırdım, donup kaldım.

Yeni mezun olmuş, pratikle hiç yoğrulmamış, benim gibi acemi bir insanı, dükkanda yalnız bırakarak, onca iş başına sarılarak, ne yapılmak isteniyor diyerek söylendim.

Ne yaptım biliyor musunuz, hiç bir işe el sürmedim, bekledim, düşündüm, durdum, en sonunda dağılmış malzemeleri topladım, bir kenara koydum.

Kapıyı sıkıca kontrol ederek, kilitledim hemen arkadaşım İsanın yanına giderek, olanları bir solukta sıraladım ve kendisine anlattım.

Anlattıklarımı dinleyen İsa’nın, katılarak gülmesine ve gözlerinden yaş gelene kadar, bu eylemine devam etmesine şaşırdım.

Nihayet önemli değil, zaten böyle olacağını biliyordum demesi, çaktırmadan beni süzmesi, unutulmayacak kadar enteresan ve güzeldi. Fakat çok rahatlamıştım.

İsa beni bırakmadı, çay demledim birlikte içeriz, sabredersen az bir işim kaldı, beraberce birkaç yer daha var, oralara da bakarız dedi.

Benim yıllarca sanayi tecrübem var,ben dahi yapamam ağabeyimin sana yap dediği işi,üzülme zaten yanında da kimse çalışamıyor,diyerek teselli etti.

Birkaç yere baktık ,haber vereceklerini söylediler,teşekkür ederek ayrıldık,yine sokakların arasına daldık,daha sonra İsa ile görüşmek üzere vedalaştık.

Evimize beni terk etmeyen efkarımla geldim,canım koç babam kapının önünde sandalyede sanki beni bekliyormuş gibi oturuyordu.

Selam verdim,nasıl olduğunu sordum,içeriye geçip soyumdum,iş kıyafetimi giyerek,bahçeyi bellemeye,kendime gelmeye koyuldum.

Bahçe ile uğraşırken dertlerimle,derinlere dalıyor hiç yorulmuyordum, zaman ilerlemiş ve alıp başını sessiz sedasız gitmiş,nihayet hava kararmıştı.

Bir ses geldi kulağıma,dönüp baktım ki annem, yemek hazırlamış,babamla bana bakıyorlarmış,ben hiç fark etmeyince,yemek soğumasın diye çağırmış.

Yemek atıştırırken,İstanbul da ki fabrikatör amca zadelerimden,Osman ağabeyimin aradığını,beni sorduklarını ve telefonla kendilerini aramamı söylemişler.

Onları biran düşündüm,İstanbul gibi dünya şehrin de, çocuk yaşta babasız kalarak,eniştesinin yanında yılmadan çalışarak,ayakta kalabilmeyi başarmış ve şahsına ait bir işyeri açarak kendi ayakları üstünde durmayı başarmış.

Perakende,toptan ve daha sonra,toptancılara mal satan fabrika,kurarak sahibi olmuş,bir çok insana iş imkanı sağlamış oldukça başarılı bir insan.

Saygı duymamak,şaşırmamak mümkün değil,gıpta ile nazar ettim, baktım birde kendime, fakat mukayese edemedim,aramızda bulunan farkı açık,seçik bir şekilde sorguladım.

Babam tek amcaları olmasının yanı sıra,Sümer bez fabrikasından emekli ve dar gelirli olması sebebiyle,her sene Ramazan ayında, amcamın canlı hatırası olan yengemi gönderirler ve sevgili yengem ihtiyaçların tespitini yapardı.

Bir yıllık ne ihtiyaç varsa,her şey dahil alınır,biraz da harçlık vererek hayır dualarla başka ihtiyaç sahiplerinin, yardımına gitmek için, vedalaşarak helallik alırdı.

Yengem çok hayır öğütlü,birazda peşin sözlü,ama oldukça samimi,son derece geçim ehli,çileyi tanımış,sabırla yudumlamış, ama kimseye yansıtmamış bir hanımefendi idi.

Allah rahmet eylesin,şimdi aramızda değil,bu fani dünyadan,zamanı gelen herkez gibi aniden,amcamın sevgili hanımı olan yengemde,dareyn saadetine göçüp gitti,evinde misafir bulunduğun her an ilgisini ve ikramını hiçbir zaman ihmal etmemişti,Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

Bu düşünceler yumağı ile,telefon etmek için postaneye gittim,telefon numarasını yazdırdım ve her kez gibi sıraya girip beklemeye başladım.

Bir müddet sonra, sıram gelmiş olmalı ki ismim çağrıldı,hemen telefona yöneldim,alo dedim karşımda bir bayan sesi;o an şaşırdım.

Ben Osman Cilasun beyi aramıştım,yok mu kendisi dedim,efendim kim arıyor acaba, burada kendisi deyince,rahatlamış bir eda ile,ben Kayseriden Mustafa Cilasun dedim.

Efendim bir saniye hemen bağlıyorum, ve ben yutkunurken Osman ağabey alo Mustafa dedi.

Ağabey nasılsınız inşallah iyisinizdir, diyerek hatırını sordum,teşekkür etti ve ne yaptığımı merak ettiğini söyledi, kısaca izah ettim,iş aradığımı anlattım.

Mustafa Bursa ya gelmek ister misin,oradaki fabrikamıza senin gibi Meslek lisesi mezunlarına ihtiyacımız var,sonra senin geleceğin için planlarım söz konusu, ne dersin deyince,tabi neden olmasın gelirim ağabey dedim.

Haydi öyleyse durma bir arabaya atla, şu adrese hemen gel bekliyorum,peki görüşmek üzere diyerek, telefonu kapattık.

Ben aslında evimizin bir oğlu olduğum için,annemle,babamla fakir hanemizde kalarak, altı yıl Ankara da kaldığım çileli günlerimde,hasret dolu yüreğimle Kayseriyi yeni bulmuş,kavuşmuştum.

O yüzden, buradan ayrılmak istemiyordum,zira geleli henüz üç yıl olmuştu. Huzur buluyordum,memleketimden şu an işsiz kalsam bile.

Erciyes dağının haşmetli duruşu,baktığım an içime serinlik sunuşu,Ali dağının, sakin ve mahzun oluşu,Yılanlı dağın,ürperten yalın yokuşu,Erkilet’in,tepe noktada ki kulenin konuşu, her zaman benim huzur ve sırlarımın sığınağı olmuşlardır.

Fakat çare kalmamıştı artık pekiyi demiştik,bir kere üstelikte işsizdik, annem,canım babam üzülmüştü,boş ver gitme biz sensiz ne yapacağız, demişlerdi, fakat başka bir alternatif yoktu.

Hazırlığımı yaptım,gurbete alışıktım,ne çileler çekmiştim,hayat mücadelesi verdiğim yıllarda,ekmek parası kazanmak uğruna.

Sabırla yudumladığım,haksızlığı,zulmü bir tecrübe olarak sineme kalın harflerle yazmıştım bin kere.

Valizim bana bakıyordu haydi durma artık vedalaş diyordu.

Babam ve annemle vedalaşıp terminale vardım,etrafa şöyle bir baktım, yüreğimin derinliklerinden gelen bir ah ki, hışımla salıverdim,durmadım ve otobüse doğru adımladım.

Sormadım bile kimseye, efkarlıydım, tahmin ederek araca daldım,koltuk sıra numaramı aradım,cam kenarı olduğunu anladım,yol arkadaşımdan müsaade alarak, yerimi aldım.

Teypte bir şarkı çalıyordu,sanki ritmik melodisi ve mısraları yolculara yüreğimi tercüme ediyordu.

Bakıyordum camdan dışarıya,dalıyordum hiç bir şey fark etmiyordum,tabi görevlinin biletinize baka bilir miyim diyene kadar.

Uzattım bileti,teşekkür etti verdi,bende anlamadım niçin bilete bakması gerekti.

Nihayet otobüs kaptanı, hayırlı yolculuklar dileyerek, aracı hareket ettirdi.

İlerliyordu araç, o zaman trafik ışığı, felan pek yoktu,hızlanıyordu.

İçim gidiyordu,sonbahar mevsimiydi sanki, Kayseri gözümde yaprak,yaprak bir,bir dökülüyordu,yapacağım hiçbir şey yoktu.

Sıkıcı olduğu kadar, yorucu yolculuktan sonra nihayet, Bursa ya gelince kurtulmuş olduk.

Beni karşılamaya gelen bey, Sabri isminde gözlüklü, biraz tarama özürlü, ince uzun boylu, kumral,füme renginde takım elbiseli,gözleri çakı gibi sanki, uyanık olduğu her halinden besbelli.

Merhabalaşıp tanıştık, o da benim gibi Kayseri’liymiş,bunu duymam bile beni teselli etmeye yetti.

Özel aracına bindik,biraz yol aldıktan sonra,selametle evine geldik.

Maşallah konuşmaya hasret kalmış gibi,evveliyatından başlayıp,şu anki iştigalini bir solukta anlatıverdi.

Oda çok macera yaşamış,uzun yolda kaptanlık yapmış,haksızlığa dayanamamış, trafik polisleri ile kavga yapmış, o günkü gazetelere sür manşetlik haber olmuş, dolayısıyla kaptanlıktan kovulmuş.

İş ararken amcazadem Osman bey elinden tutup,Bursa da yeni devraldığı fabrikaya çok az bir hisse vererek, sahiplensin diye yönetici yapmış.

Osman ağabey sürekli İstanbul’da kaldığından,Sabri bey oranın tek sorumlusu ve karar vereni olmuş.

Erkenden kahvaltı yaptık,Bursa’nın pilot sanayi bölgesindeki, İteks a.ş.ünvanlı fabrikaya vardık, oradaki personelle tanıştık,tokalaştık,idareci arkadaşlarla biraz konuştuk.

Refakatçi oldular,bölüm ve kısımları göstererek,işin oluşum ve ahengini bir solukta önüme koydular.

Daha önce geleceğimi duymuşlar,patronun amcasının oğlu olduğumu öğrenmişler,gıyabımda müessese müdürü olarak görmek istediklerinin kararına vermişler.

Bunu benim yüzüme karşı söylediler ama zorlandılar,zira çok belirsizlikler vardı.

İşi tamamıyla öğrenip,tespit ve tayin eden olamayınca, piyon olmaktan başka seçenek kalmaz,ben bunun bilincindeydim ve taltifle oyuna gelmeyecek kadar,insan psikolojisini özümlemiştim.

Hayatıma nakış güzelliğinde işlenen ve iliklerime kadar nüfus eden, hiç silemediğim ve sürekli üzerimde taşıdığım,tecrübe olarak kalan silinmeyen izler, benim mihengim, yoldaşım olmuşlardı.

Fabrikada,iki vardiya olarak çalışılacak,sürekli mesaiye kalınacak,yüklü siparişler olduğundan,iplik balyaları hazırlanıp teslim edilecek, gerekirse fabrikaya takviye işçi alınacak,kararına varılarak ilgililer uyarıldı.

Öyle bir iş vardı ki heyecanlanıyordum,annem,babam ve Kayserim güzel memleketim nerede kaldı, inanın çalışırken unutuyordum.

Yatsı namazımı zor kılıyor, uzandığım yerde uyuya kalıyordum,fakat yorulmuyor,keyif alıyor ve özellikle hoşlanıyordum, Allah işsiz kalanların yardımcısı olsun çünkü o psikoloji çekilir,tahammül edilir gibi dert değil.

Yirmi dört saat fabrikada kalıyor yetiştiğim her işe koşmaya çalışıyordum.

Fakat zaman öyle hızlı akıyordu ki, yapacağımız işleri yetiştiremiyor, yeni oluşumlar ve sıkıntılar durmuyor devam ederek geliyordu.

İşin yoğunluğu beni öylesine içine almış ve sarmıştı ki, tam beş ay geçmiş olduğunu her nasılsa pek fark edemedim.

İlk önce vardiya amiri oldum,mahiyetimde elli beş kişi çalışıyor,on iki saat mesaiye kalınıyor ve beş kazan mal (iplik)boyaya hazırlanıyordu.

İthal boyalar son derece hassas bir şekilde tarafımdan tartılıyor,asit’i katılıyor en uygun biçimde karıştırılıyor ve kazan içinde belirli bir sıcaklığa getirilmiş,hazır bekleyen suya katılarak,kazanın kapağı kapatılıyor,kelepçeler takılararak,vanalar açılıyordu.

Yüz derece ısıya kadar kaynatılıp,ipliğin boyayı çekmesi dolayısıyla kıvamına gelmesi bekleniyor ve bir müddet sonra kazanın kapağı açılarak,soğuması bekleniyordu.

En ufak bir yanlışlık yapılırsa, defo ve abraş meydana gelir, yapılan tüm çalışmalar heba olur, iş verenin suratı asılır ve abraşlı mal hiçbir işe yaramadığından bir kenara konarak bekletilirdi, daha sonra değerlendirmek üzere.

Böyle durumlarda suçlu aranır,fakat maalesef bir türlü bulunamazdı.

Çünkü iplik boyama işlerinde, on beş yıllık tecrübesi olan, kendini bulunmaz bir bursa kumaşı olarak sunmayı başarmış bir insan var karşımda.

Ve çok kıymetli, değişemez olduğunun zehabına kapılarak, her zaman içebilen, kazancını dost edindiği kadınlarla yaşayan ve bundan hiç bir vakit gocunmayan bir insan.

Bu gayri meşru yaşantısını, siyah bir şavrole taksiyi seçerek zenginleştiren ve bu araçla gece,gündüz gezmeyi marifet sayan bir insan.

İşleri bir alt kademede bulunan görevlilere havale ederek kaybolan, meşhur Mehmet ustamız vardı ve benim karşı vardiyamın amiriydi bu insan.

Neredesin diye sorulunca sürekli mazeret ileri sürebilen, oldukça kurnaz olan, kalender görümünde,babacan tavırlı olmayı becerebilen bu insan.

Ufak boyu, yeşil gözlü, hafif göbekli, biraz tarama özürlü, bir insan.

Çalışanların Mehmet ustanın her işlediği haltı bildiği halde, maalesef çaresizlik içinde sessiz kalmalarına hala şaşarım.

Şaşkın bakışlarla suçu üstlenmek zorunda kalmaları, aksi bir davranış durumda, anında işten çıkarılma korkusunu yaşayarak sigorta adına sabrettikleri, meşhur Mehmet usta ve ekibiydi.

Sürekli onun vardiyasında,bir iki kazan mal defolu çıkar,oda kendini kurtarmak adına çalışanları suçlar,onlara sürekli fırça atar,böyle giderse hepsini kovalayıp yeniden kadro kuracağını söyleyerek,

Zavallı işçileri sindirir,vardiya dönüp gece mesaisine kaldığı zaman,odasına çekilerek alemine dalardı.

Ben bunların hepsini tespit ediyor,fakat seslenmiyor,sabrediyordum,zira benim işim bunlarla uğraşmak değildi.

Kendi vardiyamda sosyal yapının şartı olarak gördüğüm,iş verimliliğinin mutlaka artması adına telakki ettiğim, arkadaşlık ve muhabbet rüzgarının esmesini temin adına, sürekli yenilikler yapıyordum.

Çalışma ortamını, herkesin benimsediği,güven duyduğu,huzur bulduğu,saygı ve sevginin önemsendiği,herkesin mutlaka dinlendiği,bir ortam esenliğine götürüyor ve yoğun bir şekilde koşturuyordum.

Bayan arkadaşların sayısı, yirmi kişiye yakındı,her birinin ayrı derdi var,çoğunun bağrı yanıktı.

Hayat mücadelesinin verildiği bir ortamda,kaderlerindeki fırtınanın, onları kum taneleri gibi çok faklı yerlere savurmuş olduğunu öğreniyorum.

Hüzün,kaygı,her zaman bol idi,ümit ise oldukça azdı, fakat çok kıymetliydi,ufukta belirdiği zaman, bakan gözler kiminse, ışıl ışıl canlanır, yanardı.

Hayırdır inşallah, bugün daha iyisin dendiği vakit,bir anda,gönül rahatlığında, heyecanının refakatinde,soluk,soluğa anlatırlardı.

Paylaşırdık,elimizden gelen katkıyı,esirgemez yapardık,umursamaz olamazdık, çünkü kaynaşmış,zor olanı başarmıştık,bir aile ortamı esenliğinde,sıcak ve samimi birer dostlar olmuştuk.

Böyle çalışma ortamlarında,başarısızlık,barınamaz,mekan tutamazdı,çünkü husumet yoktu,karalama,kaypaklık ve özellikle yalan hiç kıymet bulamıyordu.

Ön yargı ile beslenmek,arkadan çekiştirmek kabul görmüyordu,dinlemeden mahkum etmenin, haksızlık olduğu bilinci yerleşmişti bir kez.

Böylece insanlara şırınga edilen;

Toplumsal hastalıklara,geçit yoktu,hepimiz birimiz,birimiz hepimiz için, seferber olmuştuk,kenetlenmiş bir bütünlüğe giden yola, gönül koymuştuk.

Çalışanların geneli, vasıfsız olduğu için,kısa zamanda tarafımdan yetiştiriliyor, vasıf kazanması sağlanıyordu.

Onun geleceğini de bir anlamda,düşünmek zorundaydım.

Yeter ki,harbi,mert,dürüstlükten taviz vermeyen,şahsiyet bütünlüğünde ufku saf, yalak ve salak olmasın.

Bu ilkeler benim olmazsa,olmaz şartlarımdı.

Sinemde oluşmuş ve oturmuş değişmez kanaatimdi!

İnsanlar yaşadıkları sürece,mutlaka hata,yanlış veya suç işleyebilirler, bunlar mümkün olan fiillerdi,nihayetinde insan değil mi!

Haiz oldukları şartları ve sosyal dokuyu, araştırıp sorgulamadan bu oluşum ve açılımları analiz etmeden,insanları mahkum etmeye kalkarsak,bir anlamda zulmetmiş sayılırız.

Ve işte o zaman; temelden hatayı bizler yapmış oluyoruz.

Çünkü; temel konularda tercihleri fertlere bırakmıyoruz, önlerine koyduğumuz tercihi yapmaya, bilakis bizler zorluyoruz.

İnsanların inisiyatif hakkını,bilerek gasp ediyoruz,dolayısıyla belki farkında bile olmadan, asıl yanlışı bizler yapıyoruz.

Şu anda bizleri yargılayacak, bir kimse çıkamıyor, zira güçün bu gün, bizlerde bulunuyor olması yeterli görünüyor!

Zavallının zaten mecali kalmamış ki, haykırsın haksızlığı var gücüyle.

Yine onlara durmadan,sizler ne bilirsiniz,düşünemezsiniz bile,sadece söyleneni yaparsınız demiyor muyuz çoğu vakit.

Her zaman kendi akıl ve zanlarımızı ön plana çıkartarak,onlarda akletme,tahkik etme,imkanını tanımadan tahayyül diye bir şey bırakıyor muyuz.

Bunları bizlere yaptıran her ne olursa olsun,sermaye,politika,makam veya şerrimizden korkulan zulmümüzdür.

İster kabuk edelim veya etmeyelim azgın bir nefis için ne fark edecek.

Eğer hakkıyla düşünürsek,bunların pek çoğunu,aynı şartlara haiz olarak elde etmemişizdir.

Mutlaka çok önemli desteğimiz,veya desiselerimiz mevcuttur.

Yok eğer hak ederek gelmiş isek,enaniyetimiz veya farkında olmadığımız tekebbürümüz, bunları bizlere yaptırmaktadır.

Çünkü; halkın kucakladığı, her müspet tavrın arkasında,objektif ahlak,şeffaf yönetim ve mutlaka hakkaniyet vardır.

Bu hareket sosyal bir gerçektir,bunu fark ederek göremeyenler,ne hazindir ki; zavallılar, ve terapiye ihtiyacı olan, biçarelerdir.

Fabrikanın bir bölümünde,mescit olarak ayrılan,küçük,kare biçiminde olan,mesai dahilinde her türlü gürültüyü cömertçe içine alan,koyu yeşil halı ser döşeli, odaya bir somya yerleştirip,burayı lojman niyetiyle kullanmak zorunda kalıyordum.

Güya hedefimiz fabrikadaki her faaliyeti öğrenmek ve özümsemekti!

Fakat kaldığım yer,dinlendiğim mekan beni sıkıyor, daha çok yoruyordu,kendimi dinlemem mümkün görünmüyordu.

Kimseye söylemiyor,sabrediyordum, istiyordum ki, amcazadem, tespitini yapsın, bir gün yerimde yatsın,benim hissiyatımı anlasın ve çözüm arasın.
Bir akşam benim gece vardiyamda geldi, saat 02.45 e kadar çalıştı,aynı bir işçi konumunda,röleleri taşıyor,istif yapıyor,makina’nın başına geçiyor,ipleri sarıyordu.

İlgisizdi,son derece yoğun olduğu gözleniyordu,zihni kaldığı mekanda değil,başka ufuklarda dolaşıyordu.

Yorulmuş olmalı ki,işlerden sıyrıldı,bana doğru yaklaştı Mustafa senin yattığın yer müsait mi,yatmayı düşünüyorum,ne dersin dedi.

Tabi müsait buyurun gidelim diyerek,refakat ettim,yatağı açtım,yardımcı olacağım bir şey var mı,diye sordum,teşekkür etti sabah görüşür,konuşuruz seni epeydir dinlemiyorum,bu fırsatı bulmuş oluruz dedi.

Dolayısıyla bende hayırlı geceler dileyerek ayrılmak zorunda kaldım.

Sabah Osman ağabeyin isteği üzere,saat 06.30 da uyandırdım,dinlenmiş görünüyordu,işlerin nasıl gittiğini sordu,gayet güzel geçti,bir vukuatımız olmadı dedim.

Fakat benim nasıl olduğumu,neler düşündüğümü sormasını bekliyordum merakla, maalesef beklentim boşa çıktı sormadı.

Fakat Mustafa şu ana kadar gösterdiğin başarı, herkesi şaşırttığı gibi beni de oldukça sevindirdi.

Sabri bey her fırsatta seni överek,gurur duyduğunu söylüyor,işleri tamamıyla deruhte ettiğini anlatıyor.

Mehmet usta bile zorlandığı vakit,sana koşuyormuş, amcamın oğlu olarak, bana bu duyguları yaşattığın için, sana teşekkür ederim,bir sıkıntın olduğu zaman hiç çekinme,beklerim diyerek tokalaştı ve

İstanbul’a hareket etmek için aracın gaz pedalına bastı ve uzaklaştı.

Ben yine sırlarımla baş başa kalmıştım,tespit ettiğim onca problemleri ,içime gömerek,zamana sabırla havale etmiştim.

Bir gece uyuyamamıştım,saat 04.35 civarı ab dest almak niyetiyle kalktım, lâvaboya doğru yönelip adımlıyordum.

Boyaların bulunduğu yer, önemli olduğu için,idareci haricinde kimse giremezdi,üçer gram karıştırılsa,renk değişik çıkar,bir çok maddi zarar olurdu.

Çok farklı sesler geliyordu,irkildim emin olmak için silkindim ve yeniden kulak kesildim,acayip seslerin devam ettiğini fark ettim.

Teklifsiz kapıyı açtım,baktım ki ne göreyim şaşırdım kaldım,tabi biraz bocaladım, gözlerimi açtım,sonra hiddetimi şu sözlerle sıraladım.

Eğer sizi bir daha böyle, uygunsuz biçimde görürsem,kimseye söylemem önce ben sizi kitlerim,açılamazsınız diyerek konuşmaya devam ettim.

Bunu böyle bilin dedikten sonra,orayı terk etmelerini söyleyerek,hışımla gözlerine baktım,onları silkelememek için kendimi zor zaptettim,

Başları öne eğik şekilde kaybolup gittiler,meşhur Mehmet usta ve evli olduğu halde,namustan arınmış bulunan ve maalesef burada çalışan güya yetkili bayan.

Çalışan bayanlar içinde,Bursa hürriyet mahallesini iskan tutmuş Bulgar ve Romen göçmen vatandaşlar çoğunluktaydı.

Çalışanların genelini oluşturan onlardı ve bu insanların yapıları,adetleri oldukça farklıydı, mesela;bayanlar,erkeklerle güreşmekten sakınmıyorlar, gayet doğal diyorlardı.

Mehmet ustada sağ olsun bunu fırsat bilerek hiç sıkılmıyor ve çok rahat bir şekilde değerlendiriyordu.

Terfi etmek isteyen,rahat işi benimseyen,izine ihtiyaç duyan, Mehmet ustanın vardiyasında,kime gidecekti elbette ve üstelik tek yetkili olan Mehmet ustaya, o ne derse onaylanır,mesele çıkmazdı.

Ama Mehmet usta sürekli,hata yapar,beş kazan iplikten en az iki kazanı abraşlı(bozuk) çıkar,hayrola neden verim sürekli düşüyor, diye sorulunca bazen,

Elektrik kurumunu,bazen sigortanın attığını,eh mazeret bitmez ya Mehmet ustada,bazen de motor arıza yaptı der çıkardı.

Acaba doğrumu söylüyor demezler,tamam usta canın sağ olsun, hafta sonu acısını çıkartırız diyerek,zavallı garibanları karşılıksız olarak çalıştırırlardı.

Elemanların hafta sonu,dinlenmeleri,en doğal ihtiyaçlarını gidermeleri,aile fertleriyle bir gün dahi olsa,

Bir araya gelmeleri,dertleşmeleri onlara sorulmadan, başkalarının hataları yüzünden, hafta sonu tatillerinden haksızca mahrum edilerek, çalıştırılmaları beni kahrediyordu.

Tabi iş veren temsilcisi Sabri beyin işine geldiği için, problem çıkmıyordu.

Fakat iş veren kim.!asıl patron hangisi ! çalışanlar tarafından pek bilinmiyordu.

İstanbul da ikamet eden,oradaki pazarı genişleten,sürekli siparişleri artıran amcazadem Osman bey,haftada bir gün zor geliyordu.

Diğer azınlıkta olan hisse sahipleri,nadiren gelirler,hafta sonu araçlarını temizlerler,asıl işleri olan fabrikalarına giderler,hoş geldikleri zaman, Bursa sporun transferini konuşurlardı.

Dolayısıyla asıl patron, Sabri bey olarak bilinmekteydi,zira; çoğu zaman bizimle birlikteydi.

Sabri bey Mehmet ustaya o kadar güveniyordu ki,üzerine toz kondurmuyordu her nedense birkaç kez yokladım,atmosfer zemini müsait değildi ve hemen konuyu değiştirerek vazgeçtim.

Çünkü Sabri bey,meşrep ve mantık olarak Mehmet ustaya daha yakındı.

Mehmet usta işine,iş verenine saygı duysa,iş ahlakı ve disiplinine haiz olsa, Sabri beyden çekinse,boyahanenin içinde,gece yarısı ve o saatte,

Kendi vardiyasında,bayan elemanların başıyla,üstelik kapıyı dahi kilitlemeden,en mahrem pozisyonda,haramın doruğunda,

İdareci sorumluluğunda bu kadar pervasız olabilir miydi,mümkün değil dedim kendime ve daha boyutlu düşünmeye başladım.

Sürekli içime atıyor,sabrediyordum,çalışma şevkim kırılıyor,kuytu,serin ve sakin mekanlar arıyordum,

Sinemde beni kuşatan sırlarımı,sigaramı yakarak, hasret kalmışçasına nefes çekiyor,dumanları ile mehtaba pas atıyor,hicranımı paylaşıyordum.

Cumartesi günü yoğunluğu bitirmiş,mutat olduğu üzere çalışıyorduk,saat 11.15 civarındaydı,ipek kozalarını temizletiyor, Pazartesi için hazırlık yaptırıyordum.

Elektriklerin kesildiğini fark ettim,elemanlara temizlik yaptırmak niyetiyle, talimat verecektim ki ,

Sabri bey hızlı bir şekilde, elemanların yanına yaklaşarak,el,kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu,ben uzaktaydım fakat, fark ediyordum.

Anlattıkları her neyse, elemanların lehine olmadığı kesindi,çünkü Sabri beyin suratı asıktı,hayırdır inşallah diyerek yanlarına yaklaştım.

Sabri bey bana yönelerek,sizi bulamadığım için,elemanlara söylemek durumunda kaldım deyince,alakasız ve manalı olduğunu anladım.

Hemen beni nerede aradınız,her zaman buradaydım dedim, ve arkasından, neyse önemli değil, sizi dinliyorum diyerek,meramını merak ettim.

Mustafa bey, biliyorsunuz ki elektrikler yok,o nedenle çalışan arkadaşlar,Pazar günü gelecekler ve bugünkü açığı telafi edecekler dedi.

Teklifi çok mantıksız,manasız ve haksızdı,üstelik benim sorumlu olduğum elemanlarımdı.

Sabri beye kafamı kaldırdım,gözlerine manalı bir şekilde baktım ve ağzımı açtım,

Sabri bey, Allah aşkına saat kaç, bakar mısınız,mesai bitimine kırk dakika var,böyle bir talebi siz nasıl yaparsınız.

Elektriğin kesilmesinin elemanlarla ne ilgisi var,kul da Allah ta insana bunu sorar,sonra maksadınız nedir anlayamadım,bizim hafta içinden sarkan işimiz yok.

Bak Mustafa bey,sizin gelmenize gerek yok,ben Mehmet ustayı getirtirim,bunları çalıştırırım deyince.

Hakir bir ifade şekli vardı,asabım bozuldu,bu insanlardan ben mesulüm,sizin iş verenlerden biri olmanız,

Yanlış veya haksız davranmanızı gerektirmez, böyle hareket keyfiyetini de hiç bir zaman size vermez.

Eğer bu insanlara sahip çıkmaz,devamlı haksızlık yaparsak,insan olma onurunu, bizler nasıl savunur,koruruz,rahat bir biçimde insanların, karşısına nasıl çıkar konuşuruz dedim.

Ve elemanlara dönerek arkadaşlar,mesai bitmiştir,hazırlık yapabilirsiniz diye,komut verdim.

Sabri beye yönelerek, yapacak başka bir şey yok, kusura kalma, ama sen yinede istersen, Mehmet ustayı ve ekibini çağıra bilirsin, dedim ve oradan ayrıldım.

Belki bu denli keskin davranmazdım,fakat kocası askerde olan, sigortalı olarak çalıştığını sanan,gariban bayanın dramını yaşamasaydım.

Öyle hazin ki, gece vardiyasında mesai yapıyoruz, ben makineleri geziyorum, kazanı kontrol ediyorum, genel iş takibini yapıyordum.

Saat takriben 23.15 civarıydı.

Kısım ikiye geçtim,bobinleri saran, bayan elemana baktım,sabit bakıyordu, bir anda kaskatı kesildi,

Gözleri fal taşı gibi açıldı,ağzından köpükler saçıldı,adeta bir robot gibi yere çakıldı,öyle şaşırdım ki sormayın.

Hayatımda o ana kadar böyle bir olayla hiç karşılaşmamıştım, aptallaştım, hemen yanına yaklaştım, elemanlara, seslendim geldiler, ellerinden gelen ne varsa, ortaya serdiler, maharetlerini gösterdiler.

Yakın arkadaşlarından biri,arkadaşlar telâşlanmayın,zaten belliydi,zavallı ne çekmişti,bunu bir Allah, birde ben bilirim deyince, daha çok şaşırdım, hemen orada kendi kendime hayıflandım,haberimiz yok,ama neler var dünyada diye.

Bayan arkadaş,bir müddet sonra ayıldı,kendine geldi,sara hastası olduğunu belittiler,şimdi geçer dediler,

Fakat olsun biz yine de seni, bir hastaneye gönderelim de kontrol edilirsin,durumunun tespiti yapılır, olmaz mı deyince,

Faydası olmaz acil servisinde ilgi az,izin verirseniz şimdi gidip dinleneyim,yarın nöroloji doktoruna giderim dedi.

Bende tamam, sen durumunu bizden daha iyi bilirsin,diyerek şoföre talimat verdim,evine bırakmasını tembihledim.

Şoför yanıma yaklaştı,kulağıma eğildi,efenim,size söyleyemiyor,ama sigortası hala yapılmadı, personel müdürü oyalayıp duruyor, her maaşında üstelik ücreti kesiliyor deyince;

Beynime kan toplandı,gözlerimin önü karardı,boğazım kurudu,kulaklarım kızardı,ateş yüz hatlarımı sardı.

Allah kahretsin böyle varlığı;Yarabbi senin uygun görmediğin,kullarına tavsiye etmediğin,lanetlediğin,

Kul hakkını gasp ederek,bunu marifet sayarak,aldananlardan eyleme,diye kalbi hislerimle duamı yaptım.

Personel kaleminden,bayanın durumunu kontrol ettim ki,içler acısı yedi aydır çalışıyor,ama sigortası yapılmıyor,

Neden diye sorunca da, iş talebinde bulunanlar pek çok,çalışmak istemiyor mu,hiç nazlandırma hemen kapıya koy,çıkart demesinlermi.

Bak Mehmet, usta elemanlarının çoğunu yeniledi,sizde aynısını yapın diyerek, tavsiyede bulundular akıl da neleri.

O zaman tepemden sıcak sular bir hışımda indi. Biraz bocalamaya başladım,bende mi gariplik var,idareciler de mi terslik var,diyerek mırıldanmaktan kendimi alamadım.

Sosyal barış,iş ahlakı,dürüstlük,adalet mevhumları nerede kaldı,öyle ya para kazanmak en büyük sanattı,toplumsal temel öğeler, kilere kaldırılmış,menfaat ve yalaklık her tarafı sarmıştı sanki.

Nerede kaldı mükellefiyet, bu kadar yozlaşma, nasıl izah edilir,bütün bunların sebebi ne olabilir diye düşündüm,daha çok dertlendim.

Fakat; tiksinmiştim,soğumuş,buz kesilmiştim,hakkımda en hayırlısı ne ise Allah tan onu samimiyetimle istedim.

Kanaatim odur ki;

Tespit ettiğim,şahit olduğum,zulme,haksızlığa,gaspa gücümün yettiğince müdahale etmezsem,

Kendime,kişiliğime,kul olabilme bilincime, saygı duyamam,ses çıkartmaz,seyirci kalırsam,mutlaka katkım olduğuna inanırım. Dolayısıyla kayıtsız kalıp, seyirci olamam.

Günler ilerledikçe, geldiğim ilk günlerdeki heyecanımı,hevesimi, ümitlerimi ve şevkimi bulamıyorum, sıkıntılı, buruk, amcazademe karşı donuk,bir şekilde fire vermeden çalışıyordum.

Kazandan ipleri çıkarttık,sulardan arınmasını bekliyorduk,boş durmayım diye,ikinci kazanın iplerini,kontrol etmeye başlamıştım ve dalgındım.

Belimi iki kollarıyla kavrayıp, kendine doğru çekerek,dili ve dudaklarıyla el ense eden, bakire hislerimi bir anda galeyana getiren ve inanılmaz şekilde heyecanlandırdı.

İçime hasret kalınmış bir arzu salan kişiye,dönüp baktığımda yüzü alev gibi yanan,gözlerini kapatarak kendini bana sunan,Ferize isminde bir kız.

Allah kalbimi bilir ya, kendimi çok zor zaptettim,fakat kendimden de geçtim o an,itiraf etmeliyim, şükürler olsun ki hemen toparlandım.

Ferize ne yapıyorsun,nasıl böyle davranırsın,oluyor mu bu yaptığın,çok şaşırdım inan ki,senden hiç beklemezdim,haydi hemen işinin başına dön diyebildim.

Ben sizi geldiğiniz günden belli,gece,gündüz düşünüyor, aklımdan çıkartamıyorum, kendimi sana adıyorum, sensizlikten kahroluyorum,

Fakat bunu sana bir türlü anlatamadım,burada kimseler yokken senin olmaya hazırım demesin mi.

Tabi bu sözler beni ihya ediyor,hoşuma gidiyordu,ama birazda şaşırtıyordu çünkü, ben cezbedecek bir güzelliğe haiz değildim,

Kızların ilgisini çekecek,tavırlardan uzaktım,konuştuğum her bir bayanla ölçülü ilişkiler kurardım,işin yoğunluğundan ve özellikle tüm hücrelerime kadar deruhte ettiğim,

Dürüstlük ve namus mevhumu, başka duygulara,kapı aralamaz,dolayısıyla fırsat oluşturmazdım,bunları bir anda aklımdan geçirdim ve orayı terk ettim.

Oldukça dikkatimi çekmiş,ilgimi uyandırmıştı,düşünmediğim duygulara bir anda salmıştı,bir odağa kilitlemişti sanki beni.

Bir anda içimde ki burukluk,hüzün,keder ve dertler kaybolup gitti,onun yerini heyecan, arzular ve takip aldı.

Bayanlara daha çok dikkat ettim ve fark etmediğim tespitleri yaptım,bana ilgisi olan bir Ferize değilmiş,

Sema ve ayrıca Hatice de varmış,onlara dikkat ettim,sanki mübarekler bulunmaz bir insanmışım gibi veya erkeklerin olmadığı mekan da, bir ben varmışım gibi, kendilerini zatıma sunmaya hazırlar.

Bir gariplik olmalıydı,hepsi de birbirinden güzel,saygılı ve edalı kızlardı,bu kadar cömert olarak kendilerini bana sunmamalıydılar.

Çünkü onların duygularını okşayacak,ne bir bakışım nede bir romantik imgelerim vardı.

Biraz yaşlı,nur yüzlü,ab destli Hava teyzemiz vardı,sağ olsun beni çok sayar ve severdi,hayır öğütlü,yumuşak dilli,her işin ehli bir hanımefendiydi.

Yanına doğru yaklaştım,tebessüm ediyordu,sanki duygularımı anlamış gibi,sizi üzüyorlar,yoruyorlar değil mi,diyerek devam etti.

Onlar çoktan beri, sana vurgunlar oğlum,bazen kendi aralarında dahi,kavga yapıyorlar,bizler biliyoruz fakat, senden yüz bulamıyorlar,mahallede dahi seni konuşuyorlar.

Bak Hava teyze,sen olgun ve tecrübelisin,merak ediyorum bunlar bende ne buluyorlar,sen benim tavırlarımda, bunları ümitlendirecek, bir emare görüyor musun,Allah aşkına söyle de bende bileyim.

Hayır oğlum katiyen,sen helal süt emmişin,fırsatçı,değilsin,yiğitsin,başarılı bir idarecisin,sen gelmeden burada huzur,güven diye bir şey yoktu,kimin kime gücü yeterse, istediğini zorda olsa alırdı.

Usta diye sahiplendiğimiz,ağabey dediğimiz bir çok insandan görmediğimiz, zulüm ve kötülük kalmadı,bunlar hat safhadaydı.

İşten çıkarılma korkusu hepimizi sarmış,çaresiz kalmıştık,evimize bizler bakıyoruz, her bir ihtiyacı kadın halimizle gidermeye çalışıyoruz.

İşte sen böyle bir zamanda,Hızır gibi geldin,herkese haddini bildirdin,kendini esirgemedin,bunlara insanlığı öğrettin,karşılığında iş harici, başka istekte bulunmadın.

Böyle yiğitleri kim kaçırmak ister,kim ondan uzak kalmak ister. Gönül güzelliğinin üstünde, başka güzellik kalıcı olabilir mi.

Boşa dememişler her halde;( güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter, güvenme güzelliğine bir sivilci yeter.) diye.

İşte oğul,bunlar sende, sadece güzellik değil,daha güzelini buluyorlar,Allah işini,gücünü asan etsin,önüne kolaylıklar sersin diye dua etti.

Bende teşekkür ederek,alacağım dersi,deruhte etmiş bir öğrenci edası ile oradan ayrıldım.

Fakat duygularım kabarmış,beynime taarruz ediyordu,hep karşıma çıkıyor,beni buluyordu.

Onları görmediğim zaman,gözlerim arıyordu,tebessüm ederek sineme,yıllarca frenlediğim hislerim, durmuyordu,gece rüyama giriyor, benimle oluyordu.

Baktım ki durum,zahiren haz veriyor tatlı, fakat neticesi çok meşakkatli, geçici zevkler her zaman tehlikeliydi.

İnsan hayatında silinmeyen kalıcı bir iz bırakırdı,bulaşmamalıydım.

Karar verdim,gün aşırı oruç tutuyordum,hislerime gem vurmak için,sakal bıraktım,yaşlı ve itici görünmek için,grup içinden ayrılmıyor,onlara fırsat vermiyordum.

Daha çok ibadete yöneliyor,Yusuf a.s.mın hayatını özümsüyordum.

Günlerden perşembeydi,mesaiye kalıyorduk,yemek fabrikasından yemekler gelmeyince,oldukça acıktık çalışanlar gözüme bakıyorlardı.

Fabrikada benden başka hiçbir idareci yoktu,yüklü malı İstanbul’a teslim etmek ve bir iki gün kalmak için gitmişlerdi.

Yemek haneye defalarca telefon ettik,cevap verecek kimse çıkmıyordu,işletme fakültesinde okuyan,aynı zamanda yanımızda çalışan Ferhat isminde,

Karakter sahibi elemana,araca bin ilerdeki bakkaldan yiyecek olarak,çalışanlara yetecek kadar,bir şeyler alda gel dedim ve dikkatli olmasını söyledim.

Çalışarak Ferhat’ın gelmesini bekliyorduk,telefona çağrıldım,ahizeyi alarak alo dedim,Ferhat’tı sesi kısılıyor mahcuptu,gelirken su birikintisinden hızlı geçmiş,aracın bujileri ıslanmış ve orada kalmış,

Tamam Ferhat üzülme, bekle geliyorum ben diyerek, telefonu kapattım,hemen bir halat aldım, hızlı bir şekilde hedefe varmak üzere, fabrikadan ayrıldım.

Hava biraz yağışlıydı,sil geçler faal çalışmıyordu,200 Docta kalas gibi bir arabaydı,mübarekte hiç estetik yok, bu araçları sürenler sanki farklı insanlardı.

Nihayet personelimizin servisini yapan fort minibüsü ve içinde oturan Ferhat’ı gördüm,yaklaşarak önüne durdum,araçtan indim geçmiş olsun dedim ve ne yapabiliriz diye düşündüm.

Personel yemek bekliyordu,yağmur yağıyordu,aracı çekmekten başka bir çözüm görünmüyordu.

Ferhat’a hangisini sürersin,nasıl olsa ikimizin de şoförlüğü var, ama ehliyetimiz yok,tercihini sen yap dedim.

Ferhat’ta,çekilmesi gereken aracı tercih etti,dikkat et sinyallerden gözünü ayırma diyerek tembihledim.

Problem olursa kornayı çalmayı unutma sakın dedim.

Aracı çekerken çalıştırmak mümkündü, fakat Ferhat bundan çok çekiniyordu.

Çekmeye başladık, gayet güzel gidiyorduk,

Fabrikanın önüne yaklaştığımızda Ferhat küt diye, arkadan çarptı,hemen frene bastım,stop ederek araçtan atladım,

Baktım ki fort minibüsün önü,kaputu,panjurları,marş dinamosu,maf olmuş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştı.

Ferhat’ın gözüne baktım mahzunlaşmış,kızarmıştı,dişlerimi sıktım, donup kaldım. Bu servis personel taşıyacak,elimiz ayağımız olacak,şimdi ne olacak diye hayıflandım.

Allah’ım sen kerimsin,merhametlisin,zorda kalanın imdadına yetişirsin,acze düştük,naçar kaldık Rabbimiz olarak sana el açtık, sen bizlere genişlik ve imkan ver diye içimden dua yaptım.

Tamam Ferhat yardım ette,şu erzakları taşıyalım,elemanlar yemeklerini yerken,bizler de çözüm arayalım,haydi fazla üzülme,dedim fakat Ferhat daha çok matlaşıyor,karamsarlığa doğru gidiyordu.

Ferhat sana diyorum,ne düşünüyorsun deyince,Ferhat derince bir nefes alarak,tamamda ağabey,duyulunca benim işime son vermezler mi, ne olacak benim halim, dedi.

Aldığım parayla hem okumaya çalışıyorum,hem de annemlere bakmak zorundayım demez mi.

Bak güzel kardeşim, yaratan, yoktan var eden, bu güzel kainatı halk eden, rızkı veren Allah olduğunu bilmeliyiz.

En güzel sevgiliye neden yönelmiyorsun,çözümü onu anarak düşünmüyorsun.

Hamd olsun Allah’a, bak aklıma bir fikir geldi,şöyle yapabiliriz deyince,nasıl dedi sevinerek, ben seninle yer değiştirmiş olurum, dolayısıyla çarpan, ben olurum dedim,

Mümkün değil kabul edemem,zaten bizler için ne kadar,gayret gösterdiğini,kendini heder ettiğini bilerek, nasıl böyle bir şeyi kabul ederim.

Ferhat beni yorma,ben yaşlı bir insanım,sana sormadan,söz hakkı vermeden,gitmen için talimat veren benim,yemeğin gelmeme sorunu bizim,dolayısıyla sen,kendi inisiyatifini kullanarak tercih yapmış değilsin.

Lütfen kendini daha fazla üzerek,beni de çıkmaza sokma,ehliyetin olmadığı halde,ses çıkarmadan talimatıma uyman, benim için çok yeterli bir sebeptir diyerek,araçları orada bırakıp,fabrikaya daldık.

Elemanlar yemeklerini yerken,odama geçerek telefona sarıldım,sanayide böyle geç saate, açık bir dükkan buluruyuz belki, diye çare arıyordum.

Fakat ne mümkün,cevap veren bulamıyordum,ama yılmıyor, komşu fabrikaları arayarak,emek harcıyordum.

Maalesef telefonla netice alamadık,doç kamyonete atlayarak,sanayiye doğru yol alıyorduk,bir ümitti bizim ki açık bir dükkan bulur muyuz diye.

Üç saatten fazla bütün sokakları taradık,aramadık bir yer bırakmadık,aradık.

Takatsiz kaldık,fabrikaya dönmek için karar aldık,geçici bir servisle personeli evlerine dağıttık,ben yine orda fabrikada,sessizliğin en cömert ortamında, tüm dertlerimle baş başa kalmıştım.

Bekliyordum Mehmet ustanın büyük bir keyifle,bana bakacağını,patrona katkı yaparak anlatacağını,Sabri beyin inanacağını,onlar için bulunmaz fırsattı bu, onlara sormadan karar vermiştim çünki.

Durumu Ferhat’a söylediğim şekilde,üstlenerek,ben yaptım diyerek,nasıl olduğunu izah ettim,Sabri bey Allah var,anlayışlı davrandı,sebep olan yemekhane ile işleri kopardı.

Fakat böyle kolay geçiştirilmeyeceğine dair kuşkularım vardı.

Kuşkularımda haklı olduğum gün gibi ortaya çıktı,sağ olsunlar boş durmamışlar, İstanbul’da bulunan Osman beye, hemen sıcak haberi havale etmişler.

Doğruya iş sorumluluğu değil miydi,elbette iş vereni bilgilendirecekti.!

İki gün sonra,oldukça yoğun bir iş ortamında, Osman beyin geldiğini haber verdiler.

Uzaktan gördüm,fabrikayı geziyorlardı,yanında ikide misafiri vardı,oraya doğru yöneldim hoş geldiniz diyerek,o an yapılmakta olan işlerden bilgi verdim.

Misafirlerle tanıştık,kaynatası ve kayın biraderiymiş,memnun olduğumu ifade ederek,tokalaştık. Osman bey,aracı çarpanın şoför olduğunu zannediyormuş,zaten gözüm tutmuyordu dedi.

Bu durumda sessiz kalamazdım,çünkü haksızlık yapılıyordu, kazayı yapan şoför değil,bendim ve hemen Osman beye olayı izah ettim.

Hiç beklemediğim kadar,misafirlerinin yanında,sen nasıl araç sürersin,ehliyetin var mı ki,nasıl böyle düşüncesiz davrana bilirsin deyince,öyle bir şok oldum ki.

Ağzıma gelen,boğazımda düğümlenen, yeter artık be,seni de,fabrikanızı da,aracınızı da Allah yargılasın,benden buraya kadar diyerek,terk edip gitmekti.

O an kaynatası müdahale etti,sen ne yapıyorsun,böyle yapılır mı diyerek araya girdi,fakat benden tüm ümitlerim ve çalışma heveslerim,damarlarından kan boşalır gibi çekilip gitti.

Oradan ayrıldım,kazan dairesine kendimi zor attım,epey bir görünmedim,aramışlar hiç fark etmedim.

Sakinleşmek niyetiyle ab dest aldım,iki rekat namaz kıldım,hissettiğim duygularımı sakladım,kimseye anlatmadım.

Yüreğimde ki hüznümü,maksadımı Allah biliyordu, rahatlamıştım,ona açıldım,telaffuz etmeden ,göz yaşlarımla dert yandım.

Fabrikada işler azalmıştı,gün geçtikçe iade mallar oluyordu,personel çıkartılıyordu,Allah’tan iade edilen malların hepsi de bizimle ilgili değil,Mehmet ustanın bölümündeydi.

Fabrika ortakları sık sık bir araya geliyor,hararetli konuşmalar yapıyorlardı. Ben kendimi işe vermiş,konuşmamayı,sessizliği tercih etmiştim.

Eski,şen,şakrak,moral dağıtan,ümitsizlere kucak açan, Mustafa’nın gönlü, fabrikayı terk etmiş,sadece fiziği kalmıştı sanki.

Kazan su ile doldurulmuş,boya hazırlanıyordu,kontrol ettim tamamdı, karıştırıldı,asit ilave edildi,ipler kazana sarkıtılacaktı ki,Mehmet usta beni çağırıyordu.

Mustafa bey,Osman bey sizi odasında bekliyor,hayırdır dedim,inan ki bilmiyorum diye cevap verdi. Odasına vardım,buyurun beni çağırmışınız dinliyorum dedim.

Bak Mustafa son zamanlar da, hakkında iyi şeyler duymuyorum,Sabri bey her halde Mustafa bey, tarikata girdi,kendini sürekli ibadete verdi,çalışanlar içinde kötü örnek oluşturuyor,diyor.

Bir anda şaşırdım kaldım,ne söyleye bilirdim.!

Benim amcazadem olacak,beni dinleyip bir gün halimi,düşüncelerimi sormayacak,başkalarının kanaatine göre yargılayacak,olacak şey gibi değil,nasıl iyimser olabilirim.

Hiç ilgisi yok söylenenlerin,fakat merak ediyorum,hiç bir işi aksattım mı,bir gün olsun defolu mal çıkarttım mı?

Vardiyamda bir sorun yaşandı mı,bunu siz hiç merak ettiniz mi,onlara sordunuz mu,mahiyetimde çalışan elemanların verimliliği,

Sekiz aydır hiç aksamadan ve artarak devam ediyor, neden tarafınızdan şimdiye kadar fark edilmedi,kendinize bunu sordunuz mu?

Bura da nelerin döndüğünü siz hiç fark ettiniz mi,benim bir yıldır,yirmi dört saatim burada geçiyor,bunun ne demek olduğunu, aklınızdan geçirdiniz mi,bunu hiç düşündünüz mü?

Bırakın akraba olmayı,bir insan olarak hakkım olan,sevgi ve muhabbeti esirgediniz,oysa ki yıllarca hasret kalmıştım ve o nedenle buraya gelmiştim,siz bu olguları,düşünerek, hiç değer verdiniz mi?

Yirmi iki yaşında ve fabrikada, yalnız olan bir gencim,hiç sosyal yaşantım,doğal ihtiyacım, olamaz mı,bunu kendinize şimdiye kadar hiç sordunuz mu?

Bir yıldır çalışıyorum,üç aylık sigortalı görünüyorum,bunu da maalesef yıl sonunda öğreniyorum, Mehmet ustanın, iki katı hizmet veriyorum,üçte biri oranında maaş alıyorum,

Bu ne anlama geliyor,siz biliyor musunuz,işinizden fırsat bularak,merak ettiniz mi,yoksa bu, sizin işiniz değil miydi?

Onu dahi alırken ne kadar zorlanıyorum,sabaha kadar bomboş fabrikada,sanki gece bekçiliği yapıyorum,hafta sonların da,bir gün dahi ayrılamıyordum,siz hiç düşündünüz mü bunu, ne demek olduğunu biliyor musunuz?

Allah aşkına siz,işinizden başka olgulara, değer vererek, hiç düşündünüz mü, şimdiye kadar,tespit ettiğim ve sinemde biriktirdiğim ne varsa,

Bilmediklerine şahit olduğum,tüm sırlarımı,yanılgılarını bir solukta,hışımla haykıracaktım,fakat yapamadım!

Çünkü sevgili babam ve şahit olduğum yardımları gözümün önüne geldi,o an yutkundum,adeta boğazıma düğümlendi, söyleyeceklerim,kafamı önüme eğdim,hiçbir şey söyleyemedim.

Ve kapıyı çektim,efkarımın doruğun da odama geçtim,valizimi hazırladım.

Akşam saat 20.30 da,kimseyle vedalaşmadan, nasıl vedalaşa bilirdim ki, onlara ne söyleyecektim,

Amcamın oğlu, Osman beyi mi, şikayet edecektim,hiç ilgim olmayan, asılsız zanlar yüzünden mi diyecektim,gizleyemezdim.

Onlarla hukukum, dürüstlüğe dayanıyordu,harbiliğe dayanıyordu,bu vazgeçilmez mevhumların, vatanı olmazdı, bunu öğrenmişlerdi, biliyorlardı.

Cebimde ne kadar para var,miktarını bilmeden, oto stop yaparak, terminale geldim,o kadar kalabalıktı ki,fakat ben yalnızdım, hüzünlerimin eşliğinde,yalnızlığımın ıssız derinliğine dalarak, sabaha kadar bekledim.

Sitem,hicran,keder ne derseniz kilitlendim,otobüsün gelmesini bekledim,zira benim her halimi anlayan, güzel kentim Kayserime,kavuşacaktım,gıyabında dahi düşünsem mütevazilik kuşatmıştı onu.

Ama çok,pek çok hüzünlüydüm,sanki kendi içimde çözümsüzdüm. Kuytu bir mekan buldum, gecenin kuşatan sessizliğinde,mehtaba baktım daldım.

İçim alev alev yanıyor, fakat açamıyorum,sanki öyle bir yük ki,kaçamıyorum,deniyordum,dertleniyordum ama saçamıyorum,yoruldum inan ki artık, bakamıyorum.

Öyle bir ruh halim vardı ki, o an, kasvet kuşatmış,teslim almıştı beni bir an.

Tefekkür ikliminde çare aradım, ve içimden geldiği gibi, hiç sansür uygulamadan, kelimeleri ufkumda sıraladım.

Gönlümün mehtabımda adımlarken,ışıksız kaldım,soldum soludum,pür dikkat mecalle aczime sordum,hani ne oldu enaniyetim,keyfiyetim,diye.

Öyle daldım ki, dağları aştım, meftun oldum kendimden geçtim, şelale gibi aktım, denizleri seçtim, varlığımla kendimi tefekkür ederken.

Durmuyordum, seyrediyordum, gizemlerin barınağı olan geceleri!

Dünya ekseninde semazen olmuş, Huda her yarattığına gerçeği sormuş, akdedip sabredenler, su yüzünde saman olmuş, etmeyenler ise sefalet ve zillette boğulmuş.

Beni yaratıp donatan,en ulvi duyguları mücehhez kılan,her zaman bağışlayan,Rahman ve Rahim olan,Yaratan Rabbim’e sığındım,sinemi istila eden burukluğumla ona ellerimi açtım.

Ey Allah’ım, biliyorum ki imtihan ediyorsun,fakat sen beni, benden daha iyi bilirsin, kimseye bilerek kötülük yapmadığımı,gözümü kör edecek hırsımın olmadığını,kalbimde hasedin hiç barınmadığını,

Helalinden kazanayım istedim,bunun için hiç vakit gözetmedim, üşenmedim, isyan etmedim, gücümün üzerinde gayret gösterdim ve her zaman sana hamd ettim.

Sinemi bu kadar, harap edecek ne yaptım,yüreğimde kopan fırtınalara,zihnimi felç eden dalgalara, artık göğüs geremiyorum.

Yüküm ağır geliyor sabredemiyorum,takatim kalmadı artık yoruluyorum,sana sığınıyorum,çözümün sende olduğunu biliyorum,öyle inanıyorum,

Beni hiç zorda bırakmadın, lütufta bulundun,hep umudum oldun, ben yine sana geldim, kapına sığındım,bana gönül rahatlığı ver,çözüm bulmam için bir vesile göster, diyerek ellerimin içiyle yüzümü mesettim.

Silkinmiştim,meramımı maksuduma havale etmiştim,rahatlamıştım,bir cengaver gibi hayatta beni bekleyen,yeni imkanlara ümitle kucak açmıştım,yeis’ten arınıp, istikbale yeniden kapı aralamıştım.

Bursa da geçirdiğim bir yıl boyunca,bir çok dost kazanmıştım,hayırlı ve güzel hizmetler yapmıştım, gariban insanların sığınağı olmuştum.

Bu insanlara, hayata daha farklı pencereden bakma ufkunu, kazandırmıştım, bunlar benim için çok yeterli sebeplerdi.

Fakat,babama,anneme Bursa dan böyle habersiz, alel acele niçin döndüğümü, nasıl izah edip,anlatacaktım.

Zihnimden bu içinden çıkılmaz,keşmekeşliği bir türlü atamıyordum,bu düşünceler eşliğinde yol alıyordum.

Değişik senaryolar hazırlayıp,sil baştan yapıyordum,bedenen çalışmaktan çok daha fazla yoruluyordum,sinemdeki dalgalar eşliğinde düşüncelere dalıyordum.

Uyuya kalmışım, öyle derin ki;

Gözlerimi açtığımda,her kez otobüsten inmiş, sadece ben kalmıştım.

Fakat; zihnimdeki fırtınalar durulmuş, kuş gibi hafiflemiştim,ufkum açılmış, hem de, karnım açıkmış olarak kendimdeydim, bu ne büyük bir nimet, şükürler olsun.

Bu kadar rahatlayınca, nasıl hamd etmem, yüce Allah’a ,hem de hemen, ab dest aldım,çimenlerin üzerinde, iki rekât namaz kıldım.

Okyanusun azametli dalgalarının ortasında alabora olmaktan kurtulmuş,karaya, sahilin o eşsiz güzelliğine, bir anda kucak açmıştım.

Böyle fırtınalara maruz kalarak, birebir yaşayanların, beni daha iyi anlayacaklarını zannediyorum.

Fakat yinede herkesin, farklı bile olsa, böyle duyguların benzerlerini yaşadıklarına, veya bir gün yaşayacaklarına inanıyorum.

Evimize geldim,annem ve babamın anlayıp,ikna olacakları biçimde, sizlere, memleketime dayanamadım, kabilinden ifadelerde bulundum ve böylece Bursa hatırama noktayı koydum.

Birkaç gün dinlendim,dost arkadaşım Mehmet Muçhan sağ olsun, beni hiç yalnız bırakmadı,bir yıllık özlemimizi,bir nebzede olsa gidermiştik.

Meğerse daha yeni, kendini toparlıyormuş.

Hastalanmış,günlerce hasta yatağında yatmış,İstanbul dan Prof.Dr.Ayhan Songar’a, Ankara dan Dr. Emin Acar’a giderek günlerce çare aramış.

Mehmet’in annesi Fatma hanım teyze,onun olmadığı bir zamanda, sesini kısarak,ah Mustafa bilsen neler çektik diye başını sallayarak,aynı paniği yeniden yaşıyormuş gibi anlatıyordu.

Kendi gönlünde çaresiz kalmış,etrafına bakınmış,kendinden başkada yanan yokmuş, ne yapsın zavallı kadın, dalyan gibi oğlu gözünün önünde, gün geçtikçe kötüleşiyor, harap oluyormuş.

Öyle ki, kim bir tavsiyede bulunsa,vakit geçirmeden uygulamaya koyuluyormuş, çoğunu da Mehmet ten saklayarak yapıyormuş,sıkıca da tembihliyor beni,

Aman ne olur, sakın ola ki Mehmet’e söyleme emi diye tembihliyordu.

Onunla geçmiş olsun çok çileler çekmişiniz,merak etme teyzeciğim inanın ki, söylemem kimseye dedim ve mu sade alarak oradan ayrıldım.

Şu satırları yazdığım an ve zaman itibarı ile tam yirmi üç yıl geçmişti,ben hala sizlerden başka kimseye de, söylememiştim bu sırrımı,artık sakıncası olmadığına inanıyorum.

Günler geçiyor,zaman mevhumu kendi ölçeğinde, sormadan,bizatihi alacaklı gibi,derinden, hissettirmeden bir şeyler alıp götürüyordu bizlerden.

Tasavvuf ve tarikat söylemi nereye gitsek karşımıza çıkıyordu,sanki o günlerde gündemi o oluşturuyordu.

Mehmet durmuyor beni sürekli zorluyordu,ben senin kadar kararlı ve cesaretli değilim,önce tarikata sen gir,sonrada ben gireyim diyordu.

Fakat anlaşılamayanlar haddinden fazla çoktu, içine girenler Allah ve Peygamberden çok şeyhlerinden ve kerametlerinden bahsediyorlardı.

Onunla da yetinmeyip mürşitlerinin kutbu cihan veya gavs olduklarını söyleyerek, onlara makam tayin etmeyi ihmal etmiyorlardı.

Akıl,mantık zaviyesinden, sorgulamaya fırsat vermiyorlar ve içine girip yaşamayınca anlayamazsın diyorlardı.

Denize düşüp’te, yüzmeyi bilemeyen bir insanın, haleti ruhuyesi ne ise,bende o günlerde, gönlümün derinliklerinde, öyleydim.

iyasi arenada, İslâm’i söylemde,dikkatimizi çeken, o günkü koşullarda, bizlere cazip gelen,

Tüm mazlumların,saf,samimi,manevi duyarlılığı olan,dar gelirli insanların,çıkış kapısı olarak gördükleri,

Bir amaç,hedef olarak ileri sürdükleri,kendilerinin, diğer partilerden üstün ve farklı olduklarını,ilan ettikleri,

Bizlere yabancı olan parlâmento,yasama,yürütme ve yargı organlarını, daha yakından tanıtarak ve öğreterek,

Ufkumuzda olmayan, hiçbir zaman tasavvur etmediğimiz, devleti tanıma ve sahiplenme olgusunu kazandırmışlar,

Kısıtlı olan televizyonlardan takip ederek,tavrımızı ve katkımızı netleştirmeye çalışıyorduk, bunlar bizlerden isteniyordu.

İlk defa bir parti binasına gittim.

Yusuf Bozkurt tan sonra il başkanı olan, Kenan Mutlu ve yönetim kurulu üyeleri ile, kiçikapı da ki o eski, millet caddesinin arkasından girilen,mütevazı binada tanıştığım,

Ve o gün, bu insanların çoğunda gözlemlediğim,mütereddit halin,yani zihninde teşekkül eden,

Fakat zaman içinde, çözüleceğine inanılan, rahatlıkla herkese sorulamayan,tefrika girmesinden korkulan,soru ve ünlem işaretlerinin olduğudur.

Artık bende,çevremin oluşturduğu koşullar nedeniyle, arkadaşım Mehmet’in bitmeyen ısrarı nedeniyle,

Ve içimde ki, bir çok mevhumun barınağı olarak,meçhule doğru ,daha iyi bir kul olmak düşüncesiyle, yok sandığım,

Fakat belki de kendimi avuttuğum,enaniyet ve tekebbür virüslerinden,arınmak heva ve heveslerimi, daha iyi disipline etmek niyetiyle,kararımı vermiştim.

Girecektim artık, kararlıydım, tanıdığım herkesin, kurtuluş yolu olarak gördüğü ve gösterdiği,
İlahiyatlısından,mühendisine,doktorundan,öğretmenine,İş adamından,yayıncısına kadar,tanıdığım her kesin, tavsiye ettiği...

Ve fakat benim için, iks kümelerinden oluşan,denklemi düşünürken, kendime sürekli sorduğum,
bu insanların,tahkiki,araştırması yok muydu?

Elbette vardı,akıl ve mantık açısından noksan değillerdi,öyleyse kandırılmış olamazlardı.

Benim bu insanlardan, daha kapsamlı bir araştırama yapmadığıma göre, ve dolayısıyla bunlardan, çok daha akıllı olmadığım kanaatiyle, tereddütlü davranmanın bir gereği ve manası yoktu.

Beni davet ettikleri yol,yalanlara, entrikalara, fırsatçılara,yalakalara ve her türlü mel’a netin işlendiği mekanlara,kapı aralamıyordu.

İnsanı tek başına sadece kendiyle müteşekkil, serbestiye ti, ve keyfiyetini vermiyordu.

Halife veya şeyh denen zat, müridin kalbinden geçen her şeyi bildiğini ve o bakımdan,

Çok dikkat edilmesi gerektiğini söylüyorlardı,yanına giderken kalbine sahip ol, tembihinde bulunmayı ihmal etmiyorlardı.

Anlatılanlar öyleydi, dolayısıyla benim gibi;

Yıllarca Allah demiş,Peygamber demiş,Kur’an demiş fakat;sadece taklit etmiş birini!

Doğurup dünyaya getirmiş,baba,anne olgusunu öğretmiş, yeme,içme, giyim, kuşam,yanlış,doğru öğretisinden ileriye gidememiş,

Ufkumu açmamış,bilgilerle donatmamış,hedef göstermemiş, ilke ve prensip konusunda duyarsız kalmış,bunlardan ellerinde olmayarak, bizleri mahrum bırakmış olan, canım annem ve sevgili babam.

Kime,nasıl,ne şekilde,hangi koşullarda,nereye kadar,hangi tavizlerle diye, hiç bir ölçü öğretilip,sorulmamıştı, şimdiye kadar!

Nasıl sorsunlar biçareler,onlara da babalarından, annelerinden miras kalmış,çünkü o yıllarda, her
tarafı geçim sıkıntısı sarmış,

Harf inkılâbından dolayı herkes, bir çırpıda cahil kalmış,kim Allah’tan bahsediyorsa,gerici,yobaz sanılmış.

Gariban babam, kırk üç buçuk ay askerde kalmış,okumayı dahi öğrenememiş, fakat suçlu bulamamış,hiç kimseye bir şey soramamış,zira çoğu insan o yıllarda,aynı ahenkteymiş.

Geçinebilmenin en büyük dert olarak görüldüğü,aile ortamlarında şefkatin akıbetini bir düşünün, kim buluyor ki onu, hangi ölçülerle kime taksim etsin.

Benim en değerli varlığım olan annemi,sevgili babamı suçlamam,haddim değil,ama onlar gibi kimleri suçlayacağımdan ve nasıl hesap sorulacağından,habersiz ve de mahrum değilim.

Her şeye rağmen,hamd ederim Allah’a ki, Müslüman bir ailede ve İslam diyarında dünyaya gelmeyi, bizlere nasip etti.

Akidemiz,amellerimiz,taklitte olsa, gönlümüzde her zaman, hakikate kapı aralanmış,tahkike giden yolunda,taklitten geçtiğinin zeminini hazırlanmış.

Yalnızca bu dahi,şükretmek için ,yeterli sebep değil mi.

Ya batıl olan dinlere iman edilen, bir aile ortamda dünyaya gelseydim, Müslüman kimliğinden uzak ve mahrum kalsaydım daha mı iyi idi.

Yine de,onlar sürekli;

Allah devlete ve Millete, zeval vermesin diye, dua ederlerdi.

Ben maalesef böyle dua edemiyordum.

Devlet denen olgu,halkının hizmetinde, emrinde ve bu görev bilincinde değil de, halkına tahakküm özentisinde olursa,

Devletin, devlet olabilme vasıflarına, haiz değilse ve bunları yerine getiremiyorsa,

Halkının refahını ve mutluluğunu, artırmak yerine,onları sürekli perişanlığa, mahkum ediyorsa,

Adına Parlâmento denilen, ve bu milletin temsil yetkisi verdiği, millet vekillerinin bulunduğu mekan,her on yılda bir,tedavülden kaldırılıp,tasfiye ediliyorsa,

Bunu da, millet adına yaptık,milletin ve devletin bekası için diyorlarsa,temsil yetkisi olan nice mümtaz şahsiyetleri,hiç suçları olmadığı halde,mahkum ediyorlarsa,

Kendi kuvvet dengelerini, korumak ve kurtarmak adına,kanun çıkartıp,milletin ali menfaatlerini, hiçe sayıyorlarsa,

Milletten habersiz, kendi namı hesaplarına çalışan,kon tür gerilla,ergenekon veya batı çalışma gurubu gibi,

Milletinin aleyhinde ve milleti yönlendirme adına, parlâmentonun dahi çözemediği, bir oluşuma alet oluyorlarsa,

Bu milletin, devleti için her zaman, kendini feda etmiş ferlerinin, temel hak ve hürriyetleri, gözlerinin içine bakılarak, ellerinden alınıyorsa,

Bu mübarek millete, cihan devleti olma, bahtiyarlığını gösteren, ecdatlarımızı, hiçbir zaman gün yüzüne çıkarmaz ve arşivlere mahkûm ediliyorlarsa,

Ve bu milletin, en büyük arşivi, Bulgaristan’a kilo ile, hurda kağıt olarak satılıyorsa, bunu da devlet bizzat kendisi yapıyorsa,

Devletin,devlet olabilme şartlarından birisi olan,milletinin genelinin, en büyük kutsiyetlerini, Allah, Kur’an ve Peygamber bağlamında ki İslam ve prensiplerini,

Arapların dini sayarak, ve en büyük tehlike olarak, hedef gösterip, bu kutsal değerlere savaş açıyorlarsa;

İşte ben, böyle bir devlete, dua edemem,etmemde mümkünde değil ,çünkü bu şekilde yapacağım bir dua ,

Bu millete, zulüm etmem manasına gelir,böyle bir küstahlığı, nasıl yapabilirim,bu cesareti ve dalaleti, kendimde nasıl görebilirim.

Bu millete, huzuru çok görerek yozlaştıranlar, asimile yapanlar, maneviyattan uzaklaştırarak, maddeye mahkum edenlerin,

Yaptıkları her bir eylemin, maksatlı olduğu, bu millet tarafından pekala bilinmektedir.

Fakat bunlar, batıl ve şer cephesinde, yerlerini almış, az bir paha karşılığında, en önemli değerlerini satmış, gafil, ışıktan mahrum olmuş, piyon gibi kullanılan, posası çıktığı vakit, alaşağı edilen, biçarelerdir.

Şu anda, bu görevi icra edenler, yani onlarda, bir zamanlar, bu kutsiyetlere inanıyorlardı.

Fakat, makam, şan ve şöhret onların mabetleri, beslendikleri mekanlar da, maalesef kıbleleri oldu, bu zavallıların.

İşte ben, bu şuur ve idrak içerisinde, tüm çevreme, etki alanıma giren herkese ve emanetim de olan, sevgili neslime, yılmayacağım,

Ömrüm vefa ettiği sürece, bu gerçekleri onlara durmadan,haykıracağım.

Ki yeter artık, bu milletin yıllarca çektiği zulüm, artık canımıza tak dedi, belki şu anda, kuvvet dengeleri, müsait olduğundan, yükselen ateşi, kontrol altına aldıklarını, zannediyorlar.

Fakat; ateşin ne zaman yükseldiğini, fark edemeyecekleri, günlerde uzakta değil, sancılı doğum, şafakta görünüyor!     

Toplumun tüm kesimlerinde, kıpırdanmalar, hak aramalar, meydanlara çıkmalar ve sosyal açılımlar durmuyor, ardı arkası kesilmiyor,devam ediyor,

Halkımızda, baş gösteren bu temayüller, protestolar ve ta ciğerlerinden gelen, isyan çığlıkları bitmek bilmiyor.

Tahakküm odakları, sürekli gündem değiştirmeye,yönlendirmeye, suni çözüm yollarını aramaya koyuldular.

Yalakları da boş durmuyorlar, bir yandan ellerindeki medya faktörünü kullanarak, millete korku pompalamaya devam ediyorlar.

Sakın ha, sesinizi yükseltmeyin, yoksa askerler gelir diyerek,sanki yaptıkları, tüm politik açmazları,askerler istedi bizlerde uyguladık!

Mantığından hareket ederek, milletimizin, peygamber ocağı diye sahip çıktığı, kendi efratlarını hedef göstererek, eğer bir suçlu varsa, orası da genel kurmay karargahıdır, diyorlardı.

avallıların, basiretleri kapanmış olmalı ki herhalde, milletimizin kimlerin, neden ve hangi maksada binaen, aldıkları kararları, ve yaptıkları uygulamaları, bilmediklerini zannediyorlar.

Oysa ki bu yüce millet, her bir oluşumu, yakinen takip ediyor.

Nasıl ki bir anne, evladının yaramazlıklarına, gelişme çağındadır diyerek, sabrediyor ve mühlet vererek affediyorsa,

Fakat, bu müsamahaya rağmen, çocuk haddini aşınca, annesinden ummadığı bir zamanda, nasıl elinin tersiyle, vurup devirdiğini, sevgi ve şefkatinden men ederek alaşağı ettiğini, buda yetmedi mi, istemeyerek beddua eylemine baş vuruyor.

Yaratanına yöneldiğini, her vatandaş, mutlaka biliyor.

O nedenle bu millet,kararını geç verir fakat tam verir, onu da yakinen biliyorlar.

Ben elbette, babamdan farklıydım ve farklı olmak zorundaydım,zira yaşadığım olaylar ve kazandığım tecrübeler bana, başka seçenek bırakmıyordu.

Kayıtsız kalamazdım, aman boş ver diyemezdim, bana ellemeyen yılan, bin yaşasın gafletine düşemezdim, dolayısıyla her şeyi Allah’a ve ahi ret gününe havale edemezdim.

Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım

Hülasa beşer olarak kalamazdım, yani doğan bir çocuğun, tek başına, hayatını idame ettirmesi ve yaşaması nasıl mümkün değilse,      

Çocuğu doğuran annesi, bizzat kendini feda etmek pahasına, gözü gibi ona bakarak, koruması ve ayakta kalabilecek koşulları sağlamaya çalışması gibi,

Akıl, mantık ve idrakimi, başkalarına emanet veremezdim, insan olma vasfımı, düşünme melekemi, askıya alamazdım.

İnsan olmak ise, kimlik kazanmaya,kendini tanımaya, bulunduğu ortamı sorgulamaya, iyiyi ve kötüyü,doğruyu ve yanlışı algılamak.
     
Hakkı ve batılı, aklıyla elde ettiği bilgiler ışığında, mukayese yeteneğini geliştirmek, tercih etme hakkını kullanmak, bunlar gelişim süreciyle orantılı olan eylemlerdir dolaysıyla;
     
Kul olabilme bilincimi, yurttaşlık hakkımı, en iyi biçimiyle, kullanmalıydım, araştırıp, sorgulamalıydım.
Onun için,benim tarafımdan bilinmeyenlerin, bir muamma gibi görünenlerin, içine girerek deşifre etmeliyim.
     
Doğruları tespit ederek,yoldaş olmalıydım,yanlışlara da gücümün yettiği ölçüde, fren vazifesi yapmalıyım.
     
Herkes beşer olarak doğar, fakat her beşer, insan olamaz, insan olabilmeyi başarmak ve kazanmak zorundayız.
     
Yoksa aksi davranış, tembel kalış, kendini bulamamış, mükellef duygusuna haiz olmamış ve sürekli başka insanların desteğine ihtiyaç duymaları,

İleri yaşta bulunmaları dahi, bu insanların beşer olmaktan kurtulmaları anlamına gelmez. Çünkü insanı insan yapan değerler, mutlaka ön planda olmalıdır.
     
Ve bu maksatlar doğrultusunda, tarikat olgusunu da, keşfetmeliydim.

Öyle de yaptım, bir arkadaşımın vesilesiyle, kumaş toptancısı olan hacı Ender beyin refakatiyle.

Cami kebir civarında bulunan, selamet apartmanının üçüncü katının kuzeyin deki kapının ziline bastık, biraz bekledik ve nihayet kapı aralandı, içeriye buyur edilerek, zatı muhteremin huzuruna geldik.
     
Sağ olsun hoş geldiniz diyerek, hatırımızı aldı,nereli ve kimlerden olduğumun, kısa bir malûmatını alarak, istihare rüyamı nasıl gördüğümü anlatmamı istedi.
     
Bende nasıl gördüğümü,olduğu gibi anlattım,dinledi ve karar vermiş olmalı ki; şöyle temkinlerde bulundular.
     
Teheccüt, yani gecenin bir vaktinde, kılınan namazı, hassaten kılmamı ve belirli vakitlerde, falan sayı kadar, tespih çekmemi,varsa kaza namazım,

Vakit namazlarından önce, veya sonra bir günlük, kılmamı, haftalık sohbetlere kendi oturduğum semt olan, Yenimahalle katılmamı söyledi ve hayırlı olsun dileklerinde bulundular, kapıda bekleyenleri düşünerek,müsaade istedik ve bizleri sağ olsunlar kapıya kadar uğurladılar.

İçimden Allah razı olsun bumuymuş tarikat! Diyerek rahatladığımı anladım.
Meğer girmek, ne kadar kolaymış,ben zaten söylediklerinin çoğunu,yıllarca yapıyordum, ibadete yabancı değildim.

Kulluk, bilincimi geliştirmek, yıllarca taklit ettiğim, fakat; teferruatına inemediğim, ibadet ve ta atimin, şuuruna ermek ve her şeyi hakkıyla yapmak, hedefindeydim.
     
Arkadaşım Mehmet ve Yakup’la karar verdik, sabah namazına, meydan camisine gidecektik.

Seherin o alaca karanlığında, mütevazı bir muhabbet ortamında, sanki kenetlenmiştik, aynı hedefteydik ve nihayet mekâna gelmiştik.
     
Meydan Camisi, çok büyük değil,fakat içine girince, derin sessizliği barındıran, ayrıca huzurlu ve feyiz olduğu hemen gözleniyor.

Mehmet ilâhiyatlı olduğundan, aramızda en bilgili oydu, mihrapların bir peygamber makamı olduğunu,

Bilen ve bunun şuurunda olan, hocaların arkasında namaz kılmayı, tercih ve tayinini o belirliyordu, bizler de memnuniyetle icabet ediyorduk.

Birkaç gün aynı camide, sabah namazını kıldık, feyiz aldık ve hayırlar dileyerek, camiden ayrılıp giderken, kendi aramızda sohbet ediyorduk, Mehmet bu caminin, imamlığını yapan hocanın,

Yahyalı’lı olduğunu, Mükremin hafız diye bilindiğini, ehli takva bir kişi olduğunu, hafızlık konusunda muhkemlik sıfatı bulunduğunu,
     
Çok muhterem ve muhabbetli bir insan olduğunu söyleyerek, bir ara, sizleri tanıştırıp sohbet ederiz inşallah dedi.
     
Bizler de, madem ki bu kadar muhterem bir insan, neden şimdiye kadar hiç tanıştırmadın, diyerek latife yapmıştık.
     
Mehmet’te fırsat bulamadım, merak etmeyin, hocamızın ellerinden öperiz, bir gün inşallah, diyerek mevzuyu kapattık.
     
Arada bir de olsa, yunus emre camisine gidiyorduk, fakat meydan camisinden aldığımız, huzuru her zaman,arıyorduk.

Bu camide de, yine hafız olan, müezzinlik görevini yapan, mütevazı ve iyi bir insan olarak tanıdığımız arkadaş,

Yunus emre camisi imamının, şerrinden daima korkan,hacı Ömer Kafa isimli, yaşlı olmasına rağmen, ilâhiyat fakültesi son sınıfında okuyan, güzel bir arkadaşımız vardı.

Şahsıma latife olsun diye, baş imam derdi,niçin böyle taltif ediyorsun, hocam dediğimizde,
     
Ben, senin kadar, cami hocasının hatalarını, yüzüne söylesem, senin kadar dirayetli olabilsem, başkada bir şey istemem, ama mümkün değil ben söyleyemem diyerek devam etti konuşmasına.

Sen hiç çekinmeden, direk yüzüne söylüyorsun, ben bir denemeye kalksam, bu camide beni mümkün değil durdurmaz.

Allah bilir ya, senden de çok çekiniyor, bunu bilesin deyince, arkadaşım Mehmet hemen atılarak, bu kardeşimden kim çekinmez ki, haddine mi düşmüş diye söyleyince, katılarak cami içindeki, hocanın mevkiinde gülmüştük.
     
Nihayet meydan camisinin müezzinlik kadrosunda olan, ve fakat hafız olması nedeni ile imamlık yapan, Mehmet’in övgüyle bahsettiği, hoca efendiyle yine, bir sabah namazından sonra, tanışma fırsatı bulduk.
     
Yahyalılı Hafız Mükremin hoca, on yıldır aynı camide görev yapıyormuş, oldukça uzun boylu, iri cüsseli, heybetli, orta kilolu, kına rengine benzer sakalı vardı.
     
Mat, oldukça ciddi birini beklerken, enteresandır ki, o heybet ve cüsseye rağmen, mütevazı olduğu her halinden anlaşılan, sevecen bir insan.
     
Bizleri, gözlerinin içi gülerek, sarılıp kucaklayan,ısrarla böyle olmaz diyerek, alıp Derviş bakkala götüren, orada bizlere kendi elleriyle seçerek tarttığı Üzümleri, yedirerek ikram eden,
     
Ve Allah için, her zaman beklerim, sizler gibi, yüreği Hak sevgisiyle yanan yiğitler, bizler, için iftihar vesilesi, diyerek sizleri;

Geleceğimizin, teminatı olarak görüyorum,sizlerle ne kadar, öğünsek azdır, temennisiyle, bizleri dualarla uğurladı, işte böyle mübarek bir insan.
     
Sen gel de şaşma, taaccüp etme, aralarında bin metre olmayan, biri camiden kaçıran ve müezzinini yıldıran bir hoca,
     
Bir diğeri ise, insanın gönlünü alan, imamlık mesleğinin saygınlığını artıran, cemaatin şevkini kamçılayan, oldukça mütevazı olan, bizlerde kalıcı izler bırakan, muhterem bir hoca,
Oysaki; yıllarca bu meydan camisinden, mahrum kalmama, vesile olan, çocukluk anılarımı buğulayan, her ezan duyduğumda, bu buruk acıyı hatırlatan,
     
Müsamaha ve şefkatten nasibini alamamış, bir hoca yüzünden yaşadığım, on yedi yıl içimde sakladığım, o hazin olayı, hocayı ve camiyi, sinemi yıllarca yakan anımı ve sırrımı,

Bu kez, aynı mekanda tanıdığım, Hafız Mükremin hocayı, tanıyarak, kalpten muhabbet duyarak,yırtıp atıyor,
     
Ve yıllarca hasret kaldığım, cami sevgimin, yeniden filizlenip, yeşerdiğini hissediyordum.

Bunu da Allah razı olsun ki, muhterem hocam, Hafız Mükremin efendi sağlıyordu.

Sen gel de, bir insan olarak,böyle bir hocayı sayıp, sevme, gıyabında hayırla yad etme ve her zaman arkasında namaz kılayım diye sabırla bekleme.

Mükremin hocamla samimi olmuştuk, dertleşiyor, güncel olayları konuşuyorduk, manidardır ki aynı hedefe doğru yol alıyorduk.

Gelişmelerden bizleri, mahrum etmeyin, haberdar edin ki, bilelim bizlerde, elimizden ne geliyorsa, çabuk davranıp seferber edelim,diyordu.

Mehmet’le millet caddesinde, bir iş için koşturuyorduk. Yeni mahallede oturan, Şaban ağabey diye bilinen ve baharat işleriyle uğraşan, zatı muhteremle karşılaştık.
     
Hal hatırdan sonra, Mehmet sitem dolu bir ifadeyle, biz sizden neler beklerken, siz ne yapıyorsunuz,

Allah aşkına Şaban ağabey deyince, bende merak ettim, acaba ne oldu ki, Mehmet hiç şahit olmadığım,böyle bir tavır sergiledi.

Şaban bey hayırdır, niçin böyle kahırlı konuşuyorsun, deyince, ağabey nasıl konuşmam,daha ne olacak,

Benim canım gibi sevdiğim, çok değer verdiğim, her şeyine kefil olduğum, Mustafa kardeşim,Bursa dan geldi ve iki haftadır boş, münasip bir iş araştırıyor.

Böyle muttaki bir insanın, nasıl boş kalmasına, fırsat verilir, hala anlaya bilmiş değilim, deyince.

Elhamdülillah, bende başka bir şey mi oldu, diye merak ettim, tamam o iş olmuş bil, yarın arkadaşımız gelsin, hemen işe başlasın demez mi.

Ben, hiç beklemediğim bir anda geliştiği için, hem çok şaşırmıştım, hem de, bir o kadar sevinmiştim.

Çok memnun olmuştum, böyle hayırlı dostlara, sahip olduğum için Allah’a, şükretmiştim.

Baharat ve paketleme şirketinde, çalışmaya başlamıştım, güzel gidiyordu, arkadaşlarla kaynaşmıştık.

Çalışanların çoğu, üç, dört kişi hariç, battal gazi ve Cafer bey mahallesinden, servis yapılarak getirilen, anneleri ve on yaşın üzerindeki çocuklardı.

İşin özetini yapacak olursak, Mersinden getirilen çimento torbaları ebat’ın da olan, karbonatlar, un torbalarına benzer pirinç unları,susam torbaları vesaire,

Bu malzemeler elenerek,çeşitli ebatlarda,ambalajlanarak,paketleniyor ve muhtelif vilayetlere pazarlanıyordu.

Kara biber, tarçın değirmen makinesinde, öğütülüyor, aynı sistem uygulanıyor, istenilen ölçüde paketleniyordu.

Benim görevim, satış mümessiliydi, fakat yapmadığımız işte yoktu,gayret göstererek, samimi bir şekilde çalışıyorduk, mal sevkıyatı ve pazarlamak için, sıkça şehir dışına çıkıyordum.

Niğde, bor, Kırıkkale, Ankara pazarlarında, Bedfort dingilli kamyonla, sevkıyatı yapıyor, Parti genel merkezine uğruyor, bazen de Erbakan hocayla görüşüp,dönüp geliyorduk.

Sivas,Malatya,Tokat,zile,Samsun pazarlarında, aynı işlemleri tekrarlıyorduk.

Adana, Mersin, Ankara, Samsun en fazla pazarlama yaptığımız illerdi.

Şehir dışına çıktığımız vakit, orta sınıf otellerde kalırdık,Şaban bey, her sabah namazından sonra, tespihini çekerken uyanırdım,

Kollarımızda, sırtımızda malları, ikinci, bazen üçüncü katlara çıkartırdık ki, nasıl olsa gücümüz yetiyor ve Şaban bey boş yere hamala para vermesin diye.

Ama, Allah var, takatsiz kalır, hış diye yığılırdık. Bilhassa yazın insanlıktan çıkar,dilimiz dışarı sarkardı.

Fakat, hiç önemli değildi, çünkü huzurumuz vardı,zaman zamanda ibadet için,fırsat bulamaz, aksamalar yapardık, diğer vakit namazlarında, telafi etmeye çalışırdık.

O yıllarda, iş yeri düven önünde, bodrumdaydı,Akıncılar derneği de, iş yerinin üzerinde üçüncü kattaydı.

Dernekle, fırsat buldukça, yakinen ilgilenir, elimizden ne geliyorsa, esirgemezdik.

Bildiri dağıtmak, sesimizi duyurmak, varlığımızı ispatlamak, kim tayin ederse, tereddüt etmeden, hedefe koşardık, görevi ifa etmenin huzuruyla döner, yeni projeler peşinde koşardık.

Fakat genelde sahipsizdik, heyecanlı gençler, hedef göstersen, gözlerini kırpmadan giderlerdi, ama bu böyle olmamalıydı,çünkü;

Hedef tespiti, strateji, lojistik donanım, bilgi birikimi, hiçbir zaman, olması gereken, düzeyde olmadı, ütopyamızdaki tasavvurlarla besleniyor, evlerimizden iaşeler getiriyorduk.

Bunca fedakarlığa rağmen, terbiyemiz gereği, öne çıkmıyor, heveslilerini dinliyorduk, dinlerken de sürekli içinden çıkılamaz, tezatları aynı anda yaşıyorduk.

Güzel sesli bir insan Kur’an okuduğunda her çileyi unutuyor, yeniden doluyorduk.

Çünkü özlemimiz Asrı sadetti, sürekli o günlerin, çileli sancılarını, çekilen sıkıntılarını,sabredilerek Allah’tan istenen,

Fetih müjdesini, gasp ve zulümlerini hatırlıyor ve yaşarcasına anıyorduk, bizlerin çektikleri bu sıkıntılar, ashabın gördüğü, zulüm ve meşakkat yanında hiç kalıyordu.

Ben fırsat buldukça ,şehirde kaldıkça, tespit ettiğim, yeni öğrendiğim ne varsa Hafız Mükremin Hocama anlatıyor ve onunla paylaşıyordum.

O zaman akıncılar derneğinde tanıdığım, yeni Almanya dan gelmiş, gözü kara,fakat,ölçüsüz olan,

Sürekli bir olayın içinde bulunmamız şartmış gibi, panik yapan, kumral, mavi gözlü, biraz ukala, asi tavırlı olan, bu gencin adı Mehmet Kabaktı.

Böyle gençlere sabretmek ve seyretmek durumunda kalıyorduk çünkü, derneği bunlar mekan tutmuşlardı,geçim sıkıntısı, maişiyet derdi yoktu bunların.

Kiminin babası halıcı,diğerinin ki ise hastane caddesinde toptancıydı, ara,sıra bizim gibi gelen insanlar, nasıl söz sahibi olurdu.

Özlemimiz saadet asrıydı ,kıyafetimiz de,dökümlü bir şalvar, şalvarın üzerine dökülmüş, yakasız bir gömlek, kafamda papak ve Bursa da bıraktığım sakal, oluşturuyordu.

Sinemde barındırdığım, o kadar çok soru vardı ki, çözemediğim fakat, mutlaka sormam gereken, ama kime, nasıl soracaktım.

Herkes ayrı bir maslahat gösteriyordu, sorunun içinden çıkamadığı zaman, mürşidine gönderme yapıyordu.

Akla, mantığa uymayan, yer, zaman mevhumu tanımayan, izahını dahi yapamayan,alameti farikalardan, bahsediyor, kalben inanmamızı istiyor, belki de farkında olmadan kendini avutuyorlardı.

Arkadaşım Mehmet’e soruyordum, vallahi bende, anlamaya zorlanıyorum, sabredelim diyordu.

Bu içimi kemiren sorularımı sorarak, mantıklı bir cevap alamayınca sohbetlerde, sıkıcı geliyordu.

Enteresandır ki, soru dahi soramıyordum, çünkü sadece adap risalesi diye, bir kitap okutuyorlardı, devamlı.

Zira yanlış anlaşılmak, hat safhadaydı o günlerde,korkuyordum, arkadaşlarım zanda bulunacaklar diye.

Evet tefekkürü mevt diye, rabıta diye, bir olgu bilmiyordum, daha sonra bunları kelime olarak öğrendim.

Fakat ölümü düşünmek, o kadar basit ve kolay mıydı, yolu, yordamı, bu kadar sığ mıydı.

Son nefesimi vermeden, o ana kadar bütün yaşantım, neye, hangi ölçüye göre şekillendi, mihengim var mıydı veya nasıl olmalıydı.

Ruhlar aleminde bulunurken, verdiğimiz söze iman ettiğimiz, evet Yarabbi sen bizim Rabbimiz sin, ahdine ne kadar ve hangi koşullarda sadık kalabildim.

Bunların muhasebesini yapmadan, kulluk bilincini kazanmadan, taklitten kurtulup, tahkike ermeden, günü birlik bir hayatın, sefasını veya cefasını nasıl çekerim.

Çaresiz kalıp, hastalandığımız da, yatağa uzanıp yatarken, her türlü beşeri isteklerimin açılımlarını sağladığım bu yatağı,

Gün evveli, mecalsiz kalmadan, cazibe merkezi olduğumuz zaman,son nefesimizin mekanı olarak, hiç düşüne bildik mi?

Allah’ın ve sevgili resulünün ve ashabının, müçtehit imamların, tavsiye ve telkinlerine, duyarsız kaldım, en önemli referans ve müstakim olan bu yolu, yol pusulası olarak, telakki etmedim.

Hayatımı idame ettiğim sosyal yapı, beni bana bırakmadı, sürükleyip bu hale getirdi, eşim, dostum, çevrem, hep benim gibi yaşıyorlardı diye söylenmem!

Çok canlı ve diriydim, istek ve heveslerim bitmek bilmiyordu, ona yetişeyim, tatmin edeyim derken, kendimi ansızın yatakta buluverdim birden, diyerek figan etmem!

Bunca yıl ve farkında olmadan yaşadığım ömrüm, ansızın nasıl geçmiş anlayamadım ve şu an inanın şaşırdım kaldım, diye feryat etmem!

Şimdi ne düşüneceğimi dahi, bilememenin aczini yaşıyorum, evet bu dünyada işimiz bitti belli ki gidiyoruz, diye kederlenmem!

Ama nereye ve nasıl bir yere, gideceğim hakkında mütereddit olarak, tabuta kefenlenip konacağız, salaca ya konup arkamızdan gelenlere bakacağız, diyerek hayıflanmam!

Tabuttan çıkarılıp üç metre kefenle, bizi hasretle bekleyen ve asla reddetmeyen, sergisi topsak olan, meçhulde derinliği bulunan kabir’e bir çırpıda konacağız!

Ruhumuzun terk ettiği dünya ve nimetlerini, bir mühlet sonra da kefen ve etlerimiz çürüyerek, iskeletimizi bir ati olarak neslimize sunacağız!

Sorgu meleklerine ne diyeceğiz, bilemiyoruz haşyet ve taaccüple şaşırıp kalacağız, kabir alemi ve azabı neyse onu mutlaka göreceğiz ve öğreneceğiz!

Cehennem çukurlarından olan, bir çukura mı, yoksa cennet bahçelerinden bir bahçeye mi, kapı aralandığını amellerimiz ölçüsünde karar verilerek, mahşer gününü beklemek zorunda kalacağız!

Korku, panik, haşyet duygularını, en büyük azıkmış gibi, hep yanımızda bulacağız.

Ve bu duyguların, sadece dünyaya ait olmadığını, çok geçte olsa nihayet anlayacağız!

İmanımızı, amellerimizi, hayırlı evlat ve varsa hizmetlerimizi, çok arayacağız beklide bulamayacağız, fakat tükenmeyen bir ümitle sürekli arayıp duracağız.

Ölümün ne demek olduğunu, ancak o zaman idrak edeceğiz ve en müşahhas biçimiyle öyle anlayacağız ki, fakat bunu anlamakta bizlere bir kurtuluş sunmayacak.

İşte akıl ve izan sahipleri bu aşamaları yaşamadan, hiç vakit geçmeden ve mühlet varken, varlık ve kuvvetimiz, hatta en canlı hislerimiz, bizleri terk etmeden,

Düşünmek, idrak etmek ve bunun, en büyük sermaye olduğunu bilmek, şan, şöhret ve makamların insana asli yet kazandırmadığını deruhte etmek ve anlamak durumundayız.

Ölümü, asıl ve bu tespitlerden yola çıkarak düşünmeliyiz, yoksa ölmüş insanların durumunu, tahayyül etmek, ibret almak için belki uygundur!

Bizimde akıbetimizin, nihayetini bilmemek ve sadece tasavvur etmek ne demek!

Aklederek irdelemek ve bu tespitlerden sonra düşünmek gerek.

Gariptir belki, fakat anlayamadığım, taklide müteallik olgular benim için, bir çıkış yolu olarak, görünmüyordu.

Şu an yaşamakta olduğum ve aramakla yorulduğum, problemlere, çözümsüzlüklere, çare olacak bir tek alternatif sunamıyordu.

Maşallah, inşallah temennileri, gerekçesiz olduğu sürece, çözümün kendisi olmamalıdır!

Hayatı anlamlı kılmak adına yaşarken, mesnetsiz ve içi boş saplantılara kolayımıza geldiği için niçin bel bağlıyoruz?

Düşünün ki, rızkını arayan bir insan, çok az bir sermayeyle ve biraz da borçlanarak, akmaz, kokmaz kanaatiyle,

Sakin bir mahallenin, kuytu bir caddesinde, kira bedeli az olduğu için, bir dükkan tutarak, sermayeyi tuhafiye işine bağlıyor ve nasıl olsa Allah kerimdir niyetiyle, müşteri beklemeye başlıyor!

Geçimini, dükkan masrafını ve ödemek zorunda olduğu borçlarını, buraya gelecek müşterilerden ve kasaya girecek paradan yapacağını zannediyor.

Bu tevekkel insan, aynı zamanda namaz kılıyor, tespih çekiyor, dua ve zikir ediyor, hatta boş kaldıkça kitap bile okuyor, hiçbir kötülüğe dahi bulaşmıyor.

Size göre bu insan, ailesini geçindirir, borçlarını öder ve sermayesini muhafaza ederek, müşteri kitlesine ulaşması mümkün görünüyor mu?

Tabi ki mümkün efenim, rızkı veren Allah’tır, nereye gidersen git, rızkın seni bulacak demek, bizlere çözümü sunacak mı?

Peki öyleyse rızkı aramanın anlamı nerede kalacak?

O zaman demezler mi ki, sünnetullah ne olacak?

Eğer o saf, samimi ve tevekkel insan, piyasayı araştırmaz, pazarda kendine malını satacağı piyasayı bulamaz, müşteri kitlesine ulaşamaz ve rekabet ortamında, kuvvet dengesini oluşturamaz ise;

İşte bu insan, büyük bir şevkle başladığı, oldukça umutlandığı, kendi ve çocuklarının geleceği için, ufuk sandığı,

Gözü gibi baktığı dükkandan ve dolayısıyla Allah tan umduğunu bulamaz.

Ve bu nedenle, borçlarını dahi ödeyemez, sermayesinin ve emeğinin hakkının ne olduğunu bilemez.

Netice olarak bu insan, karamsarlığa düşer, borçların ödeyemeyince panik başlar ve maalesef evinde huzuru dahi kaçar.

Düzlüğe çıkmak ve sükuna kavuşmak için, çıkış aramaya başlar, fakat, alacaklı durmaz kapıya dayanır ve zili çalar, zavallı kaçacak yer arar fakat uğraşmaktan feleği şaşar, takatsiz kalır. Şevk, cesaret, sevinç ve ümit bu insanın gönül dünyasında alabora olmuştur.

Arkadaş çevresi, boş ver üzülme Allah kerimdir derler, büyük bir imtihandan geçtiğini söylerler, fakat maddi bağlamda başka bir alternatif sunamazlar.

Allah’ın hiç insanı, gücünün yetmeyeceği bir yüke, tabi tutması mümkün değilse ve bizzat yaratan tarafından bu bir vaat ise;

İnsanlarda, akıl, bilgi, tecrübe, istişare ve tespitlerden oluşan, kuvvet dengesini, azimetini ve iradesini, sabır ve sebatını bilerek düşünmeli, buna göre de hareket etmelidir.

Nasıl kendini tehlikeden koruyorsa, yani aslanın pençesinden, timsahın dişlerinden, piton yılanının boğmasından, denize düşmekten, sağlam dişini pense ile çekmekten, vagonun altına girerek,

Allah’ın izniyle kaldırırım diyerek, ahmaklığa düşmüyor ve kendini sürekli korumayı biliyorsa;

Hayatımızın bütününde böyle düşünmek ve olmak zorundayız, yoksa tedbirsizlik, tevekkellik ve ahmaklık Allah için, bir imtihan vesilesi olamaz.

şte bu ve benzeri mantıkla hareket edilince;

Rabıta eyleminde, sürekli mürşidi düşünmek, bizlere ne kazandırıyor ve bizleri nereye doğru sürüklüyor diye sorabilmeliyiz!

Bu dine inananların onca yaşadıkları zülüm ve çektikleri sıkıntılar, sadece bir imtihan vesilesi miydi, bunca zaman farkında olmadan bulaştığımız şirk illetinden, nasıl arınıp, kurtulacaktık, diye soramaz mıyız?

Ukba kelimesi, Dareyn kelimesi bizler için ne ifade ediyor, Allah’ın zatı ve subut’i sıfatlarını, niçin hakkıyla öğrenip ve idrak edemiyoruz?

Neden bunlara yabancı kalıyoruz, okumuyoruz, suya, yemeğe ve bir eşe duyduğumuz ihtiyacı, böylesi hayati konularda neden göstermiyoruz?

Oysa ki, bizlere bu hisleri veren cenabı Allah olduğunu biliyor ve bunu kabul ediyoruz, o zaman neden, onu tanımaktan korkuyoruz?

Peygamber efendimizi, hakkiyle tanıyor muyuz, Kuran’ı ahenkli bir şekilde okuyanın, kulağımıza gelen hoş ve güzel sesi haricimde, başka ne anlıyoruz?

Yer yüzünde en çok okunan kitabın, Kuranı kerim olduğunu biliyoruz.

Fakat hiç anlaşılmadan okunan kitabında kuranı kerim olduğunu bilmiyoruz.

Bu yüce kitabın anlaşılmamak üzere indiğini söyleyebilecek hiç kimse var mı?

Anlayanlar, ne yapıyor, neredeler, niçin sesleri çıkmıyor, niçin bunları konuşmuyoruz?

Kutbu cihan, gavsı azam diye makam tayin ettiğiniz, fakat hiçbir zaman, benim kendilerinden duymadığım,

Bu mübarek insanlar, onca zülüm ve tahripleri görmüyorlar mı, neden sürekli maslahat gözetiyorlar, şecaat askıya mı alındı, öyle bile olsa niçin,kimsenin haberi olmadı?

Yığınlarca insanlar, intisap edeli yıllar geçmiş, ama hala dar görüşlü, ufku kapalı, önünü göremeyen, fakat sorunları, başkalarına havale ederek,

Kurtulduğunu zannedenler, hat safhada, bunları Allah için benden başka gören kimse yok mu, bu kadar yozlaşma ve erozyon, ne zaman fark edilecek ve önlenecek?

Önderimiz, peygamber efendimizin, her şeyden ziyade, eğitim ve öğretime ne kadar çok önem verdiği malum, bu uğurdaki gayreti ve azmi, niçin dikkate alınmıyor?

Akıl, mantık sadece ticaret ve asvata da, acımasızca kendini gösteriyor, menfaat ve çıkarcılık maalesef fevkine çıkmış, ama hala birileri tarafından her nedense görülmüyor.

İyi niyetli, saf, dayanışma adına, cemaat ve ıhvan’ım,

Yani aynı yere intisaplı kardeşim diyerek, teslim olmak için gelen insanların, birileri tarafından aldatıldıklarını görmüyorlar, zira uğraş alanları tefekkür ve zikir!

Enteresandır ama, haremlik selamlık ve mahremiyet öyle anlaşılmaz bir hal almış ki, adeta tezatlar odağı olmuş.

O kadar farklı ve saklı ki, ilmihal kitaplarında dahi, konu olarak yerini alamayan, haremlik, selamlık bahsi, adeta yarışa çıkmış, koşu atları gibi.

Çok daha elzem ve bir o kadar öneme haiz olan, akaidi bilgileri sollamış, menzilde yerini almış, tesettür giyim diye bir de, yeni pazar oluşmuş!

Bizim, sizin, bacımız dediğimiz hanım kardeşlerimiz, bizlerden öyle kaçarlar ki, yüzlerini, gözlerini takva zannederek gizler kaçırırlar.

Ve hatta seslerini dahi öyle kısarak konuşurlar ki; adeta o an melek zannedersiniz mübarekleri.

El, yüz ve gözlerin ve hatta sesin haram olmadığı bir din anlayışını bunlar ne hale getiriyorlar, bilinç nerede kalıyor diye sormak lazım.

Fakat aynı hanımlar, pazardan mutfak masrafını ve kapıdan geçen seyyar satıcı ile pazarlığı veya sütçü ile gayet rahat şekilde ve hiç çekinmeden konuşuyorlar.

İhtiyaçları her neyse onu alıyorlar, bir mağazaya gittiklerinde, çarşı, pazar gezdiklerinde,oldukça rahatlar.

Aynı hanımlar resmi kurumlar dediğimiz, mekanlara gittiklerinde ise, merak ve şaşkınlık hat safhada oluyor, çünkü sosyal açılımlar öğretilmemiş, bilmiyorlar ki?

Neden bunlar hiç düşünülmez, geleceğin annelerine kalıcı çözümler üretilemez, her halde çıkmaz sokakta değiliz?

Bu insanlara, yön verenler, hedef tayin edenler, maslahat gözetenler, refahlarından taviz vermeyenler, her zaman tazim ve saygıyı hak ettiğini sananlardır.

Ey beyefendiler neredesiniz, nelerle uğraşıyorsunuz, insanların teveccühleri, çocuklarından esirgedikleri hediyeleri,sizleri çok mu meşgul ediyor,diye soramam mı?

Devletin tahakkümünden bıkmış, adı milli eğitim denen kurum adeta İslam’a savaş açmış, peygamber ocağı denen kışlada, mümin erat dışlanmış, millet adeta sahipsiz bırakılmış,

Kuran’a, peygambere İslam’a susamış, yıllarca hasır altı ettiği ne kadar ezilmişliği varsa, gözleri kapalı olarak, daldıkça dalmış.

Ve böyle çaresizlik içinde, aczi yetini sorgularken, ufukta oldukça sakin görünen ve gönül enginliğinde serinleten,fevkalade huzur veren bir limana çıktığında yaratana teşekkür ederek şöyle bir düşünmüş.

Ümmeti olduğu ve yıllarca özlem duyduğu sevgili peygamber efendimiz, her zaman kendi nefsini değil, ümmetinin kurtuluşunu ve huzurunu tercih eden, onun için her şeyini vakfeden ve her zaman çözüm üreten, özeli bulunmayan bir insan.

Asliye tinden ve aidiyetinden, taviz vermeyen, teklif edilen dünya ve nimetlerini reddeden, toplumunun her zaman sosyal dengelerini gözeten,

Her zaman zenginlerle değil, mazlumlarla olan, varlığını suffe sakinleriyle paylaşan, her bir sorunda baş vurulan, çözüm mercii olan,

Rahmet peygamberi olarak gönderilen, hepimizin yüreğini fetheden, şefaat cimiz olacağını müjdeleyen, aleyhi selatü vesselam efendimiz.

Önderimiz, hiç tereddüt etmeden, uğruna başımızı koyacağımız, o kutlu insanın, kainatın sonuna kadar, mesajının silinemeyeceği efendimizin, asrıydı.

Fakat o kutlu insanların, yaşadığı saadet asrını, iyice, anlayamadan, özümsemeden, kıyas etmeden, sosyal dengeleri düşünmeden, duyulduğu gibi yaşamaya kalkarsak,hatalarımız, maslahatlarımız gün yüzüne çıkarak sırtarır.

İşte çözümsüzlüğe, keşmekeşliğe, bulanık suda avlanmaya, o zaman kapı aralamış oluruz, o nedenle Allah’ın veli kulları, gecenin karanlığında ki bir yıldız gibi, cazip, çekici ve celbeden olurlar.

Gecenin o kuşatan esrarında, yıldızlar bizler için ne kadar muamma ise, hedefinden sapmadan, fire vermeden vuslata koşuyorsa, Allah’ın veli kulları da, ancak o kadar berrak ve şeffaf, olmak durumundadır.

Olduğunca, züht ve takvayı kuşanarak, dünya ve nimetlerine boğulmadan, efradının felahını temin ederek, en güzel şekliyle Allah resulünün, ilkelerine azimet dekliğinde yaşayarak hal ehli bulunan bir kimlikte, olmak zorunluluğu vardır.

Bu ölçü ve mihengi, kuşanmış olan, muttaki insanları, dareyn saadetine bir muştu sunan, Allahın hanif kullarını, Allah ve resulünün dostları olarak elbette aramalıyız, bağlanmalıyız, nasihat ve tavsiyelerine uymalıyız.

Fakat böyle güzide ve müstesna insanları bulana kadar, hiç boş durmadan, ve hatta yorulmadan Cenabı Hakkın lütfettiği, tüm enerjimizi ve asli hislerimizi,

Aklımızı, mantığımızı ve vicdanımızı, duygularımıza teslim etmeden, onun emrine vermeden, gerçeğe koşmalıyız.

Bu hedefte olmadığımız an, akıl ve mantığımızı askıya aldığımız zaman, öyle sorunlar çıkar ki, içinden çıkabilmek gayri kabil.

İşte o zaman neden bu hanım bacılar neden bizlerden kaçıyorlar, hiç konuşmuyorlar ve bir hoş geldiniz dahi demiyorlar, diye merak ediyorum.

Bacımız, namusumuz, diyerek onu baş tacı yapmışız, bu insanlar, tasada, sevinçte ve başlarına bir iş geldiğinde, bizim dışımızda, kimlerin kapısını çalacaklar, seyyar satıcının veya sütçünün değil herhalde.

Bir kerecik ağabey nasılsınız deseler, kız çocuklarımız köşe, bucak kaçmayarak, amca nasılsınız diyerek konuşsalar, kardeşlerim ne yapıyorlar diyerek, hatırlarını sorsalar, eksilirler mi, niçin onlara bu adabı öğretemiyoruz?

Her halde haram işlemiş olmazlar, kız çocuklarını bu eylemleri yapmaktan, sakındıran ne olabilir, hangi düşünce onları bu eylemden mahrum bırakabilir?

Kainatın sahibi, evrensel mesajın membaı ve onun sözcüsü olan peygamber, böyle oluşuma hiç rahmet eder mi, sorarım sizlere?

Sinemde çok daha huzur bulmam, mutmain olmam gerekirken, neden böyle perişanlığa talip olayım, neden bunlarla uğraşayım.

Yinede buna rağmen diyorum ki;

İnsan olarak yaratılmış olmanın hazzını, tarif etmek neredeyse mümkün görünmemektir.

Yaratan Rab, o kadar müteşekkil ve muazzam tanzim etmiş ki, bu oluşuma nereden ve nasıl bakarsak bakalım, bu harikulade eseri seyrettikçe, seyredeni adeta sukutu hayale uğratıyor.

Bu güzelliği keşfetmek, yaratılan gözüyle ne kadar mümkün, olmaktadır!

Bu aleme anlam kazandıran şaheseri, hangi ölçülerle tespit ederek, yaratanın azametini idrak edeceğiz!

Bu azamet ve haşmet karşısında, kul olabilmenin şuuruna nasıl varacağız?

Bunun idrakin tezahürü olarak, yaratana sevgi ve saygı ölçüsü nasıl olacak?
İ
nsanlar ilişkilerinin genelinde, kıymet, değer vurgusunu, saygı ve sevgi olgusunu yönlendirirken, kalb, beyin, nefs netliğini, çoğu kez sağlayamıyorlar!

Bu keşmekeşliği yaşantımızın bütününde niçin çözümleyemiyoruz?

İnsana fevkaladeliği kazandıran akıl, mantık, neden irtifa kaybediyor?

İlmin kaynağına ulaşmamız kesin bir çözüm olacak mı?

Duyguların geleneksel tabandaki terbiye metodu neden yozlaştı, yoksa yine nefis mi diyeceksiniz, başka sebep olamaz mı?

Ruhunu hangi an vereceğini bilemeyen o muazzam insana neler oluyor, sefalet ve zilleti niçin tercih eder hale geldiler?

Ölçü mihenk, tekabül ve terakki karşısında, kendini yenileyeme dimi?

Rehberin Kur’an olduğu kesin, önderin peygamber olduğu kesin, fakat yorumlayanlarında insan olduklarını unutmayalım!

Şura, meclis işlevini hakkıyla yerine getire biliyor mu, getiriyorsa evrensel bir dinin müntesiplerinin durumu neden içler acısı bir durumda?

Mahkum kim, yargıç kim, malayanilik nereye kadar devam edecek?

Hiç masrafı olmadığı halde sevgide, şefkatte bizleri cimriliğe iten güç nedir,buna karşı mukavemet hazırlığı neden yapılmıyor?

Bu hasletlerin bulunmadığı bir gönülde, kişi kendisiyle barışık olabilir mi?

Ebeveynimize gösterdiğimiz saygı ve hoş görüyü unutmayalım.

Evladı ayalimize karşılıksız sunduğumuz tahammül,sabır ve şefkatin membaı gönlümüzden kendiliğinden zuhur ediyor olması şaşırtıcı değil mi?

İşte insan ve insanlık bu güzel hasletlere, ne yazık ki, hasret bırakılıyor!

Bizler ve mükellef olduğuna inanan her kez, hiç durmadan ve yılmadan, gülü koklarcasına ve dikenine tahammül ederek, insanlara yaklaşmak zorundadır.

Kuşun yavrusunu sevmenin hassasiyetiyle konulara ve sorunlara çözüm arayarak, sunabilmeyi başarmalıyız.

Kendimizi, kişiliğimizi, katiyen ön plana çıkarmadan ve tevazuu elden bırakmadan kazanımlarımızı, ukbaya matuf yatırımlara dönüştürmeliyiz.

etafetlerin ve izzetin manasının, sadece dünyaya ait olmadığı bilincini, mutlaka deruhte edebilmeliyiz.

Madem ki imtihan dünyası, işte o zaman sorunların psikolojik açılımlarını, yüce beyanı ve peygamber tefsirini net bir şekilde öğrenerek yaşamalıyız.

Ayrıca itminan olmuş bir gönlün sahibi olarak, aczi yetimizi ve şükrümüzü her halükarda ihmal etmeden sunabilmeliyiz ve bunu mutlaka başarmalıyız.

Neden bu soruları birilerine sormayalım ve bunların çözüm yollarını dondurarak, çözüm aramayalım ve niçin bu konuları konuşmayalım.

Oysa ki; zeka insana merak etmesi ve bilmediklerini öğrenmesi için verilmiştir, bir vazo olarak durması kimlerin işine yarar bir düşünelim!

Eğer her fert, kendi şahsına münhasır olarak, sorgulanacaksa, sadece, kendi aklından sorumlu tutulacaksa, mahşer gününde yaptıklarıyla haşrolacaksa,

Neden anlayamadıklarımdan mahrum kalayım, niçin kendi mantığımı, tespitlerimi, ferasetimi, askıya alarak, başkalarına havale edeyim.

Şayet bunları istemek, hata ve bir suç ise, onu da dinleyerek anlamaya çalışırım, sabrederim, boynumu eğer ve çeker giderim.

Fakat; sorarım hakkım olarak, neden suç sayılıyor bu haklı gerekçeler? İnsanların indi görüşleri, ön yargıları ve zanlarıyla yargılamalarına, niçin tahammül etmek zorunda kalayım.

Sabrım kalmadı artık, bu konuları anlayarak idrak eden, bir çözüm sunabilen ve mayası sevgi olan mücadeleden hiç kaçmayan yürekli yiğitler ararım.

Bizzat yaşadığım ve şahit olduğum, hayali sukuta uğradığım, o kadar çok asılsız, zan, iftira, dedikodu ve kişinin gıyabında konuşarak gıybet yapan insanlara, tanık ve şahit oldum ki, oldukça şaşırdım kaldım!

İnanın böyle ortamlarda, çoğu zaman şeytanı unuttum ve insanların şerrinden Allah’a sığındım.

Benim böyle bir kanaate, varmama vesile olanlar, daha yaşıyorlar, hayattalar, terki dünya edenler varsa Allah taksiratlarını affetsin.

Ben aciz bir kulum, bunu biliyorum ve buna rağmen Allah deyince;

Kainatı yaratan ve donatarak insanların hizmetine sunan, her türlü kötülükleri, haber vererek uyaran,

Müjdeci ve uyarıcı gönderen, gaflette olan geçmiş milletlerin, akıbetlerini hikaye eden, doğru yolu gösteren ve Kur’an gibi yüce bir kitabı vahyeden,

Bizzat yarattığı her şeyi, ibret olsun diye, ayetler gönderen, asıl dünyamızın, cennet olduğunu müjdeleyen, eşrefi mahlukat diye bizleri şereflendiren,

Yanılgılarımız da bizleri uyaran, bizlere rahmet peygamberi lütfeden, aklımızın aczi yetini ortaya seren, enaniyet, tekebbür ve şirki yerle bir eden,

Bizlere her zaman mühlet veren, hayatımızın devamı için rızk bahşeden, ne zaman son bulacağı, belli olmayan bir hayatın, ip uçlarını veren,

Azametini ve gazabını zamanla gösteren ve bu yaşam mühletinin, imtihan olduğunu bildiren, böyle yüce bir Rab olan Allah’a, niçin kayıtsız kalırız ve sürekli kendimizi aldatırız.

Akıllı olduğunu zanneden bunca insanlar, bir türlü demezler ki, bu nasıl bir akıl ki sahibini, geçici olan ve belirli bir sınırda kalan, dünya ve zevklerine mahkum ediyor.

Belki dersiniz, Allah bizim için gaip olduğundan, biraz duyarsız kalabiliyoruz.

Hepimiz biliyoruz ki, neye baktığımız önemli değil.

Neden baktığımız ve ne aradığımız, niçin aradığımız önemli!

Bilmekteyiz ki, akıl ve izan sahipleri, neden baktıklarını ve ne aradıklarını zaten biliyorlar.

Fakat bizler, kime ve niçin iman ettik, inandık dediğimiz, değerleri hakkıyla niçin bilmiyor ve tanıyor muyuz?

Evet ben, kulluk bilincimin idrakindeyim,diyen hanif kullara;

Sözümüz elbette yok, böyle muttaki insanlara, Allah hizmetlerini asan eylesin diye dua ederiz.

Fakat; benim gibi aciz bulunan ve bu nedenle kıvrananlara sorarız! Gaip olmayan;

Allah’ın bir kulu olan sabi çocuk, adet olduğu üzere süt annesine verilmiş, alan olmamış, sahipsiz kalmış,

Fakir fakat, gönlü cömert olan, Halime isminde bir kadına kalmış, oda sahiplenmiş, süt annesi olmuş,

Şeyma isminde, bir süt kardeşi kazanmış yetim, öksüz, yavrucak, nihayet inanmayan amcasının himayesine geçmiş,

Şefkate susamış, putperestlerden eminlik sıfatı kazanmış, bir insanın yaşaya bileceği, bütün çileleri yaşamış,

Ama sebat gösterip sabretmiş, tebessümü yüzünden hiç eksik etmemiş, başı dertte olan birini gördüğü zaman, kayıtsız kalmamış, sahip çıkarak, onun gönlünü kazanmış,

ayatında bir kerecik olsun, zevke, sefaya dalmamış, kimseyi aldatmamış, böyle de yaşanıla bilineceğini, açık ve seçik herkese göstermiş,

Topumun en seçkinlerinden, tacir ve oldukça mal varlığı olan, saygı ile anılan, herkesin gönlünü asaletiyle dolduran,

Ancak bir hanımefendi olan, dul, gönlü açık, şefkat pınarlarından, sevgi fışkıran, sürekli hakkı arayan, yüreği onun için yanan, annelerin annesini seçmiş ve tek vücut olmuş,onunla kenetlenmiş.

Yirmi beş yaşında, Allah’ın kendine lütfettiği, tüm beşeri duyguları, en güzel haliyle, müreffeh bir şekilde yaşamış,

Kervan ticaretinden, çok olumlu emareler almış, bunu da sevgili zevcesiyle, saklamamış, her zaman paylaşmış, ona her şeyi anlatmış, ona gönlünün derinliklerini açmış ve hiç çekinmemiş.

Kendini, kimliğini sorgulamak ve yaşadığı karanlık ortama çare olmak maksadıyla, yüksek tepelere, o muhteşem sessiz derinliğe, Hira dağına çekilip, kendine yön verene yöneliyormuş.

Ve bulunduğu,hayatını idame ettiği ortam, kör düğüm olmuş, sosyal dengeler bozulmuş, zulüm,gasp haddini açmış,safahat ve zillet tavana vurmuş,

Çare aramış ve boş durmamış, çare aramış, sade ve yüreği yanan insanlarla, Hulfulfudul cemiyetini kurmuş,

Gaye olarak, tüm mazlumların, şehir’e misafir olarak gelenlerin, can ve mal emniyetini korumak, gerektiğinde bu zulmü yapan, zalimleri cezalandırmak,

Maksat caydırıcı olmak ve yaşadığı hayata bir anlam katmak,

Zalimlerin gözleri kararmış, fuhuş artık doğallaşmış, kuvvetin veya paran var mı, o zaman canımın istediği her şey meşrudur, kanaati yaygınlaşmış,

Geleceğin sevgili anne adayları, babaları tarafından kandırılarak, ıssız sahalarda avutularak ve çukurlar kazılarak, vahşetin doruğunu çıkarak, kız çocuklarının çığlıkları kulak zarlarını yırtarak ve acı içinde çırpınışlarına gözler kapatılarak,

Feryatlarını duymayarak, acımasızca gözlerine bakılarak, canlı ve bir o kadarda diri olarak, öldürülüyor ve toprağa canlı bir şekilde, gömülüyordu.

O dönemde kız çocukları, bir utanç vesilesi olarak görülüyor ve ailesinde, aşağılanmak kanaatini uyandırıyordu.

Bu kadar sapık, bir o kadar karanlık, hak, hukuk, adalet yok, sanki arşive kalkmış, gelenekler adına, Lat, Menat, Uzza adında, helvalardan putlar yapılırmış ve her türlü hadsizlik, kaynağını ondan alırmış.

Nefsin ne kadar çok hadsiz ve hudutsuz istekleri varmış meğer, onu panayırlarda sergiliyorlarmış, şeytan görünmüyormuş, zira zafere ulaşmış, zaten geneli şeytandan farksızlaşmış.

İnsana has, saygı, sevgi, vicdan, edep ve haya hissiyatı, maalesef sadece kölelere kalmış.

Şarap içmek, put yapmak,en büyük marifet sayılırmış,

İşte zulmün, en revaçta olduğu bir dönemde; o emin sıfatlı insan!

Yüreğini, ortaya koyarak ve hiç bir kimseden çekinmeyerek, ilke ve hedefleri istikametinde, yılmadan, yorulmadan, pislik ve kötülüğe ortak olmadan, putların önünde eğilip, diz çökmeden, gönül havuzunu oluşturuyordu.

En nihayeti sadece bir kuldu, bu insan fakat, kutlu günlerin haberini veren, azmin ve umudun meşalesini yakan, her geçen gün, etrafında halka oluşturan,

Çoğu gariban, ezilmiş, hakları ellerinden alınmış, gasp ehli, zalimler tarafından dışlanmış ve sahipsiz kalmış fertlerden oluşuyordu.

Hilmi, vakarı, azimeti, ruhsatı, dirayeti ve ihsanı, azık olarak kuşanmış, bir uyarıcıya ve müdafaacıya, yıllarca hasret kalmışlar, çölde suya değil de, böyle bir lidere susamışlar.

Yine geleceğin muştusu olan, o emin insan, Hıra dağında ki, inziva mekanını seçmişti.

Kaygılıydı, sessizliğin o kuytu derinliğini niçin burayı seçiyordu, karanlığın o zinde kasvetinde aradığı ne olabilirdi?

Gök yüzünde ki bulutlar, neden başkasını değil de, sadece onu takip ediyordu ve güneşin haşmetli sıcağından koruyorlardı.

Sevgili, biricik sırdaşı, asalet timsali, güzel eşinin, rahip olan dayısından duydukları, tesadüfü olamazdı,sabretmeleri gerekiyordu, her şeyde mutlaka bir hayır vardı.

Fakat bunları anlayacak olanlar, akıl ve izanlarını, nefislerinin emrine sunmamış, sefalet ve zillete bulaşmamış, yaşamları boyunca net, berrak ve harbi kalmış,

Her an asli yetini sorgulamış, mazlumların yanında yerlerini almış ve zalimlere karşı göğüslerini siper etmiş bulunan sayılı insanlardı.

Böyle insanların, toplumun seçilmiş fertlerinden olmaları son derece doğaldır.

O dönemlerde, insanı, insan yapan değerlere haiz olmak ve bunları yozlaştırmadan yaşamak, erdemli olmayı başarmak, toplumun saygınlığını kazanmak adına, oldukça önemli ve yeterli sebeplerdir.

Bir milletin değer yargıları, asimilasyona tabi bırakılmadıkları sürece, insani değer mevhumlarını muhafaza ediyor kanaatini baz alır isek,

Vizyon sahibi, dürüst, halkına seçenekler sunan ve onlar için kendini feda eden, ama her zaman halktan biri olarak kalmayı başaran liderler;

Her zaman millete mal olmuşlar ve halkının sesi, soluğu olarak sinesinde yerlerini almışlardır.

Bu güzide insanlar, tarih sayfalarına, hiçbir zaman silinemeyen, kalıcı bir iz bırakmayı başarabilmişlerdir.

İşte bu emin insan, insan olarak ve daha peygamber olmadan, içinde bulunduğu cemiyete ve sonra ki nesillere, fevkalade güzel örnek olmuştur.

Fakat bizler, henüz kendimizi tanımadık ki, hakkıyla o emin insanı nereden tanıyalım der isek;

Kendimizi deşifre etmemiz bu kadar zor olmasa gerek, zira yaşadığımız sürece, eşimize, çocuklarımıza, işimize ve özellikle nefsimize verdiğimiz önem kadar,

Kendimize zaman ayırarak, fiillerimizi sorgulayıp, muhasebe yapmaz isek, inanın ve emim olunuz ki,sadece kendimizi değil, bizleri referans kabul eden herkesi, aynı anda zillete götürürüz.

Madem ki, özellikle kendimizi ihmal ederek, düşünmek istemiyoruz, tercihimiz bu, o zaman emanetimizde olan eşimizin, çocuklarımızın ne suçları var, diye sormayalım mı, kendimize?

Onlara ben bakıyorum, bir lokma ekmek dahi, yemeye fırsat bulamıyorum, aç, açık kalmasınlar diye, gece gündüz çalışıyorum, diyerek kendimizi avutuyor ve kandırıyorsak, o zaman demezler mi insana,

Bu hezeyanların, iblisin vesvesesinden, başka bir şey olmadığını, bunu kendimizin dahi bildiğini! çünkü;

Allah’ın Rahman ve Rahim olan sıfatını,rızkların taksimini,tek sende olmayan ve her insanda bulunan akıl nimetini verdiğini,

Allah’ın çeşitli vesilelerle, kullarına verdiği rızkların, sadece bizden mi kaynaklandığını zannediyoruz!

Ve ne hikmetse artık böyle inanmaya başlıyoruz, bu kadar tekebbürü içinde barındıran, absürt olan inanış biçimleri bizim için mantıklı geliyor, Allah için düşünelim ve samimiyetle kendimize bir soralım!

Kendimize zaman ayırarak, heves ve keyfiyetin dışında, bütün içtenliğimizle düşünerek, gerçek gücümüzün ölçüsünün ne olduğunu, hiç merak ettik mi, bir gün deneyerek kendimize sorduk mu?

Hareket ve kuvvetin gerçek sahibi kim diye?

Hareket ve kuvvetin asıl sahibi olan, yüce Allah’ı sürekli ihmal ediyoruz ve buna devam ediyoruz.

Ne zaman hakkıyla ona yönelerek, gaflet ve dalaletten ve hatta kendimize ve efradımıza olan hıyanetten kurtulacağız?

Emanetimizde bulunan insanların, yemek, giymek gibi doğal ve fıtri ihtiyaçları olduğu kadar, kendinin, kim olduğunu, kime ait olduğunu, neye, hangi şekilde ve nasıl inanması gerektiğini,

İnançlarının gereğini öğrenerek, tercihini yapmaya, asli hüviyet’ini tanımaya, belki daha çok ihtiyacı vardır, bunları neden düşünmüyoruz diye soramaz mıyım?

Elbette ki, sahiplenme duygusunu veren Yüce Allah’ımıza, sonsuz hamt ederim,

İnsan olmayı ve yaşama biçimini öğreten Peygamberimize, selatü selam ederim,

Benim dünyaya gelmeme vesile olan, sevgili babam ve anneme, şükranlarımı sunarım.

Üzerimizde, bir dirhem dahi emeği olan herkese, teşekkürü her zaman bir borç bilirim ve onlara her zaman dua ederim.

İnsanların teveccüh gösterdikleri, akın ettikleri, böyle bir yola girmem ve bilmediklerimi öğrenmem, asıldı.

En azından müşahhas bir şekilde, tespit yapmam, dolayısıyla, zanda bulunmadan, yaşadıklarımı olduğu gibi yansıtmam, benim için büyük bir kazançtı.

İftira atmak, karalamak, çarpıtmak, kimlerin asli işi olduğu bellidir, hesap gününü düşünerek, bunu idrak edemeyen ve bu manada hayatına yön veremeyenlere sadece dua ederiz.

Allah hidayet versin, feraset sahibi kılsın, gerçekleri görmelerini sağlasın deriz.

Aynı baharat işinde, bazen iç piyasalara, sair zamanlarda şehir dışına sürekli giderek, siparişleri teslim ediyor ve pazar payımızı artırıyorduk.

Şaban bey sağ olsun, bazen müesseseye ait kırmızı fort bir minibüsle, bizleri Yahyalının kavacık mevkiinde bulunan, Hacı Hasan efendi dergahı diye bilinen, mekana götürdü ve ne hikmetse her zaman kalabalık ziyaretçi grupları mevcuttu.

Enteresandır belki fakat, mekanın kuşatan ikliminde, sessizliğin ön plana çıkması ve bunu edep sayması, oldukça farklı geldi bana.

Gizli ve özel sırlara çözüm sunması, yeşil yapraklı meyve ağaçların geleceğe ümit aşılaması ve o anda canlı, tefekkür keyfiyeti sunması, benim ufkumda çağrışımlar yaptı.

Henüz içeriye girmeden bir huzur kuşatmıştı benliğimi, adeta beni bir başka, diyarlara ve daha önce tanımadığım, mekanlara götürmüştü.

Duygularım galeyana gelmiş, feyiz ikliminde, gönlümün derinliğinde, şevk, heyecan, merak hepsi birden ve hiç beklemeden, hissiyat beni aniden ihata etmişti.

Sıra ile odaya pür dikkat alınıyorduk, oradan çıkanların yüzleri kızarmış, gözleri mahzunlaşmış, ayrılmanın hüznü, her tarafını sarmış bir ruh hali ile, başları öne eğik vaziyette, adeta şarj olmuş bir yürek serinliğinde bulunuyorlardı!

Yüzlerinden eksilmeyen tebessümle, bulunanlarla tokalaşarak, mutlaka en kısa zamanda, yeniden geleceğim, temennisinde bulunuyorlar ve Allah’a emanet olun dualarıyla müsaade alarak gidiyorlardı.

İçeriye girdik, etrafa baktık, insanlar halka olmuş bir vaziyette zatı muhteremin önünde ve dizlerinin üstünde oturuyorlardı.

Zatı muhteremin üzerinde, adeta kefeni andıran, beyaz ve uzun bir elbise, onun üzerine uygun bir yelek giyilmiş, başında özenle işlenmiş bir takke bulunuyordu.

Oldukça beyaz olan bir yüz siması ve yanaklarında beliren tebessüm, kuşatıcı oluyordu.

Canlılığı nişanesi olan sevinç, kendini hiç gizlemiyor, aşikar olarak gösteriyordu.

Güzele güzellik katan ve bir bütünü tamamlayan, ağarmış seyrek sakalı vardı.

Bu durum hayat ve memat denkliğinde bizleri tefekküre zorluyordu.

Yaşadığı dünyada, mahşerin haşyetini taşıyan, yüz hatları mevcuttu.

Allah’ın bir lütuf olarak verdiği tebessüm de cimrilik yapmıyordu.

Dalga, dalga her tarafa yayılıyor ve mecliste bulunanları rahatlatıyordu.

Sohbet vurguları bizleri adeta, yaşanılan mekandan çıkartıyordu.

Ukbanın derinliğine doğru yol aldırıyordu.

Peygambere tabi olmayı en büyük fazilet görüyordu.

Sahip olunan değeri, fevkalade bularak bizlere bu mirası tanıtıyordu.

Peygamber efendimizi o kadar çok özümsemiş ki.

Sanki o anı, onunla birlikte yaşayarak terennüm ediyordu.

Ve bizleri hissiyatın zirvesine çıkartıyordu.

Allah’ın cennetine girmek gaye değil, diyordu.

Cemalini görmenin asıl olduğunu vurguluyordu.

Hak rızasının önemini, insana hizmetin maksadını izah ediyordu.

Piri fani ölçeğine uygun bir hali, bulunuyordu.

Bedeninde fazla kiloları barındırmıyordu.

Sohbet ederken devamlı ağzı kuruyordu.

Gözlerinden biraz rahatsızlığı vardı.

Gözlük takıyordu, şeker hastalığını, bir lütuf sayıyordu.

Derdi kim verdi ki, kime şikayet edelim diyordu.

Güzel ve kıraatine uygun okunan Kur’an ayetlerini dinleyince, çok etkileniyordu ve gözlerinden yaş boşalıyordu.

Bu mübarek insan, okunan ayetin hemen bitiminde.

Ayetin nüzul sebebini ve anlamını açıklıyordu.

Ve böylece dinleyenleri aydınlatıyordu.

Var mı bana suali bulunan diyerek.

Misafirlere bir söz hakkı tanıyordu.

İnsanın kafasına takılan, müphem bir şey kalmasın isyordu.

Şayet kalırsa, kuşku, zan ve ön yargı mantığa galebe çalar buyuruyordu.

İşte böyle bir Allah’ın kuluyla, tanışmam,

Benim için en büyük bahtiyarlık olmuştu.

Beni etkisi altına almış ve kuşatmıştı.

Zatını görmeden dahi, sinemdeki daralmalara kapı aralamıştı.

Züht ve takva konusunda duyarlı olan bu insan.

Ve insanlar tarafından teveccüh gösterilen bu insan.

Bu insanda, nasıl bir farklılık vardı ki, beni bu kadar etkiledi,diye kendime sormadan edemiyordum.

O insanı görmeden, mezarlığı en mahrem haliyle yaşadım bir an.

Çeşitli meyvelerin, bulunduğu bahçe dünyanın idi.

Ama ben burada bilmediğim cenneti anmıştım.

Peygamber ve onun sevgili Rabbine yakın olmam.

Rehber olan Kuran’ı ve inmesine vesile olan insanları,

Huzur ve emin olmanın, sevincini bizzat yaşadım ve gördüm.

Yaşadığım güzelliklerde bunlar gizlidir, işte hikmetleri de budur.

Haktan geldik ve yine ona döneceğiz diyerek buharlaşmayan,

Amellerimizin kurtuluş reçetemiz olacağını idrak ederek, infak yapmalıyız.

Dünya ve nimetlerinin kimin olduğunu bilerek, tekebbürden uzak durmalıyız.

Kur’an ve inmesine vesile olan peygamberini, nefsimizden ziyade sevmeliyiz.

Onun ümmeti için bıraktıklarını vuslat pusulası olarak görmeliyiz.

Tüm bunlara rağmen Allah ve resulüne yabancı kalıyor isek.

Nefsimizin hazin ve trajikomik durumunun,

Kimseyi de şefaatçi yapmayacağını mutlaka bilmeliyiz.

Allah hayırlısını versin, her neyse içim rahattı.

Artık bu sevincimi paylaşmalıydım, içim içime sığmıyordu.

Yaşadıklarımı makul ölçülerde sevdiklerime anlatmalıydım.

Sevgili annem ve babamla paylaşamazdım.

Zira onların bu konuları anlayacak durumları bulunmuyordu.

Kolay değildi sülalemizde bir ben, bu manada beş vakit namazı eda ediyor ve kıyafetimi dahi farklı giyerek takva uygunluğu arıyordum.

Genç yaşımda sakal bırakmıştım.

İslami söylemleri, sinemde bir muştu gibi saklıyordum.

Geleceğin meşalesini umutla yakarak, bu meşaleyi onurla taşımaya gayret gösteriyordum.

nneannem, dayılarım ve teyzem, sol yelpazesinde bulunan insanlardı.

Cami, hoca veya hafız deyimleri onlar için çok bir şey ifade etmeyen, içi boş kelimelerdi. Benim durumuma oldukça hayret eder ve şaşarlardı.

Benim hangi süreçlerden, geçtiğim ve bu yolu neden seçtiğim, onların ilgi alanlarına girmiyordu.

Anneannemiz annemin öz annesi değildi.

Annem dünyaya geldikten 5 gün sonra annesi vefat etmiş ve ne yazık ki, daha yaşına dahi girmeden yetim kalmış.

Büyükbaba dediğimiz annemin babası bir müddet beklemiş, baktı ki olmuyor, yine evlenmiş.

Fakat hanımı 3 yıl sonra yine ölmüş.

Bir zaman sonra, şimdiki anneanne dediğimiz hanımını almış.

Analık olduğu için midir, nedir bilemiyorum!

u kadın anneme zülüm adına ne biliyorsa hiç esirgememiş.

Bir çocuğa karşı, bu kadar acımasız olmak ve yetim çocuğu sevgiden mahrum bırakmak, niçin gerekliydi, bilmek isterdim doğrusu.

Bunlardan birisi ve diğerlerinden büyük olan;

Mustafa dayım bir gün, bugünkü gibi iyi hatırlıyorum ve henüz 4-5 yaşında bulunuyordum, öğleden sonra idi.

Annem dış kapının önünde dizi bükülü otururken, dayım annemin yanı başında ayakta durarak, sert ve kızgın bir şekilde anneme kızıyordu.

en çok üzülüyordum fakat bir şeyde yapamıyordum.

Dayım anneme istemiş olduğu kolonyayı almadı diye, annemin dizine öyle vuruyordu ki, bir bilseniz, için kan ağladı.

O an dayıma olan kızgınlığım ve şahit olduğum olay, hala aklıma geldikçe hayıflanıyorum, ve ne kadar çok üzüldüğümü anlıyorum.

Anneme vurduğu ve kızdığı için, sinemde mahkum ettiğim dayım, kibirli, kimseyle konuşmayan havacı astsubay olan bir kişiydi.

ysa ki; o yaşadığım olaya kadar,dayım bizlere hiç şefkat göstermese dahi, asker olduğu için ona gıpta ediyordum ve böyle bir dayım var diye seviniyordum.

Zeki dayım ise; kara takım kabilinden sayılan, Mustafa dayımın tam zıttı bir kişiliğe sahip, mütereddit hali eksik olmazdı.

Hanımı öğretmendi ve ondan son derece çekinirdi, fakat alçak gönüllü olması ve bizlerden sevgisini esirgememesi çok özeldi, oda asker ve karacı bir astsubaydı.

Benden bir yaş küçük teyzem, oldukça insancıl, her iki dayımdan farklı, biraz tok sözlü, Ankara adli tıpta görevli bir doktor olarak çalışıyordu.

Büyük ablam Ankara da, Çincin bağlarında, iskeletçi ustası olan beyi ile, kahırlı günler geçiriyordu.

Zira beyi beşer olmaktan kurtulamamış, işe gitmeyi istemediği için adeta sürünerek gidiyor ve acıdır ki, evinin ekonomik durumunu pek önemsemiyordu.

Akranlarının çok gerisinde kaldığının farkına dahi varamıyordu.

Ablamın göz nuru dökerek, el işleriyle kazandığı küçük paralarla idare etmeyi içine sindiren, ay içinde 2-3 hafta çalışan ve sonra kaytaran zavallı, fakat iyi niyetli bir insan diye tanıyabiliriz.

Küçük ablam Almanya da beyi ile çalışan, oldukça çile çekmiş, gençliğini bir gün olsun yaşayamamış, kahırla gününü geçiren, sevgiye susamış bir insandı.

Her iki ablamda, maalesef annemin mantıksız, plansız, acımasız ve manasız kararlarından dolayı, çok küçük yaşlarda talihsizce, seçeneksiz ve istemedikleri halde birer evlilik tecrübeleri olmuştu.

Şimdiki eşleri, bu durumları bilerek ve de isteyerek, ikinci evliliklerini yapmışlardı, yıllar geçti 30-35 yıl oldu, hala mutlu ve umutlu bir şekilde geçinip gidiyorlar.

Ben evimizin en küçüğü olduğum için, küçük ablamla üç yaş, büyük ablamla beş yaş farkımız vardı.
Çok küçük yaşlarda iken yaşadıkları bu talihsiz evlilikler, benim ruhumda çok derin yaralar bıraktı.
Şahit olmak zorunda bırakıldığım bu trajikomik olaylar, kanıma dokunuyordu, fakat seyretmek zorumda kalıyordum.

Karar veren annemdi, mağdur olanda ablamdı, sırf bu açmazlar, içimi dağlıyordu ve hiçbir şey yapamamanın acısını ne yazık ki,yıllarca içimde yaşadım.

İçimden annemi suçluyorum o an, yanımız da bulunmayan ve Ankara da yaşayan dayılarımdan dahi medet umuyordum.

Bu üzücü olaya birileri engel olsunlar diyerek etrafıma bakınıyordum fakat, nafileydi.

Bir taraftan annemi de düşünüyorum,fakat bir türlü suçlayamıyorum.

Çünkü henüz beş günlükken annesi ölmüş, iki analık elinde büyümüş, fakat neler çekmiş bir bilseniz, yazmaya kalksam, muazzam bir kitap olurdu.

Aklını kullanmamış, tecrübelerini mukayese etmemiş, dost ve ahbaplarını, neye göre seçeceğini bilememiş, biraz gözü pek, fakat zavallı olan, beşer olmaktan kendini kurtaramayan bir insan.

Sevgili babam, “dünya varmış, yar yokmuş bana ne” kabilinde olan, oldukça saf bulunan bir kişiliğe sahipti.

Caddeden karşıya geçmek için, bir kaldırımdan diğerine geçerken, en az beş defa araç geliyor mu diye bakıyordu.

Araç yoksa dahi karşıya, koşarak geçmeyi marifet sayarak, canının kıymetini biliyordu, fakat maalesef hanımına ve çocuklarına duyarsız kalıyordu.

Evin her türlü ihtiyacını ve yükünü, hanımına bırakan, kızdığı zaman gözü kararan, kendi halinde zararsızdı.

Bir ideali yoktu, hedefi bulunmuyordu, dedikodudan ve lüzumsuz sözlerden uzak kalırdı, beşer olmaktan kendini kurtaramamış iyi bir insandı.

Allah’tan akrabalar vesile olmuşlarda, Sümer bez fabrikasına girerek, iş bulmuşlar ve idarecilerin kurduğu kooperatiften nihayet bir ev sahibi olmuşuz.

Çok küçük yaşlarımda hatırlarım, babamın maaş alacağı zaman, Sümer’in kapısında beklerdik, bulamayınca babamı sabahçı kahvelerine gider arardık.

Yoksa mesai arkadaşları, kandırarak kötü olan yollara götürürler ve babam maaşı tüketmiş olarak, eli, avuçu bomboş halde eve gelirdi.

Daha hala sevgili babamın, beni bir gün kucağına alarak sevdiğini ve benimle ilgilendiğini, ve hatta kucağına alarak oğlum dediğini, maalesef hiç hatırlamıyorum.

Ben içimde hissettiğim, sevgi ve şefkat yokluğunu, babamı ve annemi daha çok severek, bilakis onlara bunu gösteriyordum, hatta birer çocuk gibi ilgilenerek, günlerimi geçiriyordum.

İşte o nedenle, Yahyalı kavacıkta yaşadığım güzellikleri ve sevincimi, bu insanlarla paylaşamazdım, zaten namaz dahi kılmıyorlardı.

Namaz dedim de; yakınlarıma yararlı olmak adına yaptıklarımı hatırladım.

Sevgili babama, anneme, ablalarıma namaz konusundaki, hassasiyeti ve önemini anlatarak, onların psikolojilerini bilmem sebebi ile çok zorlanmadım.

Bir Müslüman olarak, namaz kılmamak gibi bir lüksleri olmadığını ve başka bir kurtuluş yolu bulunmadığını izah ediyordum.

Zaten cehennemden bir ölçüde farksız olan, maneviyattan yoksun yaşantıları, daha fazla uzun süremezdi ve sürmemeliydi.

Bu konunun bir başka seçeneği yoktu, bu aşamadan sonra olmamalıydı, onlara bildiklerimi, dilimin döndüğünce anlattım ve olmazsa olmaz şartımı arz ettim!

Namazlarına başlamadıkları taktirde, onları terk edeceğimi, daha mı olmadı reddedeceğimi söylemek durumunda kaldım ve onlara bir mühlet verdim.

Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, hepside namazlarına başladılar, Kur’an okumayı öğrendiler ve ben evlatları, kardeşleri olarak fevkalade huzur buldum, rahatladım ve o bu nedenle, en yakınlarıma karşı görevimi yaptığıma inanıyordum.

Yahyalı kavacık ziyaretimi ve orda yaşadıklarımı, arkadaşım Mehmet’e anlatarak, onunla hemhal oldum ve sevindim paylaştım. Mehmet te bende yaşamış gibi oldum, Allah senden razı olsun, diyerek sevincini izhar etti.

İşten servisle eve geliyordum, servis yeni mahalle meydanda durarak, burada inecekleri bekliyorduk.

Yorgundum, Mükremin hocayı, dolmuşun kapısını açarken fark ettim, bana yönelerek servisin yanına geldi.

Ve sevgilim ne diye inmiyorsun aşağıya, inan ki bak seni çok özledim ve asla bırakmam diyerek, kolumdan tuttu ve servis aracından aşağıya çekerek indirdi.

Sarılıp kucaklaştık, yine meşhur derviş bakkaldan bir karpuz alarak, hemen orada bulunan bir kasa üzerinde, keserek ikramda bulundu, çok ikram olmuştu sağ olsun, Allah geçmişlerine rahmet eylesin.

O an aklıma geldi ve Yahyalıda yaşadığım, unutulmaz hatıramı bir solukta sevgili Mükremin hocama da anlattım.

Dizlerime ellerini koyarak, o kadar şaşırmıştı ki, sanki rahmetlik babasını yeniden görmüş gibi sevinerek, anlatmaya devam etmemi arzuluyordu.

Meğer Hafız Mükremin hocam da, Hacı Hasan efendi diye bilinen ve benimde sohbetinden çok etkilendiğim zatı muhtereme intisaplıymış.

Bunu bilmiyordum ve o an öğrendim,fevkalade sevinmiştim.

Müsaade isteyerek, vedalaşıp ayrıldım, fakat yorgunluğumdan eser kalmamıştı, yeniden şarj olmuştum ve sükunete ulaşmıştım.

Bu kadar kısa bir zaman diliminde, bu kadar farklılaşmayı, nasıl ve ne şekilde izah edecektik.

Bizlere bu imkanları bahşeden, hiç ummadığımız anda vesile kılan Allah’a, nasıl şükretmeyelim ve niçin bundan mahrum kalalım.

Ankara’daki ablamın beyi, sürekli mektup yazıyor ve Kayseri’ye yerleşmek istiyordu, benden yardım ve destek bekliyordu.

Bende en yakınlarımın her zaman, etrafımda olmalarını isterdim, çünkü küçüklüğümde ve gücümün yetersiz olduğu zamanlarda, yardımcı olamadığım ablalarıma bir vefa borcumun olduğuna inanıyordum.

Dolayısıyla yanımda olurlarsa, gözüm arkamda kalmaz ve elimden ne geliyorsa, katiyen esirgemez yardımlarına koşardım.

Zira bacılarım her zaman, benim için son derece önemliydiler. Ama ne zaman ve nereye kadar, bu tespitlerinde çok iyi yapılması gerekmektedir.

İş verenimiz Şaban beyler, organize sanayi bölgesinden bir arsa almışlar ve oraya fabrika kurmayı planlıyorlardı. Sık sayılacak kadar, toplantılar yapıyorlar ve durmadan araştırıyorlardı.

Bizde mutat olan işimizi yapıyor, günlerimizi geçiriyorduk, iş yerine sadece Milli gazete geliyordu ve bende fırsat buldukça bu gazeteyi okuyordum.

Fakat çok istikrarsız ve belli olmayan vakitlerde geldiği için, okuma şevkimizi azaltıyordu.

Gazetenin temsilci olduğunu bildiğim, Zeki Yılmaz isminde ki kişiye, neden böyle aksamalar oluyor ve şikayetçi olduğumuz halde, hala aksamalar devam ediyor diye sorunca, gözlerime baktı ve bir ah diye soluk aldı.

Siz bu gazetenin nasıl ve hangi koşullarda, alınarak dağıtıldığını bir bilseniz, bizlere sadece dua edersiniz deyince, zaten merak etme onu yapıyoruz, dedim.

Fakat sorun nedir, diğer gazete aboneleri niçin böyle sorunlar yaşamıyor, diyerek Zeki Yılmaza sordum?

Bayilerde neden erken saatlerde bulunuyor, yoksa siz başka yerden mi alıyorsunuz gazeteyi, diye yeniden sordum.

Tabi ki biz, bir kısmını Hürriyet gazetesinin sahibi olduğu ve Kayseri de bulunan Burçak dağıtım bayisinden alıyoruz, dedi.

Abonelerden ücretleri toplayamayınca gazete bayisine ödeme yapamıyoruz, dolayısıyla Milli gazeteyi almak ve abonelere dağıtmak için bayiden o günün gazetesini alamıyoruz dedi. Bana oldukça garip gelen bu mazereti söyleyince.

Yinede içim yandı, fakat başkaca sorunların olacağını tahmin ediyordum.

Zira düşüne biliyor musunuz, bir esnaf şehri olan Kayseri de abone paraları toplanamayacak!

Ve bu nedenle son derece aktif olan bir gazete, dağıtılamayacak, öylemi diyerek yeniden sorunca?

Zeki Yılmaz efendi de, müsait olduğumda bir ara geleyim, sorunları teferruatlıca konuşuruz, diyerek ayrıldı.

Yalnız bu durumu içime sindiremedim, sinirlendim, nasıl böyle bir gazete, yüz elli aboneye dağıtılır ve desteklenmez ve sahipsiz kalır?

Bunların bir izahı olmalıydı, dolayısıyla Zeki Yılmaz efendi, gazete dağıtmaya geldikçe, samimiyeti artırdım ve problemin kaynağını tespit ettim.

Temsilci olan Zeki efendi, aynı zamanda kanepe, halı vs. pazarlayarak, ticaretle de uğraşıyormuş, her ne olduysa zarar etmiş.

Zeki Yılmaz paraya sıkışınca, daha önce müşterilerinden sattığı mala karşılık, onlardan teminat adına aldığı, ne kadar açık senet varsa, hepsini icraya koymuş.

Borçlarını ödemiş bulunan ve bir kısmını ödemeye devam eden, müşterilerin hiç birini ayırmamış, bunu hareketi anlayabilmek tabii ki mümkün değil.

Evlerine icra memuru giden bu insanlar,şaşırmışlar ve sinir küpü olmuşlar, bir insana güvenmişler, borçlarını ödedikleri halde senetleri dahi almamışlar, nereden bilsin bu insanlar, başlarına gelecek bu talihsiz olayı.

sıl olan, sadece güven noktasında ki zannımız değildir.

Tedbiri asla güvenden ayrı düşünmeyerek, alınması gereken önlem ve olması gereken her şeydir.

Zira insandır bu, nefsine, iblise kapı araladı mı, çıkış yollarının kolay olduğunu, hiç durmazlar,telkin ederek hemen öğretirler.

Dolayısıyla aklını, mantığını, tecrübesini ve özellikle bilgisini bir kenara bırakarak, muğlakta kalmayı başarırlar ve ne yazık ki duygularının emrine girerler.

Netice ne itibariyle, güvenen ve maneviyatına önem veren, bir okur kitlesinin, dini nitelikte sayılabilecek, yayın organı durumundadır.

Bu milli gazeteyi, ahdine vefa göstermeyen, güvenilmeyen, topladığı abone paralarını şahsi borçlarına vererek, gazeteyi ipotek altına aldırmayı başarmış.

Devamlı kendine acındırarak, adam olma vasfını hoyratça harcayan, bir kimlik sahibi ve herkesten medet uman aciz bir vatandaş portresi.

İşte ben temsilcilik yapan Zeki Yılmazı tanıyarak, bu tespitleri yapmak durumunda kaldım ve bu kanaate vardım.

Böyle bir kişilik sahibi bulunan birey, bu gazetenin asla temsilcisi olamaz ve olmamalıdır dedim. Daha sonra ilgililerin maksatlarını ve düşüncelerini öğrendim.

Görüşebildiğim insanların geneli biliyoruz fakat, çaresiz kalıyoruz diyorlardı. Tabi ki bu gerekçeler de manasızdı, sabırla sineme çekildim ve çalışmaya devam ederek, sırlarıma havale ettim.

Organize sanayide kurulacak fabrikanın, temelleri atıldı, bir zaman sonra, beton atma işleri bitmişti ve duvarları örme vakti gelmişti.

Çalışan, elinden iş gelen elemanlar, servis kamyonunun arkasına briketi doldurarak, fabrikaya boşaltıyor ve böylece birkaç servis yapıyorduk, yani kısaca inşaat işleriyle daha çok uğraşıyorduk.

Ellerimiz derileri açıldı, yara oldu, yoruluyorduk, öğle yemeği olarak ta, hiç yağda pişmemiş, eti dahi bulunmayan,yani mideyi tutmayan sebze türlerini yiyorduk.

Mırıldananlar, hak arayanlar çoğalmıştı, bizler amele miyiz ki, bu işlerde çalıştırılıyoruz, o halde yevmiyemizi neden o hesaptan yapmıyorlar, diye haklı gerekçelerle soru soranlar ve bizleri cevap bulmakta yoranlar çoğalmıştı.

Çünkü bu müessesenin sahibi bulunan yönetici insan, vatandaşlar gibi İslâm’ı, sadece bir din olarak görmüyorlardı.

İslâm’ı bir hayat nizamı olarak değerlendirerek, bu düşünceden uzak bulunan insanların, kimlik sorunu olduğunu söylüyorlardı, bu nedenle farklı bir konumda bulunuyorlardı.

Fakat maalesef, iyi çalıştırmanın haricinde, çalışanların lehlerine tezahür edecek, müspet bir adım katiyen yoktu ve bulamıyorduk.

Bu bakımdan, diğer iş yerlerinden hiçbir farkı bulunmuyordu, ben artık arkadaşlara cevap bulmakta tıkanmıştım, bu sebeple sürekli şehir dışına çıkmak istiyordum.

Bunları kime anlatacaktım, nasıl izahat yapacaktım, İslam’ı kimlik olarak almış, belki dinimi daha iyi yaşarım düşüncesiyle, tarikata balıklama atlamış gibiydi.

İş yerinde çalışanların dertlerinden habersiz, zira oldukça ilgisiz bulunuyordu, çalışan elemanları eniştesi Ali Şahan beye, havale ederek yükü üzerinden atmış, ve küçük kardeşi Recep beyi, her şeyden sorumlu idareci yapmış görünüyordu.

Oldukça çalışkan, sabah erkenden kalkan, sürekli araştıran, insanları kırmaktan sakınan, sabrı kuşanan, iyi huylu, oldukça uyanık, ibadetine düşkün, kıyafetini yakıştıran, hafızasına güvenen ve bol hırsı olan, bir insandı Şaban ağabey.

Ablam, eniştem artık benden haber bekliyorlardı, onlara buradan bir ev tutarak, Ankara dan, Kayseri ye gelmelerini sağlayacaktık, enişte beye iş buldum, bekleniyordu fakat, çok zorlanıyordum kiralık ev yoktu.

Sabah namazından sonra Mükremin hocama, sevgili hocam, ablamgili Ankara dan getireceğiz, lakin acilen bir kiralık ev bulmamız gerekiyor, bize bu konuda yardımcı olursanız, büyük sıkıntıdan kurtarırsınız dedim.

Sağ olsun hocam da, ne demek, elimizden geleni esirgemeyiz, hemen eşe dosta haber vererek arayalım, ama çok acilse, bizim bir bodrum var birlikte bakalım deyince içimde çok rahatladı.

Çünkü her kiralık evi tutabilecek durumları yoktu.

Bodruma baktık fena değildi, hiç yoktan iyiydi ve idare eder gibi görünüyordu, yanız hocamın bizden bir ricası vardı.

Bu rica şu imiş: televizyon seyretmek tamamen yasak ve radyoyu da yüksek sesle dinlemek, mümkün değil diyordu.

Enişte beyle bu sorunları konuştum, bu koşullara rağmen şartları kabul etti ve kira bedeli karşılığında hocamın evini tuttuk.

Henüz iki gün dahi geçmeden, eşyalarını yükledikleri bir kamyonla, sabah erkenden çıkıp geldiler.

Sabah saat 05 ten sonra aceleyle hemen, iş kıyafetimi giyerek hızlı bir şekilde, Hafız Mükremin hocamın, oturduğu apartmanın önüne geldim.

Kiraya tuttuğumuz evin, anahtarını hocamlar dan alarak, eşyaların taşınmasına müsait hale getirecektim.

Apartmanın bahçe kapısı olan, metal dış kapıyı açarak ilerliyordum ki, karşıma aniden bir bayan çıktı. Çok kısa süren ve bir anlık diyeceğimiz karşılaşmada, bayanın dikkatimi çeken tarafları şöyleydi:

İnsana suhulet rahatlığını veren bir yüz ifadesiyle, üzerine yeşil ağarlıklı, beyaz ve füme renklerin desen halinde serpiştirildiği emprime kumaştan bir elbiseyi giymiş bulunuyordu.

Hiç görünmeyen saçlarını, renkli bir yazma ile kapamış, elbisenin etek uzunluğundan artan bölümü, pazen bir pijamayla tamamlamış görünüyordu.

Ayağına terlik giymiş, fakat çorap bulunmuyordu, böyle bir vaziyette, karşıma aniden çıkan aynı bayan.

Zayıf olmayan, yüzü kızaran, konuşmakta zorlanan bu güzel kızcağız, elindeki anahtarı uzatarak, hacı abi,evin anahtarını getirdim buyurun dedi.

Belki gariptir fakat o an, oldukça hoş bir his ılık, ılık içime aktı.

Peki bacımız teşekkür ederim diyerek, anahtarı elinden aldım ve geriye dönerek beni bekleyen çalışmalara koyuldum.

Eşyaları indirerek yerleştirmeye gayret ediyorduk,ablamlar aniden ve erkenden geldikleri için, kimseye de söyleyememiştik, dostlar nasıl yardıma gelinsinler.

Saat 10.00 civarıydı,annem soluk soluğa gelerek,beni bir kenara çekti, oğlum kızmazsan, sana bir şey söyleyeceğim dedi.

Tamam anne söyle kızmam dedim,

Söz ver demesin mi,ya anacığım her neyse haydi söyle,işimiz çok, bunu sende biliyorsun ve hala beni oyalıyorsun bak deyince bir solukta.

Bak oğlum, hocanın evindeki hanım kızla tanıştım ve hocanın kızı olduğunu öğrendiğim.

Çok beğendim bu kızı, kibar mı kibar, hanım hanımcık,cana çok yakın öyle tanıdım, sende bir şekilde gör, benim şimdiye kadar, hiçbir kıza böyle içim ısınmamıştı, ne olur beni kırma diyerek yalvarınca.
Anacığım belki yanılıyorsun, hocanın kızı falan değildir, belki gelinidir, kendini boş yere heveslenerek yorma.

Eğer hocanın kızı olsaydı, mutlaka benim duymam lazımdı,haydi ben duymadım diyelim, fakat en azından Mehmet duyardı,dedim.

Annem, benin kararlı ve kendimden emin tavrımı görünce, tereddüde düşerek,üzüntülü bir vaziyette yanımdan ayrıldı, ben yeniden işlere daldım.

Belki kırk beş dakika sonra,annem yeniden,yukarı kattan hızlı indiği için, nefes nefese büyük bir sevinçle,yine yanıma geldi ve oğlum inan ki bak, hocanın kızıymış, gelini değilmiş,tekrar tekrar sordum aynısını söyledi bana dedi.

Baktım ısrarlı ve çok kararlı,nereden biliyorsun,nasıl tanıyorsun,bu tespitleri ne zaman yaptın deyince.

Evladım siz eşyaları indirirken, beni evlerine davet ettiler,bende olur diyerek yukarıya çıktım, hocayı göremedim, neredeyse yok, ailesiyle tanıştım.

Mutfakta sizlere kahvaltı hazırlamak için,kızartma yapan hanım kızla, usulca konuştum,bizzat ona sorarak,hocanın kızı olduğunu öğrendim.

Hocanın evinde bekar üç kızı varmış, bir de tanıdığım kızın, küçüğü olan oğlu varmış, toplam sekiz kardeşlermiş, ağabeyleri ve üç ablası evliymiş,diye söyleyince.

Şaşkınlık annemden bana geçti,tamam anacığım iyice,eksiksiz neyin ne olduğunu iyice öğrenelim ve daha sonra karar verelim dedim.

Ama emin ol anne,bana söylediklerin doğru çıkarsa ve geçineceğine inanıyorsan benim hocamın kızını görmeme gerek bile yok dedim.

Böyle bir insanın kızını, gözlerim kapalı olarak ve büyük bir huzurla kabul ederim, sen merakta kalma olur mu diyerek ayrıca tembihledim.
Allah razı olsun kısa bir zamanda çok güzel hazırlık yapmışlar, fevkalade bir sofra hazırlamışlar.

Üzerine kıyma serpilmiş, biberlerle süslenmiş, domateslerle diriliği sağlanmış, patateslerle donatılmış enfes bir kızartma, yanında yumurtalar haşlanmış, peynir ve çeşitli nevalelerde cabası.

u sofranın hazırlanış biçimi dahi, mutmain olmama,huzur bulmama yeterli bir sebepti, zira bayanların, hanımefendi olma istidatları, her bir eylemlerinde ve özellikle hizmetlerinde en bariz şekilde kendini gösterirdi.

Zarafet,estetik,dizayn ve mükemmeliyeti sağlayan faktörler, eğitim alınmadan ve düşünülmeden bir araya gelmeleri mümkün değildi.

Bizler ise düşünen insanlara hasret kalmıştık.

Çünkü toplumda mantıklı ve anlamlı yaşamanın eksikliği, o kadar fazla gözleniyordu ki, manasızlık ve malay anilik, alelâdelik ve tembellik, sanki at başı, yarışına çıkmışlardı.

Ben henüz askerliğimi yapmadan, kesinlikle evlenmeyi düşünmüyordum,şartlarım elvermiyordu ve kanaatim bu yöndeydi.

Fakat öyle enteresan ki, şimdi farkında bile olmadan, evliliği düşünmeye ve hayalini kurmaya başlamıştım.

Evet annemin söyledikleri aynen doğruymuş,hocamın kızıymış o nedenle, fazla söze gerek yoktu, kararımı vermiştim ve anneme dedim ki;

Anacığım hiç çekinme artık önün açık,benim kızı görmediğime tasalanma sen, gönlüm huzurlu,içimde hiçbir kaygım yok emin ol dedim.

Hocam gibi bir insanın kızına talip olmam ve bu yönde kısmetimin çıkması, oldukça manidardır.

Özürlü dahi olsa kabulümdür, yeter ki yaptığı her bir şeyi Allah rızası için yapsın ve her yaptığının bilincinde, farkında ve şuurunda olsun, bundan daha fazla ne isteyebilirim diyerek devam ettim.

en hangi vakit, uygun görürsen, hocamın kızına talibim, damatlığına aday olduğumu, tez zamanda söyleyin,diyerek müsterih olduğumu ifade ettim.

Benim ve annem açısından bir mesele kalmamıştı ve artık karar verilmişti,hocalara dünürcü gidilecekti.

Baharat sevkıyatı için, Adana istikametine gidecektim.

Hazırlıklarımızı yaptık, sabah erkenden yola çıkacaktık, anneme gelişmeler nasıl, hocamla konuştunuz mu, kızın tavrı hangi yöndeymiş,konuşa bildiniz mi dedim.

Annem evet oğlum, hocayla konuştuk dedi, ama annem üzgündü, peki sonuç ne oldu, anlat dinleyelim dedim.

Kız konuşurken dinliyor, tebessüm ediyor, çekip gitmiyor, onun için gönlü var sanıyorum, fakat o evde her şey hocadan bitermiş, hoca ne derse, aynen uygulanırmış dedi.

Tamam zaten öyle olması gerekmiyor mu,peki babası ne diyor deyince,hoca diyor ki, kızımı verecek olsam Mustafa dan daha iyisine verecek değilim.

Daha yeni oğlumun düğününü yaptık, çok borçlandım,yeni bir borçlanmaya giremem, o nedenle henüz kızımızı vermeyi düşünmüyoruz.

İki, üç sene sonrası içinde bir şey söylemem doğru olmaz, dolayısıyla size kati söz veremem diyerek mevzuyu kapatıyor,dedi.

Tamam anacığım mesele anlaşıldı,hocam haklı,bir müddet sonra bir daha yoklama yaparsınız ve düşünme fırsatı bırakmadan, asıl dünürcü olursunuz.

İnanıyorum ki o zaman, bu hayırlı mesele çözüme kavuşmuş olur dedim.

Ve hemen arkasından ekledim, anne tasalanma artık bu işi olmuş bil, böyle hayırlı sonuçlanacağına yürekten inanıyorum, dedim. İçim oldukça ferahlamıştı, bu vaziyette şehir dışına, Adana ya gidebilirdim.

Nitekim öylede yaptım, işin yoğunluğuna kendimi bıraktım, zamana dahi bakmadım, çünkü yorulmuyordum, iş bitiyor fakat ben, çalışmak istiyordum, tüm hücrelerim, en canlı vaziyette, teyakkuza geçmişlerdi.

Bütün kaslarıma, bitmez bir kuvvet gelmiş, gönlüm ferahlamış, içimde kıpırdanmalar başlamış ve yıllarca baskı altına aldığım, çırpınan hislerime kapı aralanmıştı, onun sevinciyle olsa bile.

Sinem, meltem rüzgarının okşayan, esintisinin serinliğinde, yirmi üç yıl boyunca, gönlümün en ücra köşesinde ve bitmeyen bir umutla beklediğim.

Erkek, eş, efendi ve baba olmanın, anlamını kazandıran ve onsuz olan hayatı manasız kılan, faktörlerin temsilcisini bulmuştu.

Bir anda, canlı, diri, dinamik potansiyel enerjiyi, mantık, plan ve stratejik ilkeler doğrultusunda,

Sevk ve idare etmek, yönetmek, dolayısıyla geçiş planı dahilinde, üretim yapmak, üretilen ürünün maliyet hesabını ve meydana geliş sürecini, aşamaları, zorlukları, irdeleyerek değerinin anlaşılması sağlanacak,

Ve o anlamda, üzerinde titizlikle durularak, yıpranma, yozlaşma etkileri hesaplanarak, ön tedbirlerin alınması ve gerektiğinde, koruma yöntemlerinin geliştirilmesi planlanacaktı.

Çalışırken, otururken, yemek yerken durmuyor, bunları düşünüyordum, geleceğimi, aldığım sorumluluğu ve yükümün önem ve rüknünü idrak ediyordum.

Bana böyle kısa zamanda,duygular bütününü, bir buket gibi sunan,Cenabı Hakka nasıl hamd etmezdim.

Adana da çok aşırı sıcak vardı, terlemiştim sokağın köşesinde, seyyar olarak satış yapan, terleyenleri soğutan ve vişne renginde bir içecek olan, çok insanın sıraya girerek aldığı, bu içeceği;

Bir solukta, boğazından aşağıya indirdiği ve benimde merakımı celbettiği, içmek hissimin belirdiği bir anda, yaklaştım, baktım, sakinleşince ortalık, seyyar satıcıya seslenerek birader bir bardakta bana ver dedim.

Vişne suyu olduğuna inandığım, içeceği aldım, içimin yanan hararetini, normale getirmek niyetiyle,hemen içmek için aralıksız yudumladım.

Fakat bir anda şaşırdım kaldım, bir bardağa baktım ve bir de satan adama, durumu anlamaya çalıştım, fakat ne mümkün anlamak, içinden çıkılmaz bir hal aldım.

Adama efendi, bu nasıl bir vişne suyu,hala anlamadım, deyince.

Seyyar satıcı, şaşkın bir vaziyette yüzüme baktı ve siz yabancı mısınız diyerek sorunca, daha çok meraklandım.

Adanalı olmadığımı nasıl anladı bu adam ve bu sorunun vişne suyuyla ne alakası bulunuyordu anlamadım.

Hayırdır neden sordun diyerek, yönelttiği sen yabancı mısın sorusuna,soruyla mukabelede bulundum.

Meğer benim, vişne suyu diye içtiğim, meşhur içeceğin,şalgam suyu olduğunu söylemesi beni daha çok sarstı ve aniden sanki haksızlığa uğramış bir kanaatle;

Kardeşim, o zaman neden söylemiyorsun, bunun şalgam suyu olduğunu, biz nerden bilelim bunun şalgam suyu olduğunu,diyerek çıkıştım.

Adam tamam ama, ben nereden bileyim, sizin Şalgam suyundan bihaber olduğunuzu, deyince daha da çok şaşırdım kaldım.

Ve o anki halime, öyle hayıflandım ki, kendi kendime ve içine düştüğüm açziyet unutulur gibi değildi.

Sıkılarak birader kusurumu bağışlayın dedim ve sessiz bir şekilde o mekanı, arkama dahi bakmadan terk ettim.

Adana ilinin bahsi geçtiğinde veya şalgam suyu yarenliğinde, her zaman bu anımı hatırlarım.

Tam yirmi yıl, şalgam suyu içmememe sebep olan, bu trajikomik olay, maalesef ön koşullu yargımın yanılgısını acıda olsa, silinmeyen bir iz olarak sinemde taşıdım.

Meşhur şalgam suyunu bu vesileyle tanımıştım.

Biraz acı, az tuzlu ve bünyesinde turp kokusunu barındıran dolayısıyla beni oldukça şaşırtan bu meşhur içecek, hafızamda acı bir tecrübe olarak kalacaktır.

Akşam olduğunda, Adana ilinde konaklama yeri olarak, pehlivan otelini seçmiştik. Otele yerleştik,geniş bir odası ve caddeye nazır geniş pencereleri bulunuyordu,biraz dinlendikten sonra ilk iş olarak;

Kayseri de ki gelişmeleri merak ettiğim için telefon açarak, en son durum hakkında bilgi aldım, müspet olarak seyrinde gidiyormuş,bu bakımdan rahatlamıştım.

İki gün sonra, otel personelinden haber geldi, dışarıya çıkmak yasaklandı dedi.Bizde ihtiyari olarak hayırdır yine ne oldu diyerek görevliye sorduk?

Çünkü olağan üstü hal uygulandığından,askerin hali hiç belli olmazdı, her zaman yaptırım gücü bulunduğundan,gerektiği zaman asla kaçınmaz ve hemen yetkilerini uygulardı.

Dolayısıyla bir yere bombamı atıldı veya baskın mı oldu,neler oldu ki iki,üç gün otelde mahsur kaldık.

Nihayet öğrendik ki, askerlerin on yılda bir alışkanlık haline getirdikleri meşhur ihtilalleri olan harekât, devreye konmuş, parlâmento lâğvedilmiş, siyasi partiler kapatılmış,liderlerine tutuklama talimatı çıkmış.

Önceden tespit edilen, her yere baskınlar düzenlenerek,zanlılar yakalanıyor ve televizyon vasıtasıyla millete güven pompalanıyordu.

Bu konularda vatandaştan,özellikle askerlere yardımcı olunması isteniyordu.

Ne enteresandır ki bir anda, vatanın her sathında ve her yerde silahlı eylemler bitmişti!

Zanlılar hemen tutuklanarak, hapishaneye konmuşlar fakat ihbarı delil telakki ederek suçlanan insanı falakaya yatırmak, tazyikli su sıkmak, askıya bağlamak, dizlerin arkasına beşe-on tahta koyarak ördek yürüyüşü yaptırmak en hafif sorgulama yöntemleri olduğu malum.

İşkenceye dayanamayıp itirafta bulunanlar ve suçu kabul etmek zorunda bırakılanlar her zaman olmuştur. Ne derlerdi: “kurunun yanında yaşta yanar”diye.

Askerler toplu temizlik yaptıklarından kendilerine göre malum suç odakları bulunmuş, terör ve anarşist olaylar bir anda kesilivermiştir. Dolayısıyla huzur ve sükun adeta askeri ihtilali bekliyormuş, zira hiç vakit kaybetmeden bulunması gereken biçimde yerlerini almışlardı.

Daha önce de olağan üstü hal vardı, devlet güvenlik mahkemeleri mevcuttu, böyle bölgelerde emir komuta zaten askerlerin elindeydi.

Neden o zamanlar askerler sessiz kalıyorlardı?

Neden her yerde baskınlar ve öldürmeler devam ediyordu?

Niçin bu olayların önü alınamıyordu ve nelerin oluşumu bekleniyordu?

Bir o kadar zulüm ve talana,gaspa,ayaklanmalara,göz yumuluyordu?
Suçsuz insanların harap olmalarına niçin sadece seyrediliyordu?
Toplumun güçsüz kalması ve panik yaşaması kimlerin işine yarıyordu?
İnsanların çaresizlik içinde bulunmaları ve birilerinden medet umması, hangi kurumların işine geliyordu?
Vatandaşların devletine karşı güven bunalımına düşmesi neden sağlanıyordu?
Parlamentoya ve milletin seçtiği vekillere karşı güvensizlik niçin sürekli pompalanıyordu?
Bunca yozlaştırılma ve huzursuzluk birilerinin meşru olmayan harekatlarına meşruiyet mi kazandırıyordu ve niçin özellikle bu ortam bekleniyordu.?
Askerler aynı görevde bulunuyorlar ve kendilerine göre vazifelerini ifa ediyorlardı.
Zaten mecliste bir anlamda, zımnen de olsa onlardan sürekli çekiniyorlardı.
Askerler ne istediler ki yerine getirilmiyordu, malum devlet bütçesinden en fazla payı dahi, yurt savunması dahilinde onlara ayrılıyordu!
Genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanları, hangi bir vakit yürütmenin başı olan bir başbakan kadar, basın mensupları tarafından mercek altına alınarak, sorgulanıyor ve takip ediliyorlardı, hadlerine mi düşmüş, bu nasıl mümkün olur?
Türkiye’nin en önemli mevkileri ve şehir içindeki hayatiyet atfeden yerleri, bu insanlar istediler veya talep ediyorlar diye, en ivedi bir şekilde, mesai mevhumu gözetilmeden, bunlara tahsis edilmiyor mu?
Ve sosyal tesisler yapılarak, millette yasaklanarak, yüksek duvarlarla gizlenerek, yetmedi nöbetçiler dikilerek, toplumdan çok farklı ve kopuk, özerk bir statüye bürünerek, merak edilen olmayı başarmak ne büyük bir zafer!
Böylece kuvvet dengesini elde etmek ve her zaman, yön veren konumunu üstlenerek, uygun gördüğü bir zamanda, milletin yetki verdiği, ülkeyi yönet dediği, temsilcilerini, millete rağmen,önemsemeden alaşağı ederek, devletin başına geçmek! Ne büyük bir başarı!
Bu parti ve başkanlarını tedavülden kaldırarak, uygun gördüğü bir vakitte, meşruiyetini kuvvetlendirecek.
Anayasalar yaptırıp, bu eylemde bulunan komutanlara, yargı dokunamazlığı getirilerek, sivil inisiyatifi yozlaştırmak ve halkın gözünde küçültmeyi sağlamak!
Cihandaki sulhu, her zaman ön plan da tutacak!
Fakat yurtta ki sulhu dilediği gibi tasarruf ederek, her zaman yön verecek!
Böyle bir yapılaşmayı ve kurumsallaşmayı, dünyaya ne şekilde izah edeceğiz?
Bu sorunları merak etmeyelim mi, birilerine sormayalım mı,konuşmayalım mı?
Bu soruları kendime sorarak, sinemde çöreklenmiş, duyguları yudumluyordum. Otelin balkonuna çıktım, sessizlik hakimdi,ışıklar uzaktan buğulu görünüyorlardı,fakat ben kimseyi göremiyordum, birkaç araç dışında, birden aşağıdan gelen bir ses duydum.
Balkondan sarkarak, sesin geldiği yöne doğru odaklandım, ne göreyim, üç tekerlekli el arabasında, gecenin o karanlığında, az bir ışıkla görüle bilen, tatlıcıyı fark ettim. Hiç düşünmedim, kimseye sormadım, bir solukta alelacele tatlıcının yanına indim,çünkü kimsenin olmadığı bir zamanda sivil inisiyatifi görmek güzeldi.
Bir miktar para vererek, tatlı istedim ve aldım tatlıyı, tekrar aynı hızla yukarıya çıktım ve bir dilim ağzıma götürerek, damak zevkime baktım.
Tatlının tadı hiç içime sinmemişti, bizim tatlılara asla benzemiyordu, yemeyi içim kabul etmedi, dolayısıyla ödediğim para boşa gitmemeliydi.
Aynı hızla aşağıya indim, efendi bu nasıl bir tatlı, hiç beğenmedim, şiresi ne kadar koyu sanki bir ağda, bu tatlıyı geri al ve ödediğim parayı acele ver deyince, adam adeta yorgun, göz kapakları sünmüş, gecenin karanlığında büzülmüş olarak, bana bakmaya çalışıyordu!
Fakat beni uzaklarda arıyor gibi, bir şeyler mırıldanıyordu, lakin konuştukları hiç anlaşılmıyor, uzatma hadi seni bekliyorum, ödediğim ücreti, istiyorum diyerek meramımı tekrarladım.
Adam tatlıyı eline aldı fakat, bakıyordu tatlıya bir şeyler arıyordu, bir dilim eline aldı tam ağzına götürecekti ki.
Hızlı bir şekilde taksi yanaştı, arkada iki kadın, kolları açık, sacları dağınık, yüz, göz boyalı sanki birer kaçık, ceketi omuzlarında, göbeği sarkık, gömleğinden üç düğme açık, ağzında sigara, ayakkabının ökçesi basık, bir adam;
Daha tam yaklaşmadan, tatlıcı benden aldığı tatlıyı adama uzattı,adam hiç konuşmadan tatlıyı aldı, miktarını sormadan parayı uzattı.
Ve yine hızlı bir şekilde, araç gözden kaybolarak uzaklaştı, biz yine tatlıcıyla baş başa kalmıştık, fakat adam hiç durmadan, cebindeki parayı çıkarıp saydı ve bana paramı uzatarak meseleyi kapattı.
Rahatlamış bir edayla otele çıktım, keyiflenerek telefona sarıldım, memlekette bir gelişme var mı diyerek meraklandım.
Evet haberler hayırlıydı, hocam onaylamış yalnız,Yahyalı’lı Hacı Hasan efendiden, müsaade alınacakmış.
Bu müsaadeyi neden kendileri değil de, bizim almamız gerekti, hala da anlaya bilmiş değilim.
Önemli değil neyse, gereğini yaparız dedim, eniştelere söyle gitsinler, durum hakkında bilgilendirsinler, kararı öğrensinler ve meseleyi bitirip gelsinler, diyerek ekledim.
Adana ya gelmeden planlamıştım, kimlerin dünürcü gideceğini, Miktat Sevim hocam, Şaban beyin babası Hacı Mustafa emmi, yani yedi, sekiz kişilik bir ekip, dirayetli, tuttuğunu koparan ve aynı zamanda saygın olan insanlardı.
Hocamdan müspet sözünü alan ve şahsıma kefil olan, bu muhterem insanları, unutmak, dua etmemek, hizmetlerinde kusur etmek, ne mümkün Allah işlerini asan eylesin ve hayırlı kısmetler versin inşallah.
Sağ olsun enişte beyler gitmişler, izah etmişler, onlarda dinlenmişler ve bizim tarafımızdan bir sakıncası yok, demişler.
Ama asıl kararı, Mükremin hoca ve daha da önemlisi, kızımızın onay vermesi ve kanaatini annesine bildirmesi lazım demişler ve Allah hayırlı ve mübarek eylesin dualarıyla göndermişler.
Hocamlar da, bizimkilerde problem çıkmadığı için sevinmişler ve daha sonraki zamanlarda, nikah ve nişan gününü tespit etmek için ayrılmışlar.
Nihayet mütevazı bir programla nişan ve nikah işlemlerimde bitmişti, artık ben hayatımı birlikte ve müşterek olarak idame ettireceğim bir eş bulmuştum, fakat henüz eşimi tanıma ve görme fırsatı bulamamıştım.
Hiç unutamam ablamlar da oturuyordum, ablam Mustafa, nişanlını kapıda gördüm bakmak istersen deyince, mahcup bir tavırla acele pencereye fırladım, nişanlımı göreyim diye.
Fakat öyle bir fırlamıştım ki oturduğum yerden, hiç sormayın kafamı pencereye doğru uzatırken, endamıyla ayakta duruyordu.
Omuz hizasından ayaklarına doğru yan vaziyette iplerden bir şeyler alıyordu.
Ancak yüzünün yarısı görebiliyordum, oysa yüz simasını çok merak ediyordum.
Lakin yinede bu kadar bile görmem içime keyifli bir serinlik ve huzur veriyordu, böylece ilk defa nişanlımı görmüştüm.
Fakat bu arada paniğim ve şaşkınlığım peşinden geldi.
Pencere tavana yakın bulunduğundan, ancak kanepeye çıkarak dışarıyı görebiliyordum. Başımı tavana paralel beton kirişe nasıl çarptımsa, gözümün önü karardı, kirpiklerim yaşardı, enişte bey ve ablamın gülmesi de ayrıca beni sarstı, sessiz kaldım, etrafıma baktım, sevinemediğim için mevzuu kapattım.
Yıllarca yaşadığım sıkıntı ve çileler ceremesini göstermeye başlamıştı, iş yerinde dişlerimin ağrısından duramıyordum, aşırı şekilde sancı verdiğinden geceleri uyuyamıyordum, bu yüzdende başımı kaldıramıyordum.
Müessese müdürü Ali Şahan bey, halimi görünce dayanamamış olacak ki bir kart vererek, diş doktoru Hasan Derindere isminde ki beye gitmemi önerdi, tamam dedim gittim doktor beyi buldum ve durumumun vahametini kendisine sundum.
Hasta koltuğuna doktorun söylemesi üzerine uzandım, dişlerimi muayene etti ve nihayet durumu izah etti.
Çürüyen dişim tabii apse yapmış, bir müddet ilaç kullanarak şişliğin inmesi ve intihabın kuruması gerekiyormuş, daha sonra dişim çekilmek üzere doktora yine gelecekmişim,doktor beyi dinledim, söylenenleri anladım ve uygulamak için ne gerekiyorsa hiç aksatmadan yaptım.
Tam bir hafta sonra, dünyamı zindan eden diş ağrılarımdan kurtulmak maksadıyla, doktorun yazdığı ilaçları kullanarak bitirmiştim ve yine doktora gelmiştim.
Dişlerimde ağzımda adeta kayboldu, ağrı sızı az kaldı fakat, doktor mağripten mal bulmuş gibi, dişlerimde bir çok eksiklik sıraladı ve mutlaka dişlerimin yapılmasını tavsiye ederek ayrıca bana danıştı.
Fakat benim bu konuda, bilgisiz olmam sebebiyle çaresiz kalıyordum, söylediklerinin doğruluğunu mukayese edecek bir başka doktor tanımıyordum. Çok acı çekmiştim, aynı acıyı tekrar yaşamamak için her ne gerekiyorsa durmayın lütfen başlayın ve dişlerime çeki düzen verin dedim.
Ama bu arada yapılan işlerin ücretini çok merak ediyordum ve nihayet dayanamadım doktora hesabımın ne olacağını sordum? Doktor gayet rahat bir şekilde önemli değil, gereken ikram neyse yaparız dedi, fakat yinede içim hiç rahat değildi.
Çünkü ben o vakte kadar doktora alışkın birisi değildim, hamdolsun turp gibiydim, tuttuğumu duramaz alaşağı ederdim.
O bakımdan bunların ücretleri nedir, kaça yaparlar hiç bilmezdim ve o nedenle de, haklı olarak bana kaça mal olacağını merak ederim, çünkü dar gelirli biriydim.
Doktor Hasan bey şişman olmayan, gözlüklü, hafif saçları ağarmış, nazik olmaya gayret eden, fakat bünyesinde gizli tuttuğu uyanıklığı deşifre eden, sürekli kalfasına mahkum bir insan gibi tavır sergileyen, borcumun ne olacağını bir türlü söylemeyen ve beni kuşkuya sevk eden, zorda olsa borcumu öğrendiğim bir zattı.
Epey bir zamandır ablama uğramıyordum, biraz sıkılmıştım, tabi bu arada merakımın da çekim kuvveti artmıştı, adeta teyakkuza geçen hislerim, başımın şiddetli ağrımasına rağmen,yinede ablama uğramamı bana icbar etti.
Müsaade alarak biraz sedire uzandım ve bu şekilde hasbi hal ettim, ablam mutfak kısmında biriyle konuşuyordu, kulağımı kabarttım, ahenkli hoş bir ses tonu, kulağımı okşadı.
Tahmin etmiştim bu konuşan nişanlımdı.
Kendisiyle hiç bir şekilde konuşmamış olsak bile, fevkalade içten, samimi, nazik, utangaç ve kendinden emin bir tarzda ifadelerini icra etmesi, oldukça dikkatimi çekmişti ve içimden sevinerek beğenmiştim.
Ablam rahatsız olduğumu söyleyince,sağ olsun kendiside halimi hatırımı sormayı ihmal etmedi ve onu benden esirgemedi, böylece anlamış oldum ki, duygu, çekince ve ödevi birbirine karıştırmayarak, gereğini ifa etti, müteşekkir kaldım.
O an elimde olmayarak canlanmıştım, adeta şifa bulmuştum, ağrıyı sızıyı hatırlamıyor o an unutmuştum, sineme akan bir sevinci ve huzuru hiç masrafsız buluvermiştim.
İşler yolunda gidiyordu, o günün şartlarında gündemi yıllarca uzak kaldığım İslami kaygılar oluşturuyordu.
Öyle ki ülkenin ve dünyanın masaya yatırarak araştırmaya aldığı Kuran ayetleri, bilinen ve bilinmeyen yönleriyle İslam ve Müslüman kimliği, birileri tarafından sürekli araştırılıyordu.
Amerika birleşik devletleri, süper bir güç olarak baş edemediği ve dünyanın gözü önünde hüsrana uğradığı illegal eylemleri sebebiyle madara olmuştu.
Bu eylemlerin mihrakını oluşturan odağı, tavizsiz kişiliğe haiz bulunan şecaat sahibi Müslümanları tespit ederek manipüle etmek en önemli bir görevdi.
Bu insanları koşturan, korkusuz kılan, şehit olayım diye sıraya girdiren ulvi sebebi ve inanç kararlılığını kendine göre bir şekilde mutlaka deşifre etmeliydi.
Canını ve mal varlığını gözlerini kırpmadan feda eden ve bu kimliği şereflerin en üstünü sayan, bu insanlara sebat etmeyi, şecaat ve sadakat göstermeyi, her varlıklarını tasattuk ettirmeyi öğreten, öğütleyen, sürükleyen ne olabilirdi, nasıl bir inançtı bu, hiç vakit kaybetmeden mutlaka bilinmeliydi.
O bakımdan bu nasıl bir güçtür diyerek, gece gündüz düşündüğü, bütçe ayırarak araştırdığı ve dolayısıyla neşter vurmak için uğraştığı en önemli argümanlardı.
Ayrıca bir daha asla bunlara fırsat tanımamak maksadıyla, ön tedbirleri alarak, içine düştüğü, aşağılayıcı ve dünya devletlerinin gözlerinin önünde kaybolan, itibarını ve saygınlığını yeniden kazanmak en büyük arzusuydu.
Hatta açık bir biçimde tehdit edenler ve benzerlerine emsal oluşturacak hangi unsurlar varsa tespit edilerek, ivedi olarak karargahlarının ve güçlerinin derhal ortadan kaldırılması sağlanacaktır, bu çalışmaları iş birlikçileri vasıtasıyla yaparak, halk tarafından suçlanmayı bir müddet öteleyebileceklerdir.
Her türlü İzemleri bir tarafa bırakarak, stratejik araştırma merkezini ve tüm potansiyel gücü bir tek hedefe odaklamak ve bu hedefi her halûklarda çökertmek.
Desise ve entrikalar üreten, sürekli işbirlikçi halkasını geliştiren, bu işbirlikçilerini o ülkelerin başına yönetici getiren, her an ve zaman içinde bu kuvvet dengesini elinde tutarak, itaati daimileştirenler…
Ülke içinde yaşanan ve işbirlikçileri tarafından yasaklanan, özellikle fertlerin can alıcı noktasından hareket ederek, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan ve bu amaçla toplumun nabzını kontrol edenler…
Dolaylı yoldan bu ülkeleri kınayan ve mazlum insanların güya hamisi kesilen ve bu amaçla kendine yapay olarak, taraftar edinen bir gizli savaş ve uğraşanlar…
Dünya para politikasını yönlendirerek, beyin göçleriyle elde ettiği teknolojik hakimiyeti, diledikleri gibi tasarruf ederler, o nedenle de maalesef acıdır ki.
İstedikleri ülkeyi, kendi elleriyle değil de, işbirlikçileri marifetiyle yönetirler, beğenmedikleri zaman değiştirirler ve özellikle sürekli bağımlı olmalarını sağlamak maksadıyla, kaos çıkartarak yokluğa mahkum ederler.
Çünkü refah düzeyine ulaşmış toplumlar, genellikle düşünen, sorgulayan, yön veren ve üreten konuma gelirler, o nedenle kendileri bakımından stratejik öneme haiz ülkelerde bu fırsatların oluşmasına hiçbir zaman izin vermezler.
İşte dünyanın gözünde aşağılanmış, bir süper gücün bunlara fırsat vermesi düşünülebilir mi.
Ülke insanlarının asimile olmasına, kültür yozlaşmasına, aidiyet sorununa kapı aralar, kendi ülkelerini hürriyetler diyarı olan bir mekan diye sunarak, böyle tanıtırlar.
Yazılı ve görsel medyayı, ablukasına almayı katiyen ihmal etmezler ve her ne istiyorsa, istediği mesajları, rahatlıkla verirler.
Geçim derdiyle yorgun düşmüş insanlara,körpe dimağlara,duygusallığın hakim olduğu arenalara,zevk ve eğlencelere daldırmak, baktırmak, ne gösteriyorsa onu düşündürmek, kesinlikle başka bir şey asla değil ,böylece kavgasız bir şekilde hedefe ulaşmak.
Bütün dünya ülkesi insanlarının hayalini süsleyen, o ülkeye gitmekle gururlanan ve öğünen, ülkelerin beyin göçünü kendi geleceği için kaçınılmaz gören ve sürekli tespitler yaparak ve bu değerde bulunan insanlara, kapı aralayarak.
Kendi ülkesinde, hiçbir zaman elde edemeyeceği, imkanları sunarak, cazibesine dayanılmayacak hala getirirler.
İşte süper güce ulaşmanın temel mantığı, her zaman ve zeminde güçlü olmanın şartlarını irdelemek, bunu en iyi şekilde değerlendirmek ve bu fırsatları her halûklarda ve ne pahasına olursa olsun mutlaka muhafaza etmek.
Süper güçler koşullarını oluşturarak, dünya pastasından pay alacak ülkeleri belirlemek, ne kadar alacaklarını tespit ederek hadlerini bildirmek ve yetindirmek.
Dolayısıyla bu amaç ve uğurda, ittifaklar oluşturmak, bu bakımdan da her yaptığı sömürüye, zulme ve gaspa meşruiyet kazandırmak.
Yaptıkları ittifaklarla üye olacak ülkelerin, bağımlılığını artırmak ve masraflarını, dolayısıyla insan gücünü bu ülkelerden karşılamak.
Bu oluşuma veya teklife karşı gelen ülke liderlerini, yok ederek veya ajan ve işbirlikçileriyle ayaklanmaları tertipleyerek, güçten düşürerek bir anda ve hain ilan etmek.
Halkının gözünde mükemmel olan bu insanlar, maalesef hukuktan yoksun mahkemeler tarafından, suçlu bulunarak idam edilmelerini sağlamak, dolayısıyla bir daha buna cüret gösterecek olanları ilelebet yıldırmak.
Önlerini açmak adına ülke yönetimine kendilerine kronik bağımlı, pasifise olmuş, ilke ve hedeflerden yoksun, şeref ve haysiyetten arınmış fertler ve kukla liderler tayin etmek.
Mamafih bu ülkelerin, on yıllık dilimler halinde, kimler ve nasıl bir yönetimle idare edileceklerini hesaplayarak, oluşumları kaçınılmaz yapmak.
Ülke insanlarının tefekkür etmek, irdelemek, üretmek ve bir oluşum sürecine girmelerini önlemek nedeniyle, bazen toplum huzursuzluğu, bazen parlâmento erozyonu, bunlara göre asla kaçınılmazdır.
Çoğu zamanlar, bu insanların az bir paha karşılığında, arenalara toplanmaları amaçlanır, bu sebeple galeyana gelmeleri ve biriken potansiyel enerjilerini, kendilerinin tayin ettikleri mekanlarda tahliye etmeleri sağlanır.
Kronikleşmiş dertleriyle baş başa kalmaları ve mecalsiz, takatsiz bir şekilde bağırmalarına göz yumarak, şayet aşırıya giden olursa, karakolda bir ay kendine gelemeyecek biçimde, sorgulanıp tutuklanarak, perişanlığa düşürülür.
Daha olmadı mahkeme gününü bekleyerek, cezaevlerinin en olumsuz koşullarını solutarak, yaptığına, yapacağına bin pişman bir vaziyetle, sabrı yudumlayarak, henüz çıkmadan hürriyetti duygularında teneffüs ederek mahzunlaşır, bu insanlar.
Tabi ki aile fertlerinin durumu, devleti hiç alakadar etmez, bu sebeple de bir insanın haklı eylemi, bütün aile bireylerini kapsayarak onları da çileye mahkum eder.
Böyle badireler yaşamış bir insan, hiç kalkışır mı bağırmaya, eylem yapmaya, dertlerini anlatmaya, böylece aman efendim, bana değmeyen yılan bin yaşasın dedirtmek zorunda bırakırlar.
Yılanlar sahipleri tarafından terbiye edilir veya uyuşturulur, yani asli varlığına müdahale edilerek, etkisiz hale getirilir.
Bu nedenle, yılanı yılan yapan asıl vasfı ortadan kaldırılır ve o bakımdan bunu bilen bir insan asla yılandan korkmaz.
Ancak bilmeyenler için, hala korku unsuru olarak kalacaktır, korkutanlar değil de korkanlar, tavırsızlığı içlerine sindirenler.
Bu biçimde bir hayat yaşamayı, fazilet addedenler, yılanlardan daha korkunç ve zehirli olduklarının fakına,hiçbir zaman varamayacaklardır.
Yılanı korkunç ve ürkütücü yapan unsur aslîyeti ve aidiyetidir.
İşte yılanın asliyetini tahrip edenlerde, senin gibi insanlardır, sen bu insanlara fırsat verdiğin vakit!
Hayrın kadar şecaatin, yani cesaretinin ve sende bulunan cevherin, farkına varamaman ve bu idrake ulaşmaman için, sürekli seni uyutuyorlar, meşgul ediyorlar ve dolayısıyla böylece seni senden uzaklaştırıyorlar.
Fakat sen yılanla eş değerde olamazsın, zira sen yılana yön veren konumdasın, çünkü sen eşrefi mahlukatsın, yemeğe ihtiyaç duyduğun kadar, uyumaya, hava almaya, pisliklerden arınmaya kadar ne varsa tabii ihtiyaçların!
Bizzat onlar kadar karşılamaya, araştırmaya, bilgi sahibi olmaya, fikir ve çözüm üretmeye, öğrendiklerini uygulamaya, toplumla birlikte solumaya ve oluşumlara katkıda bulunmaya, asliye tini düşünerek seferber olmalısın, en azından buna aday olmalısın.
Yoksa sen acze düşmüş, kendini unutmuş, tebaa olmaktan, sürüklenmekten, yok olmaktan kurtulamazsın, sen seninle birlikte yok olacaklara seyirci kalamazsın, buna hiçbir şekilde hakkın yoktur, kesinlikle bunu bilmelisin.
Tam altı ay nişanlı kaldık, böylece yanlışlar yapmadan birbirimizi tanımaya çalıştık, kayın pederim olan Mükremin hocam ve kayın validem hacca gitmişlerdi.
Büyük kayın biraderim olan ve aynı zamanda Bedir camisinde, imamlık yapan Ramazan hocamda, kayın pederimle birlikte aynı evi paylaşıyordu.
Son derece anlayışlı, tahammüllü bol olan, sevgi dolu, emeğini esirgemeyen evli ve bir çocuğu bulunan, güzel ve gür sesini her fırsatta cömertçe arzu edenlere sunan bir insandı.
Nişanlımın küçüğü ve benim küçük kayın biraderim olan Ali hocamda, İmam hatip lisesinde okuyan, çalışkan, duygusal, kanaatkar, futbolu çok seven, fakat bunu babasından gizleyen, başı yumuşak, itaatkar çok sevdiğimiz bir genç arkadaştı.
Baldızlarım Emine ve Kamile de, Alinin küçükleri olan, evin sevimli, hizmet ehli, nişanlıma halı dokumasında katkıları bulunan kızlarıydı.
Kayın validem, titiz, temiz, becerikli ve sürekli bir işle uğraşan, kanaatkar, hayır öğütlü, ibadetine düşkün, hiçbir zaman şikayetçi olmayan, oldukça sabırlı bir hanımefendidir.
Mükremin hocamın evi, adeta bir imalathane gibi, her hafta bir karyola halısı dokunuyordu, bayanlar kendi kıyafetlerini dikiyorlar, asmalardan üzümler sarkıyor, salçalar kaynıyor, aş makarnalar kesiliyor, peynirler basılıyor,asma yaprakları kışlık olarak basılıyor, patlıcan, biber kurutuluyordu.
Hocam hiç boş durmuyor,boş zamanlarında bal ve halı satıyordu.
Hülasa on nüfusu barındıran bu ev, tek bir memur aylığına bağlı kalmıyor, şartları zorluyor, gıda konusunda sınır tanımıyordu, o kadar çok misafir geliyor ki, köyden, şehirden hepsine de yemek ve meyveler ikram ediliyordu.
Hizmet ehli hocam katiyen yılmıyor köyden, şehir dışından gelen dost ve akrabalarına hanesinin kapısını açıyor, onları yatılı misafir ederek, konaklama ihtiyaçlarını karşılıyor ve gidecekleri adrese refakat ederek işlerini bitiriyordu.
Hocamın bu denli gösterdiği tahammülü, sabrı, hizmeti, sahaveti şehir şartlarında yaşayan, ayrıca on nüfusu bulunan, fakat sanki bir çocuk sahibiymiş gibi, neşesinden, ibadetinden ve metanetinden hiç taviz vermeyen bir kimlik sahibi.
Bereketin ne demek olduğunu özümsemem, anlam bütünlüğünü bu hanede görmem, araştırmaya gerek duymadan idrak etmem, benim için oldukça yeterli bir sebeptir ve ayrıca bunu bizzat yaşayarak terennüm etmem bulunmaz bir nimettir.
Hiç unutmuyorum; bir gün baldızlar kayınvalidelere gelmişler, aş makarna kesmeye karar vermişler, annemize sürpriz yapalım demişler ve böylece hamuru yoğurmanın başına geçerek bir kıvama getirmeyi başarmışlar.
Daha sonra hamurun üzerine bir örtü serilerek, kuvvetli bir şekilde hamurun üzerine çıkarak çiğnemek ve açmaya uygun kıvama getirmek gerekiyormuş, Ramazan hocama ve bana bir şekilde, kuvvetli olduğumuz düşünülerek, ihtiyaç hasıl olmuş, burada bulunmamız bize olan talebi kolaylaştırmış.
Hamurun üzerine çıktık çiğnedik durduk, haylice de huzurluyduk, neşeli şen ve şakraktık, aniden elektrikler gitti, karanlıkta kaldık, ne yapacağımızı şaşırdık, karanlıkta her kez birbirine bakındığını hissediyordum zira, iş yarım kalamazdı.
Yan binalara baktık, lambalar yanıyordu, o zaman burada bir problem vardı, fakat elektrikten kimin anladığı bilinmiyordu, hatta anlayanda yoktu.
İnşaat elektriği kullanıyorlarmış, bu bakımdan binaya çekilen kabloda bir sorun olduğunu tahmin ediyordum, büyük bir ihtimalle kablonun kabuğu inceldiğinden şase yaptığını düşünüyordum.
Lakin mesafenin uzunluğu ve oldukça yüksekte bulunması, ayrıca karanlık olması, tedirgin olmamız için yeterli sebeplerdi, çünkü anlamadığımız bir işti.
Fakat çok karanlıktı, hiç bir ışık görünmüyordu, kablo nerede bilinmiyordu, oldukçada yüksek bir mevkide olması cabasıydı.
Uzanarak havada bağlantı yapmanın zaruretini düşündüm, etrafıma bakındım, eniştem ve kayın biraderim Ramazan hoca vardı, lakin bu işe kimse talip olmadı.
Öyle ya oyuncak değil ki bu elektrik işi, şakası dahi olmazdı alır devirirdi, üstelik bir şey göremiyorsun ki kim neylesin.
Bir müddet sonra bulunan mumlar yakıldı, mumun verdiği ışıkla, hamur işine devam edilmesi denendi, fakat netice alınamıyordu, bu şekilde çok geç kalınıyordu, birileri ortaya çıkıp ben yaparım demeliydi, çünkü her kez çaresiz kalmıştı, bayanlarda sessiz bir şekilde bulunanlardan medet bekliyorlardı.
İş verimi çok düşmüştü, neşenin yerini sükunet almıştı, elektriğin ne zaman geleceğini bilseydik ümitlenirdik.
Saat 21,15 i gösteriyordu hala çözüm bulunamamıştı, bir usta bulsak ki derhal çağırsak, bu manada her şey olumsuz gelişiyordu,hanımların mahzunlaşması ağrıma gidiyordu, mutlaka birilerinin çıkıp bu riski göğüslemesi gerekiyordu.
Ramazan hocam o dallara hiç basmıyor, enişte bey sanayici olmasına rağmen ben anlamam diyordu, dolayısıyla bu işi çözmek mecburen bana kalıyordu.
O halde hemen vakit kaybetmeden çözmeliydim ve uzun zaman alacak bu uğraştan hanımları mutlaka kurtarmalıydım.
Acele bir şekilde aşağıya indim, kablo istikametini belirledim, acele mum istedim gelmesini bekledim, yüksek yere çıktım, şar telin indirilmesini söyledim.
Mum geldi, getirene dikkat ettim nişanlımdı ve ortalık pek karanlıktı.
Nişanlımla rahat konuşmanın tam zamanıydı, ama ne mümkün iş bekliyordu ve bunun sırası değildi, farklı anlaşılır kaygısıyla, hal hatır dahi soramadım, sadece teşekkür ederek kendisini uğurladım.
Mumu yaktım, kabloya uzandım, nihayet kabloyu yerde bularak uzanıp elime aldım, bıçağı hazırladım, kabloyu uçlarından soyarak sıyıracaktım, kablo kabuğunun maksadı, korumak ve kamufle etmek olduğundan asıl öznesi dahilde bulunmaktaydı.
Doğal olarak kıyafetini çıkartıp, tamir için hazır hale gelmesi gerekiyordu, asliyeye ulaşmak için.
Nihayet asıl aktif bağlantıyı yaparak, yeniden telin üzerini bandajladım ve yeniden enerji verilmesini temin ederek, aidiyetinin yerine getirilmesini ifa edecektim.
Hazırlığımı tamamladım, mumu ağzıma aldım, kollarımla uzandım, kablo bağlantısını yapıyordum, yanan mumu dudaklarımla tuttuğum için, eriyen mum aktıkça sakalıma doğru nüfus ediyor ve tabi olarak donuyordu.
Ben acele ederek işlerin biranda bitmesine gayret ediyordum, bu bakımdan başkalarından haberdar değildim lakin açık olan camdan gülme sesleri geliyordu.
Bir baktım ki, benim ve düştüğüm komik halime katılarak gülüyorlardı.
Ben onlara tepki veremiyordum çünkü, yanan mum ağzımda bulunuyordu, dolayısıyla nasıl gülebilirdim, sonunda iş tamamlanmıştı ve şar telin kaldırılmasını söylenmiştim.
Evet nihayet zorda olsa elektrik arızası işini tamir yaparak, lambaların yanmasını sağlamayı başarmış ve böylece çok rahatlamıştım ve hemen şu meşhur cümleyi hatırladım.
“Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır”, deyimi ne büyük bir tecrübenin eseri olduğunu daha iyi kavradım.
Yukarıya eve çıktım neşeyle ve gülücüklerle karşılandım, aynaya baktım ki, henüz genç denecek yaşta olmama rağmen, sakalıma akan mum yüzünden bir anda ihtiyarlamıştım, sakalım beyazlaşmıştı.
Allah ömür verirde yaşarsak, yıllar sonra geleceğimiz bu hali, şanslı olduğunuzdan siz bu günden gördünüz diye söyleyince çok hoşlarına gitmiş olmalı ki epey güldüler, bende bu arada boş durmadım tabi gülenlere iştirak ettim.
Böyle muhabbetli,coşkulu ve az maliyetli üretime kimler talip olmaz ki.
İstanbul dan rahmetlik amcamın hanımı yengem geldi, kendilerini haylice özlemiştik, çok sık görüşme imkanımız olmadığından, dağarcığında biriken bir yıllık anılarını, dinleyerek ,duymadıklarımızı, bilmediklerimizi yengem sayesinde öğrenme fırsatını buluyorduk.
Hal hatır ve hoş beşten sonra, yengem içini çekerek “ah Mustafa ah” deyince şaşırdım ve hemen dikkat kesildim, hayırdır yenge diyerek sorunca, duymadın mı dedi, bende neyi diyerek tekrar soru ile cevap verdim.
Bursa’daki fabrika iflas etti, kapandı gitti deyince öyle çok şaşırdım, bunun nasıl olduğunu merak ederek durmadan sorular sordum.
O kör olasıca Sabri var ya dedi, elinden tutup adam ettiğimiz, fabrikayı emanet ettiğimiz pis mendebur fabrikayı mahvetmiş, işçiler dağılmış, Mehmet usta denen o ahlaksız serkeş adam hovarda çıkmış, işe bakmamış, çalışan masum kızları ayartmış, sürekli karı, kız peşinde koşuyormuş dedi bir solukta.
Yengemden böyle argo kelimeleri duymam, durumun ciddiyetinin hangi noktada olduğunu anlamama yetiyordu.
Yengem konuşmaya devam ederek sen ne olduysa çok sinirlenmişsin, kimseye sormadan, hiç bir şey söylemeden fabrikayı bırakıp Kayseri ye gelmişsin.
Osman abin, senin yokluğunu çok aramış, çalışanlara sormuş, onlarda senin gayretlerini ve fedakarlığını anlatmışlar, başkada orada neler olup bittiyse hepsini, olduğu gibi anlatmışlar.
Fakat senin hiçbir günahının olmadığını, sana Sabri ve Mehmet ustanın çok haksızlık yaptıklarını ağabeyine anlatmışlar.
Fakat senin yaptığın katkıları geç anlamışlar hiçbir suçun, kusurunda yokmuş, Osman ağabeyinin Sabri’den duydukları hep iftiraymış, üstelik fabrikada senin gayretlerinle ayakta duruyormuş deyince yengem, inanın çok üzülmüşüm fakat Cenabı Hakka da hamd ettim.
Boşa söylememişler ya büyükler!
“Alma mazlumun ahını,çıkar aheste aheste” diye.
Artık düğün hazırlıklarını yapıyorduk,amcazadelerim olan Osman abi ve yaşıtım Mehmet yanlış bir anlama nedeniyle, kendilerinin yerine annelerini göndermişler, yengemde gene ne söyledin ki kızdırdın abini diye söylenince.
Peki yenge ben anlatayım sen dinle ve o zaman değerlendir bakalım, hak kiminle olacak, diyerek anlatmaya başladım.
Osman abime telefon açtım ve gayet nazik bir üslup ile düğüne davet etmek maksadıyla, diyerek sözlerime daha bitirmeden!
Mustafa ne düğünü, nereden çıktı şimdi bu, deyince canım sıkıldı, bak Osman ağabey ben size evleneyim mi diye sormuyorum, diyerek sözlerime devam ettim.
Dikkat buyurun düğünüme davet ediyorum, bu ne demek yani Mustafa deyince, benim ne zaman evleneceğime siz değil, ben ve ailem karar verir dedim ve devam ettim ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, ağabey!
Düğünümüzde içki bulunmayacak, kullanılmasına da müsaade etmeyeceğim, neden bunu söylemeye gerek duydun diye sorunca.
Biliyorsun ki Fitnat ablamın kocası İbrahim bey, yıllarca bana senin düğününde mutlaka rakı içeceğim derdi, o bakımdan her hangi bir tatsızlığa meydan vermemek için, durum hakkında bilgi veriyorum dedim.
Peki ya mutlaka içeceğim diye ısrar ederse ne olacak diye sorunca, bende o zaman şimdiden kanaatimi bildireyim, bu konuda ısrar edenleri davet etmiyorum dedim.
Osman abimde sağ olsun, sizlere nasıl anlattı bilemiyorum, Fitnat ablamda, beyi de çok gücenmişler ve dolayısıyla düğünüme gelmeyeceklermiş, neyse sağlık olsun diyerek konuyu kapattık.
Düşünüyorum; böyle bizzat şahsımla ilgili bir konuda nasıl toleranslı davrana bilirdim, buna hakkım ve yetkim hangi ölçülerde olabilirdi, böyle bir oluşuma katkıda bulunabilirliyim?
Alkol günümüzde, düğünlerin vazgeçilmez şartlarından sayılıyor ve enteresandır ki o gün, yani düğün gününde milli içeceğimiz sayılan ayran, alkol kadar tüketilmiyor.
Kullananlar hangi maksada binaen kullanıyor, insanı sıhhatli düşünmekten alıkoyduğu biliniyor, ağrasif tavırları kaçınılmaz yapıyor, düğün düzenini ve davetlileri, orada bulunanları oldukça rahatsız ediyor ve ayrıca kaçırıyordu.
Kullananlar genel olarak sevinçlerini teyit etmek için, manasızca silah kullanıyorlar, nara atıyorlar ve neden gerek duyarlarsa, güç gösterisini de ihmal etmeyerek yapıyorlar.
Maalesef, düğün sebebiyle kimsede müdahalede bulunarak seslenemiyordu, dolayısıyla iş çığrığından çıkana kadar seyirci kalınıyordu çoğu kez.
Mutlaka istisnalar da vardır, içenler ağızlarına ne aldıklarının farkındadır, hareketleri sakin ve oturaklıdır, belki de o an başka hülyalardadır.
Fakat; birey Müslüman bir kimliğe sahipse, kimliğinin kendine yüklediği her türlü sorumluluğu, yerine getirmek ve yaşamak durumunda ise, buna da mecbursa, o bakımdan asla kayıtsız kalamaz, seyirci olamaz, böyle bir oluşuma katiyen katkıda bulunamaz.
Yoksa yalnızca ismen tabelalaşmak, hiçbir anlam ifade etmez, bir saç levha olarak, hava şartlarına göre sallanmak, kişiliksizliktir.
Direnç ve mukavemetini sahibinin pekiştirdiği vida ile sağlamak, güneşte solmak, rüzgarda yıpranmak, yağmurda paslanmak ve dolayısıyla, tabela olmak!
Manadan yoksun, estetiği sinesinde taşımayan, cazibesi kalmayan, mahalle çocuklarının taş atma hedefi sayılan ve sadece kuşların konaklama yeri olan bir tabela.
Başka bir ifadeyle;
Kendine dahi faydası dokunmayan, yaşadığı hayattan yılan ve bıkan ve hatta korkan ve o nedenle de sürekli güçsüz ve zayıf kalan.
Çaresizlikten şaşıran, güç bulmak için içkiye, esrara sarılan, fakat her geçen gün kaybolan, herkesin acıdığı, kınadığı, kaçmaya çalıştığı ve hatta yitip yuvarladığı bir belirsizliği taşıyan, kimlikli tabela.
Ve kaybolmuş fakat bulunan, lakin okunamayan bir kimlik, ne işe yarar ve ne çare olursa, ancak o kadar faydası dokunan ilkesiz, mesnetsiz, hedefsiz ve o nedenle de belirsiz bir hayatın tabelalaştığını düşünün.
Hatırlayın, değil mi günü birlik yaşadığımız bu hayatta, karşılaştığımız, şahit olduğumuz, fakat çare olmaktan uzak kaldığımız ve yinede hala bu belirsizliklere kapı araladığımız...
Bulunduğumuz çevrede, katıldığımız etkinliklerde, kimlik sorunu her zaman karşımıza çıkmıyor mu, bu sorunlar, fertlerin problemi değil mi?
Her insan, üzerine düşen sorumluluğun farkında olsa,keyfiyet ve mecburiyeti ayırsa, toplu olarak yaşanılan mekanlarda, saygı ve duyarlılık ön plana çıksa, egolarımız bir müddet rafa kalksa, kimliğimizden ne eksilir?
İştirak edilen veya bulunulan ortama müspet ve kabul gören katkımız olsa, fedakârlık ve anlayış öncelikli olsa, daha iyi olmaz mı, bunlar yapılamaz mı, düşünen insanlar bunu başaramazlar mı?
Yeter ki samimi olalım, kendimizi avutmayalım, neyi niçin yaptığımızın farkına varalım, neticesinin muhasebesini bir yapalım.
Hayat devam ediyor ve o nedenle de, neslimizin geleceğini katiyen unutmayalım, elimizden geldiği kadar katkıda bulunalım, yanlışa adettir, töredir diyerek uymayalım ve uygulayana yardımcı olmayalım.
Taklitten sürekli mukallit olmaktan oldukça kaçınalım, bunları uygulamak çok mu zor, başarılamaz mı,bunlara alternatif olacak pozitif yenilikler yapılamaz mı?
Bunları önemsemediğimiz vakit tekamülün, terakkinin, sosyal açılımların ne anlamı kalıyor şöyle bir samimi düşünelim.
Değer yargılarımız, değişmez sandığımız, mümkün görmediğimiz, hayrete düştüğümüz onlarca örf hızlı değişim sürecinde dumura uğradı.
Sormadan, ne derler acaba demeden, mali yönümüzü düşünmeden, geleneklerimizi önemsemeden, küreselleşme adına öyle bir değişim yaşanıyor ki!
Ulaşım, koordinasyon ve teknolojik yenilikler sebebiyle, mıknatıs gibi adeta seni, sana bırakmadan çekiyor,direniyorsun,gücün kalmıyor,takatsiz kalıyorsun acındırıyor.
Bizler yeniliklere ve değişime hazırlıklı olamadığımız veya anlamadığımız için, bir süre tepki göstersek de, netice değişmiyor, yani bir şekilde kabul ediyoruz, kullanıyoruz ve uyguluyoruz, dolayısıyla müeyyidelerimizi bu şartlara göre tespit etmek zorunda bırakılıyoruz..
O zaman demek ki, zemin ve sıhhat şartları incelenerek, sosyal dengeler gözetilerek, yöresel asabiyetler terk edilebilir.
Onun yerine daha güzel, evrensel oluşumlara paralel olarak, konunun ön yargısız, bilgiyi tarafsız kuşanmış, halkı için ilim yapmış, toplumunu dışlamamışlar…
Milletini iyi tanımış, milletinin tarihini özümsemiş, gelişimini sosyolojik olarak incelemiş, halkının tepkisini, kutsallarını ve dünyadaki mevcut değişimi ve bu sürece katkıda bulunan ülkelerin, gerekçelerini ülkesi adına tahlil edenler…
Sathın stratejik temayüllerini, en güzel biçimiyle inceleyerek tespitler yapmak, ayrıca ve en önemlisi de, tarihin ibret derinliğinden ivme kazanarak gayret edenler…
Toplanan bilgileri ve oluşan projeyi, insanı, çevreyi ve ekonomiyi bilen uzmanlar kurulunun tartışmasına açmak, adına uğraşanlar…
Sempozyum, panel, açık oturum ve anketlerden oluşan, araştırma, etüt, inceleme ve çözüm üretme merkezlerinin kararlı ve tarafsız olarak denetimlerini artırmak, ayrıca bu merkezlere daha fazla yatırım yaparak, imkanlarını çoğaltmak, için çalışanlar…
Bu oluşuma halkın katkısını ve katılımın takibini yaparak, reaksiyonu ve aksiyonu sükunetle tahlil ederek, mukayese etmeyi başaranlar…
Tespit edilen, popülist yaklaşımları ve tahrik unsurlarını, ayrıca arşiv oluşturup değerlendirerek, ortaya çıkan projeyi mihenk nedeni saymak…
Ülkenin cumhur başkanı, devletin başı olması nedeniyle;
Bu teşekkül edilecek kurulu, o makama bağlayarak atama, görevden alma yetki ve sorumluluğunu bırakmak.
Meclisin bu kurula olan ilgisi ve katkısı oy bakımından referans sayılarak;
Muhtarların ve belediye başkanlarının, yatırım ve inceleme konusu projelerini özellikle seçmelerini sağlamak ve cazip projeye katılım zeminini oluşturmak ve bu konunun önemine vurgu yapmak asıldır.
Sürekli düşünmek, irdelemek, muhakeme etmek ve çözüm üretmek bireyler için tabi olan hasletlerdir.
Bende tabi olan ne varsa onları yapmak istiyorum, farklı bir şey değil, dolayısıyla her kez yapıyor benimde yapmam gerekiyor diyemem.
Düğün hazırlıkları olanca hızıyla devam ediyordu, düzen düzmek için öz mesture ve tesettür giyim ismi ile çalışan mağazalardan ihtiyaçları aldık, mütevazı olarak elimizden ne geliyorsa karşılıklı konuşarak düzen işini anlayışla hallettik.
Davetiyeleri bastırdım, çerezleri aldım, her işe ben koşturuyordum, mali yönden son derece kısıtlı bir bütçem vardı.
Öyle ki, gelin konvoyu için tuttuğum taksilerin parasını ödeyecek durumda değildim, onun için gün evveli taksi durağına giderek ön anlaşmamı ve ödeme programını konuşmuştum.
Hülasa eğer ben evlenirsem, evlenemeyecek hiç bir insan tanımıyorum demiştim, daha zorunu görmediğim için.
Çünkü yük tamamen benim üzerimdeydi, o günlerde Cenabı Hakkın yardım ve inayetini her zaman gördüm.
Düğünde yemek verilecekti, onun hazırlıkları ve malzeme alımları yapıldı, nihayet her bir hazırlık tamamlanmış, yeni çıkan sorunlar son derece hızlı biçimde çözüme kavuşturuluyordu.
Düğün herhangi bir salonda değil, evimizde yapılıyordu, yemeklerde arka bahçemizde dizilen masalarda ikram ediliyordu.
Bacılarım, yakın akrabalarım mutfak işlerini gayet güzel götürüyorlardı, seri olarak yemeklerini yiyenler kalkıyor, diğer misafirler oturuyorlardı.
Kına gecesi dini motiflerle yapılıyordu, karşı komşumuz Ağırnaslı Ahmet amcaların evine misafirler alınmıştı.
Hacı kılıç cami imamı Veli hoca ve düven önünden hastane caddesine dönüşteki solda bulunan cami imamı Mehmet Gacır hoca ile beraber ilahiler, kasideler ve sohbetlerle devam ediyordu.
Bizim evde hanımlara tahsis edilmiş, orda da benzeri uygulamalar yapılıyordu, sülalemizde ve mahallemizde ilk defa böyle farklı bir düğün olgusu gelen misafirler tarafından görülüyordu.
Alkol yoktu, çalgıcılar bulunmuyordu, nara atmak, güç gösterisi yapmak, bay, bayan karışık oturmak ve oynamak imkanı yoktu, oldukça sakin ve sükunetli geçiyordu.
Kınalar geldi dualarla yakıldı, sağdıç ve arkadaşlarım sağ olsunlar görevlerini ihmal etmediler, her zaman fedakarlık gösterdiler.
Nisan ayının dokuzuncu gününde, düğün konvoyu hazırlıklarını tamamlamış olarak ayrılmışlardı, ben evde kalmıştım.
Bacılarımdan büyük olan Hayriye ablam, gelininin koluna girerek ve babasından teslim alarak şehir turu yaptırmışlar.
Nihayet konvoyun korna sesleri uzaklardan duyulunca, annem ve diğer yakınlarım karşıladılar ve gelinlerinin koluna girerek içeriye aldılar.
Ben bahçenin kenarında duruyordum, pür dikkat bir vaziyette etrafı, oluşumları kolluyordum.
Aynı zamanda uzaktan bakarak, orda bulunmanın heyecanını, keyifli bir şekilde deruhte ediyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, düğünümüz huzurlu bir şekilde, vukuatsız ve dualarla nihayet bulmuştu.
Babamın bir oğlu olduğum için, babamlarla beraber kalıyorduk, dolayısıyla aynı evi paylaşıyorduk.
Mütevazı, huzurlu ve hayatı dolu olarak yaşamaya başlamıştık, boş vakitlerimizde bahçemizi belliyor, ekiyor, sitil yapıyor, çapalıyor, ayrık otlarını temizliyor ve çaylarımızı yudumluyorduk.
Ben aynı işyerinde çalışmaya devam ediyordum, epeydir görüşemediğim gazete temsilcisi Zeki efendi;
Artık bu işi daha fazla götüremeyeceğim memleketim Edirne ye gideceğim, gel şu temsilcilik işini sen yürüt dedi.
Ben gazetecilikten ne anlarım ki temsilcilik görevini üstleneyim,dedim.
Sonra milli gazete abone sayısı 150-200 adet civarındaymış, bu rakamla büro kirası, dağıtıcı parası, kısacası masrafların çıkması mümkün görünmüyordu.
Dolayısıyla evimizi nasıl geçindireceğimiz belirsizdi.
Zeki efendi gazete bayisinde epey borç biriktirmiş, abonelerde güven kalmamış, sabit bir büro tutulmamış, şimdiye kadar temsilcilik ticarethanede yürütülmüş, yani temsilciliğin cazip olan hiçbir tarafı bulunmuyordu.
Fakat bir tarafta da bizim gazetemiz diye sahiplendiğimiz, bir gazetenin içler acısı durumu beni çok üzüyordu.
Çevremden, tanıdığım esnaflardan küçük bir araştırma yaptım, genel olarak yardımımız olsun diye alıyoruz dediler.
Çoğu zaman okumuyoruz bile, demeleri beni ayrıca çok şaşırtmıştı, çünkü günlük bir gazete mutlaka ihtiyaç olduğu için okumalı ve bu maksatla alınmalıydı.
Hiç unutmuyorum, Şerafettin Elmas taş’ı ve Hüseyin Ekinciyi bu arkadaşlar gazeteye abone olmamışlardı,uğraştık fakat yinede yapamamıştık.
Gerekçeleri ise tespih çekmeye ancak fırsat buluyoruz, onun içinde gazete alıp okumuyoruz demişlerdi ve bende çok şaşırmıştım zira hiçte inandırıcı gelmemişti.
Hüseyin Ekinci bir iş hanında halı ticaretiyle uğraşıyordu,Şerafettin Elmastaş ise Şaban beyin fabrikasının duvarlarını örüyordu.
Ben zikir etmenin,tespih çekmenin veya kitap okumanın günlük bir gazeteyi okumakla ne ilgisi var, hala anlayabilmiş değilim.
Yaptığım araştırmalarda bu gazetenin piyasa şartlarında prestij kazanması ve özellikle zihinlerde oluşan olumsuzluklardan temizlenmesi gerekiyordu.
O nedenle kararımı verdim,çalıştığım iş yerinden ilişkimi kestim ve bir hafta süreyle gazete nereden alınıyor,nasıl dağıtılıyor tespitlerini yaptım.
Abonelerin kimler olduğunu, iş ve ev adreslerini, bizzat bisikletle gezerek gazeteyi abonelere dağıttım ve böylece işi öğrenmiştim, dolayısıyla bu havayı teneffüs ederek, abone ve dağıtıcının psikolojik ortamını deşifre etmiştim.
Hemen acilen bir büro tutmam gerekiyordu, koltuk, masa, ne gerekiyorsa telefon dahil, bu zamana kadar hiçbir şey mevcut değildi, zira gazetenin kayseri temsilciliği adressiz olamazdı.
Hülasa bir temsilcilik bürosunun oluşumları için masraflara ve bunun için bizde bulunmayan paraya ihtiyaç vardı.
Ben kişilik olarak dost ve ahbaptan para istemeyi, borç olarak talepte bulunmayı, pek beceremem onun için talebimi bir müddet tehir etmeyi uygun görürüm ve şartlarım müsait olunca istediğimi gerçekleştirirdim.
Fakat bu iş geciktirilemezdi, zira günlük ve sürekli koşturmayı gerektiren bir iş tercihiydi, her kim işlerinin takip ve tespitlerinde, işinin gereklerini yerine getiriyorsa, başarıda aynı istikamette neticesini vereceği belliydi.
Sabah saat,7,30 civarında abonenin eline günlük gazete geçmiyorsa, saat,11.00 veya öğleden sonra geçiyorsa, o gazeteyi ve okuyucusunu bir düşünün.
Gazete bayilerinde saat 8.00 den önce gazete bulunuyorsa, aboneler neden dört saat sonra gazetesini okusun, üstelik Pazar gününün gazetesini de Pazartesi günü okumak zorunda kalsın.
Bu sorunların niçin düşünülmediğini ve neden çözümler üretilmediğini anlamak hiçte zor değildi.
Sorunların en önemlisi olan, günlük gazetenin dağıtımı yapılamadığı vakitler, İstanbul’dan gazete gelmedi diyerek, suçu gazetenin merkezine havale edilirdi veya neden gazete iki günde bir geliyor dendiği zaman, abonelerden paraları toplayamadığımız için, bayiden gazeteyi alamadık diyerek, kendilerinin güya masum olduklarını ima ederlerdi ve böylece işin içinden çıkarlardı.
Birde hiçte hoş olmayan, nezaket kurallarına asla uymayan biçimde, burçak dağıtımın sahibi Mustafa beyi gıyabında, özellikle milli gazetenin dağıtılmasını engellemekle suçlayarak, abonelere şikayet edilirlerdi.
Oysa ki dağıtım şirketi bir ticaret hanedir, siz müeyyidelerinizi yerine getirdiğiniz zaman, şirket para kazanıyor, neden size engel çıkartsın!
Sur iş hanının ikinci katında bir büro kiraladık, arkadaşım diş doktoru Orhan Aslanlaş beyin manevi katkıları her zaman olmuştur.
İslam mobilya isminde, mobilya imalathanesi bulunan sevdiğimiz güzel insan Hamdi Kamberli bey sağ olsun, senet karşılığında büroya koltuk takımını ve acele ihtiyaç duyulan her ne varsa almıştık.
Artık bizim gazetenin de şehrimizde bir temsilciliği vardı, hem de şehir merkezinde bulunuyordu, Hunat camisinin karşısında bulunuyordu, o bakından adresi ve ulaşılması çok kolay olan bir mekandı.
Şehrimizde temsilciliğini yaptığımız gazetemiz, artık abonelerimize erken saatlerde ulaşıyordu.
İki kişiden oluşan dağıtım ekibini ve dağıtımda kullanacakları bisikletlerini satın alarak, bu arkadaşların abonelere yetişmelerini kolaylaştırmaya çalıştık.
Gazete ve dağıtımın ne demek olduğunu, aksamaların nelere sebebiyet vereceğini, lakaytlığın ve umursamazlığın çalışanı saf dışı bırakacağını anlatıyordum.
Böyle bir iş dalı olduğunu izah ederek, elemanları böyle yetiştirerek, yeni abonelerin kaydını yapıyor, ayrıca sorunları dinlenerek tespiti ve çözümleri üretilmeye çalışılıyordu.
Temsilci olmam sıfatıyla, daha önceleri yıpranan ilişkileri, düzeltmek maksadıyla Java motorumla gelerek, ana bayiden gazeteyi bizzat kendim alıyordum.
Saat kaçta biliyor musunuz? sabah 04.30 veya 04.45 civarında, Ankara’dan kamyonla gazeteler gelir ve hemen tasnifi yapılırdı.
Ben kendi gazetemi alarak büroya giderdim, elemanlar gelene kadar abone tasnifini yaparak, dağıtılmaya müsait hale getirirdim.
Her güne böyle başlardım, gazetecilik mesleği çok farklı bir iş koludur, zeki, çalışkan, fedakar ve sabırlı olmayınca neticeye de ulaşmak gayri kabildir.
Ana bayi ye ben değil de görevli arkadaşı göndersem, en ufak bir sorunda gazeteyi alamadım diyerek geri geliyor, ne oldu, niye ,neden, sorularına dahi sıhhatli cevaplar alamıyorduk.
Gözlerinden uyku akıyordu zavallıların, böyle işin en can alıcı vaktinde çalışan birey, zinde ve görev bilincinde, rızkının peşinde olamazsa, başarıda o nispette zayıf olur elbette .
Böyle bir insan, o saatte gözüne ilişen önemli bir parayı bulsa, inanıyorum ki gözleri fal taşı gibi açılır, uyku falan kalmaz, bunun sebebi nedir illaki belli.
O an bulunan para, her anda kaybolur, yok olur, ter dökmeden, emek vermeden elde edilen her şey bir şekilde buharlaşır.
Dolayısıyla acıkmayan bir insan, oburluğundan eline geçen her yiyeceği, hiçbir sınır tanımadan yiyebiliyorsa, böyle bir insanın irade ve istidat duyarlığı kaybolmuştur.
Binaenaleyh bu gazetecilik mesleği araştırmayı, tahmini, refleksleri, bilgiyi ve en önemlisi de hızı çok sever.
Plan, prensip ve iş disiplini dahilinde zor günleri aşmıştık, çalışan arkadaşların maaşları, günlük giderler ve kira parasını şimdiye kadar kimseye söylemediğim!
Fakat şu an sizlerle paylaştığım, sevgili eşimin göz nuruyla ilmek ilmek,her sırasında besmele çekerek!
Sabahları erkenden kalkarak, beni yolcu ettikten sonra, aile bütçemize katkıda bulunmak için,oturup dokuduğu halıyı satarak karşılıyordum.
Bunu kimse bilmiyordu, ne yiyoruz, nasıl geçiniyoruz, masrafları neşelik de karşılaşıyoruz kimse tarafından merek edilerek sorulmuyordu, zannedilen ise çalışan herkese gazeteden maaş geldiği veya karşılandığı noktasındaydı.
Oysa ki hiç alakası yoktu, ne maaş, ne gazete hiçbir şey yoktu, sadece reklam alınırsa onun bir kısmı veriliyordu.
Daha önceleri İstanbul dan belirli sayıda gazete geliyormuş, fakat bunu da yasal olmadığı gerekçesiyle ana bayi engellemiş, çünkü taahhütleri öyleymiş.
Ben abone sayısını artırmak için çok çalışıyordum, bir Java motorum vardı, on iki ay üzerinden hiç inmezdim, bu bakımdan oldukça hızlı ve dakiktim.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, 150-200 olan abone sayımız 1200 adeti bulmuştu.
Her gün okurumun eline gazetem ulaşsın diye, 11adet olan abonemi, mağdur bırakmamak maksadıyla, motorumla her gün bu11 gazeteyi her gün Taksana götürürdüm.
Bu götürdüğüm gazetelerin, benzin masrafını karşılaması mümkün değildi, fakat ben gazeteyi götürürken şu düşünceyi taşıyordum.
Sıladan, gurbetten, dünya insanlarından sıcak haberleri maksatsız bir ölçüde yazan, çözümler sunan, aynı zamanda eğiten bir mektup veya dostlardan geleceği merakla beklenen haberler ve hareket yelpazesinin bir pusulası olarak telakki ediyordum.
Gazetemiz adeta şaha kalkmıştı, sosyal ve kültürel amaçlı hediyeler vermeye başlamıştı.
Bunlardan halı seccade, battaniye ve üç aşamalı, oldukça güzel kalarmatikler, bunlar aynı zamanda kupon karşılığı verildiği için, fiyatının çok altında okuyucuya ulaştırılıyordu.
Dolayısıyla oldukça hareketli ve yoğun bir şekilde çalışıyorduk, şehrimizdeki gazetecilerin gündemine girmiştik, başarılarımız konuşulmaya başlamıştı.
Ben birkaç gazeteden teklifler almıştım, beraber çalışalım diye fakat bu tekliflerden daha çok beğendiğim, ana bayilik yapan ve Burçak dağıtımın sahibi olan Mustafa beyin şahsıma iltifatta bulunmasıdır.
Dünya gazetesinin temsilciliğini almamı teklif etmesi ve ısrarcı olması benim için önemli bir olaydı.
Teşekkür ederek teklifini geri çevirdim, çünkü biz bu işleri görev ve hizmet bilinciyle yapıyorduk.
Başka türlü izahı mümkün olabilir mi, hiçbir kazancı olmayan, masrafları cebimizden çıkan, böyle bir işe kimler sahip çıkar ki!
Halı seccadeler gelmişti, üç renkti, en çokta yeşil rengi tercih ediliyordu.
Fakat o rengin sayısı sınırlıydı, tarafımdan yapılması gereken, çuvalların ağzını tam açmadan, sıraya giren herkese, rengini dahi görmeden, kısmetine düşeni almasını sağlamaktı, böylece gayet güzel ve uyumlu gidiyordu, itirazlar kesilmişti.
Bu konuda o kadar titiz davranıyordum ki, bacım dahi geldi, o da herkes gibi kısmetine düşen rengi alarak ayrılmıştı.
Yine bir gün dağıtım devam ediyordu, gürültü duyuldu, elemanlara hayırdır ne oldu diye sorunca, sırayı ihlal ederek öncelik ve ayrıcalık isteyen, biraz tanıdığım, kentimizin elektrik kurumunda çalışan, Abdullah isminde mülayim görünen, aslında hiçte öyle olmadığını hareketleriyle ispatlatan bir insan tanıdım.
Konu neymiş bu beyefendi kardeşimiz, istediği rengi almak durumundaymış, sebepte kendisi bu davanın insanıymış, yani olay bu kadar basitmiş.
Dinledim, sakinliğe davet ettim, örnekler gösterdim, hala ikna olmuyordu,çuvalın içinden beğendiği renge bakarak alacakmış, kabul etmem mümkün değildi, şimdi gidinde başka bir gün, daha sakin olarak gelin dedim.
Fakat ne mümkün, ikna olmuyordu, ben kişilik olarak kavgaya, gerginliğe müsait yapıda bir insan değilim, sakinliği ve huzuru daha çok severim.
Baktım ki insanlar galeyana gelecek, adamı tepeleyecekler, dayanamadım müdahale ettim, derhal burayı terk et, yoksa aşağıya atarım seni diye bağırdım.
Adam şaşırmış olmalı ki, gözlerime baktı ve hiç seslenmeden bir adet halı alarak, kafasını sallayarak bunu unutma, sana gösteririm der gibi kafa sallayarak ayrılıp gitti.
Bizim arkadaşımız olduğunu söyleyen bu enteresan insan, bize göre yanlış tutumuna göz yumulmadı diyerek selamı ve konuşmayı yıllarca kesti, bir mecliste karşılaşırsak bile hala kinle,husumetle bakıyor.
Ne enteresandır ki, bu insan yıllarca, Hak geldi, batıl zail oldu diyebiliyordu, ne hazindir ki, ben samimiyetine kesinlikle inanmıyorum, böyle bir insanla paylaşacak, ortak bir paydam bulunamazdı.
Gazetenin genel merkezinden İstanbul’a davet edilmiştik.
Her ay mutat olarak, il temsilcileri toplantısı yapılıyordu, o nedenle de epeydir gitmediğim fetih ve dünya kenti olan şehre yine gidiyordum.
Terminalden otobüsle ayrılmıştık, yanımda oturan arkadaş, kalabada bulunan kireç fabrikasında çalışıyormuş, elektrik mühendisi olduğunu öğrendiğim bu insan, orta boylu, biraz kumral ve konuşmaya müsait bir yapıya sahipti.
Epey sohbet yaptık, bazen uyukladık, zamanla çaylarımızı yudumladık, yolda seyir halindeydik.
Aracın kaptanı iki koltuk önümüzdeydi, arkasında oturan bayanla öyle sulu bir sohbete dalmıştı ki, tüm yolcular dikkat kesilmiş onları dinliyorlardı.
Aracın arka koridorundan bir adam geldi ve şoföre doğru yönelerek,ön kapının basamağında ayakta duruyordu, niçin orada durduğunu doğal olarak merak ediyordum, bu yüzden dikkat kesilerek bakıyordum, mavinden ikinci kaptan olduğunu duyarak öğreniyorum.
Bu arada araç aniden öyle bir sarsıldı ki, ön kapının orada duran ikinci kaptan, kolunu ve başını şiddetli bir şekilde ön göğüse çarptı, tabi olarak yaralandı ve kanın aktığı ön koltukta oturanlar tarafından görüldü.
Bu arada aracı sıkıştıran olmamış, önüne çıkan yokmuş, lastik patlamamış, çukur çıkmamış, peki ne oldu da araç böyle aniden sarsıldı, diye merak ederken!
İkinci kaptan kızarak geldiği yöne doğru ilerliyordu, tabi meseleyi tahmin etmemiz çok zor olmadı.
Meşhur kaptan bey, ikinci kaptanın boşta olduğunu anlayınca, direncini ölçmek için böyle bir eyleme kalkışmış, ne diyelim kaptanların duyarlılığını böylece panik yaşayarak anlıyoruz.
Haliç köprüsüne doğru yaklaşıyoruz, hava oldukça sisli, yerler çiğ düşmüş yaş ve tabi olarak kaygan, bizim kaptan için bu tehlikeli durumlar hiç fark etmiyor, sağ olsun arkasındaki bayanla, sohbete devam ediyordu, gülüyorlar, kahkaha sesleri geliyordu.
Artık sabrım kalmadı çok rahatsız olmuştum, ayağa kalktım şoföre ve bayana müdahale edecektim, kendine gelmelerini söyleyecektim, yanımdaki arkadaş, Mustafa bey gel boş ver, zaten az bir yolumuz kaldı dedi.
Kararlıydım, birilerinin keyfi uğruna, daha fazla rahatsız olamazdım, önümüzdeki koltuktan tutarak ilerliyordum ki, birden şoförün feryat ederek bağırdığını ve otobüsü durduramadığını fark ettim.
Kaptan arkasında oturan enteresan bayanla, yaptıkları muhabbetten dolayı dikkati dağınıktı, bu sebeple haliç köprüsünde kitlenen, trafik kazalarını hiç fark etmemiş, çok geç kalmış.
Frene dokunmuş ama ne mümkün, araç durmuyor kayıyor, hızda zaten mevcut, mübarek sanki kör gibi vardı, demir yüklü kamyona arkadan güm diye vurdu.
Şiddet ve sarsıntı oldukça fazlaydı, ön camlar kırıldı, direksiyon eğildiği için kaptan sıkışmış bağırıyordu.
Yol boyunca şoförün konuştuğu, fakat kimin nesi olduğu belirsiz bayanın, ağzı kanıyordu,fakat bu arada bağırarak terliğini arıyor, yolculardan ağzı, burnu kanayan, kolu kırılan oldukça fazlaydı, takriben kırk civarında araç birbirine girmişti.
Devrilen, deposu delinen, can çekişen, araçların altında kalan, çok sayıda insan vardı, aman ha sigara yakmayın benzin ve mazot depoları patlar diyerek anons yapıyorlardı.
Benim en çok dikkatimi çeken, seyir halindeyken, kimseyi umursamayan, kaptanla lâkırdı yapan bayanın, bir anda şoförü en büyük hain ilan etmesiydi.
Şoför can çekiştirirken, kemerinden aşağısına direksiyon kitlenmiş kıvranıyordu, yardım istiyorken, yol arkadaşı meçhul bayanının, bunları gördüğü halde, umursamadan sarsıntı nedeniyle, şoförün yanına düşen terliğini almak için, benden yardım istemesiydi.
Kaptanın feryadını duyarak, ben ne yapabilirim diye düşüneceğine, hiçbir öneme haiz olmayan terliğinin derdine, düşmesine ne demeliydi.
Dayanamadım, bağırıp durma behey kadın! Eğil ve dizini kır, terliğini şu aradan al, demek durumunda kaldım.
Fakat seyir halindeyken, bir hanımefendi gibi olabilseydi, tabi ki bende hiç tereddüt etmeden, terliğini alır kendisine verirdim.
Elimizden ne geliyorsa esirgeyemezdik, herkese yardıma koştuk, daha sonra kaza mahallisinden ayrılarak, gazetenin top kapıdaki, genel merkezine gitmek için, hedefime doğru yöneldim.
Ben genel merkezi iyice tanımak ve kanaat sahibi olmak için geziyordum,elimi yüzümü yıkadım yemek haneye çıktım ve çok şaşırdım.
İnsanın midesiyle alakalı bir mekanda bir tebessümü, neşeyi veya hoş geldiniz, nasılsınız demek hasletlerini hiç göremedim, adeta buharlaştığını, rafa dahi kalkmadığını yakinen gördüm.
İnanır mısınız, kadavra salonuna mı geldim acaba, diye kendime soru yönelttim, buz gibi bir mekan, muhabbet hiç yok, sanki bunlar dilleri yabancı insanlar, bakımsız odalar beni daha çok hayali sukuta uğratmıştı.
Toplantı vakti gelmişti, bizleri bir salona aldılar, salondaki atmosfer, diğer yerlerde gördüğüm kadar, soğuk değildi, tam tersi bir oluşumdaydı, umduğumuz kadar olmasa da kadavra salonu kadar da değildi.
Sadece bir fark vardı, ilk tespitlerim çalışanlar üzerindeki kanaatlerimdi, ikinci tespitlerim ise idarecilerden oluşan kadrodan ibaretti.
Yine bir çok soru ünlem işaretleri, bir anda zihnimi işgal etmişlerdi.
Gazetenin genel merkezindeki toplantıyı, sahibi durumundaki yönetici Mustafa Karahasanoğlu yönetiyordu.
Ülkü Kumral, Halil Gölve, Necdet Kutsal, Hasan Maden ve bir çok isimlerini yazamadığım yazar bulunmaktaydı.
Mustafa Karahasanoğlu bey açış konuşmasını, tespit ve tavsiyelerini yaparken en çok dikkatimi çeken, mimik ve ifade şekliydi, sanki karşımızda Erbakan hoca oturuyordu onu dinliyorduk.
Başarılı olan il temsilcilerine, söz hakkı veriliyordu.
Kendi illerinde ne gibi bir çalışma yapmışlar ki böyle bir başarıyı yakalamışlar, bu açıdan çalışmaları hakkında, anlatımları sağlanarak diğer temsilciler bilgilendiriliyordu.
Anlatılanların temsilcilere örnek olması ve çalışma prensipleri tarafımızdan özetleniyordu.
İl temsilciliğinde Kayseri, başarı sıralamasında üçüncü şehir seçilmişti.
Mustafa Karahasanoğlu bey özellikle, Kayseri temsilciliğinin, benden önceki tiraj durumuyla ve şimdiki durumun mukayese edilemez, olduğunu söylemesi, beni ayrıca sevindirmişti.
Ve benin için en önemlisi de başarı sıralamasında, ilk iki sırayı paylaşan il temsilcilerinin açık hesapları bulunurken,üçüncü olan Kayseri temsilciliğinin açık hesabı bulunmuyordu.
Bu rahatlık içinde, gazetenin daha çok başarılı olması için, yaptığım tespitleri ve temsilciliklerdeki temel problemleri sıralamıştım, haklı bulundum bu nedenle ilgililer notlarına kaydettiler.
Bizler için çok verimli bir toplantı olmuştu, artık ayrılma zamanı gelmişti.
İstanbul da ikamet eden ve amcamın oğlu olan yaşıtım Mehmet, sağ olsun her gittiğimde yakinen ilgilenir, elinden geleni esirgemez ve böylelikle beni ihya ederdi.
Mehmet beni top kapıdan uğurladığında Mehmet’i ve anılarımı düşünüyordum.
İstanbul’a ilk gelişimdi, Osman ağabeyimin düğünü vardı, o nedenle davetliydik, sevgili babam tek amcalarıydı.
Babam rahmetlik amcamın, iki yaş büyüğüydü, fakat amcam, babamın her işine yıllarca koşturmuş ve bu bakımdan da, babalarının hatırasına olan hürmeti, her zaman gösterirler ve bu konuda kusur etmezlerdi,ayrıca amcalarını da çok severlerdi.
Akşam düğüne gidecektik, vakit çoktu, biraz yorgunluk hissettim, Mahmut paşadaki dükkanın arka bölmesine uzandım, biraz uymuş olmalıydım ki, gürültü ve gülme seslerine uyandım.
Dışarıya çıktım, baktım ki bizim Mehmet ve dükkan komşuları beraberce mum tablalarını kırmaya çalışıyorlardı.
Kalınlığı sekiz santimden aşağıda olmayan, kırk çarpı otuz ebadında bulunan, mum kütlesine vurarak, kırmaya çalışıyorlardı.
Hararet oldukça fazlaydı, iki kişi denedi kıramadı, elleri acımış olmalı ki, ovalıyorlardı.
Orta yaşlı biri beni göstererek, Mehmet’e kim olduğumu sordu, amcamın oğlu Kayseri den düğünümüz için geldiler dedi.
Adam çok uyanık birine benziyordu, ana doludan gelen yiğitler sıkı olurlar, birde arkadaş denesin demez mi!
Ben zaten şaşkınlığımdan onlara bakıyordum, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum.
Böyle bir teklifi hiç beklemiyordum, Mehmet bana şöyle bir tereddütle baktı, sen bilirsin dercesine sessiz bir şekilde kaldı.
Mehmet’in o masum hali olmasaydı, kesinlikle denemeye kalkmazdım, fakat neye mal olursa denemeye karar vermiştim, hedefim olan mum tabağına yaklaştım, nefes aldım, gücümü topladım, bu arada hiç kimseden çıt çıkmıyordu.
Gücümüm yoğunlaştığı kolumu, dolayısıyla bileğimi tereddütsüz bir şekilde, var gücümle öyle indirdim ki, insanlar daha da şaşırmış vaziyette bana bakıyorlardı.
Maalesef mum kırılmıştı, Mehmet bana sarılmıştı, bende hiç bozuntuya vermeden köşeme çekilmiştim.
Kimseye söylemiyordum fakat, bileğim ve elim iyi ağrımıştı, hiç sevinememiştim, bir müddet sonra ağrı azaldı ve böylece unuttuk gitti.
Akşam dükkanı kapatmıştık, herhangi bir mağazaya giderek Mehmet’e takım elbise alacaktık, birkaç yere baktık, sonunda bir yerden, beyaza yakın olan bir renk beğenerek, pantolonun hazır hale gelmesini bekledik ve nihayet aldık.
Düğün bitmişti, sabah Mehmet beni Ataköy plajına götürmek istiyordu, benim denize girmek adına ilk tecrübem olacaktı.
Olur gidelim diyerek ayrıldık, nihayet plaja girdik, üzerimizi değiştik, benim tenim hiç güneş görmemiş olduğundan, adeta bağırır gibi ortadaydı, fakat bu kimin umurundaydı.
Bu benin denize ilk girişimdi, fakat yüzmeyi biliyordum, yılana sarılmamak için öğrenmiştim, samırsaklı ırmağında, oysaki yüzmeyi öğrenmek oldukçada basitmiş.
Öğrenmek için ne yapmıştım, Ahmet’ten, Mehmet’ten yardım istememiştim.
Su yüzünde yüzerken gördüğüm, beyaz fıs fıs diye bilinen, beyaz eşyaları korumak maksadıyla aralarına konan, suyun batırmaya gücünün yetmediği nesneyi, karnıma kemerle bağlayarak, kendimi suya atmıştım.
Öyle yüzüyordum korkum yoktu, saatlerce sudan çıkmıyordum, yorulmuştum dinlenmek niyetiyle sudan çıktım ki, karnıma bağladığım fıs fıs yoktu.
Şaşırdım kaldım, ne zaman çıktığını hiç fark etmemiştim, hemen tekrar suya daldım ki, yüzmeyi aslanlar gibi öğrenmiştim ve buna da çok sevinmiştim, dolayısıyla kendime olan güvenimi tazelemiş ve ayrıca kuvvetlendirmiştim.
Plajda rasgele yüzüyorduk, ilk defa bayanları plaj kıyafetiyle görüyordum, ama inanın hiçbir cazibesi bulunmuyordu, rahatsız bile oluyordum.
Böyle kendi halimde yüzerken, sırtımdan birisi aniden bastırınca, ilk defa deniz suyunu yutmak zorunda kalmıştım.
Deniz suyu, biraz tuzlu ve balık kokusunu içinde barındırıyordu, yutmak zorunda kalanlar için, hiçte keyifli olmayan bir durumdu, rahatsız olmuştum, böyle gafil avlanmak, benim hiçbir zaman tarzım değildi.
Sağ olsun amcazadem Mehmet zahmet buyurmuş ve beni sırtımdan suya batırmış, içimden tamam canın sağ olsun diyerek yüzmeye, o unutana kadar, devam ettim.
Suyun içinden giderek ters döndüm ve Mehmet’in göbeğinin altına geldim, belini kavrayarak onu dibe çektim ve bir müddet sonra bıraktım.
Mehmet çok korkmuş olarak dışarı çıktı, birazda su yutmuş tabi.
Misafir olduğum ve birazda yufka yürek taşıdığımdan, onun kadar acımasız davranamazdım, fakat ilk tecrübem olduğu için bu olayı hiç unutamam.
Artık vakit gelmişti, Kayseri’ye dönüyordum, yanımda hürriyet gazetesinin muhabiri olduğunu söyleyen bir arkadaş oturuyordu, birlikte seyahat ediyorduk.
Gecenin bir vaktinde gözlerimi nispeten dinlendiriyordum, saat 03.45 gösterdiği bir zaman diliminde, araçta bir hareketlilik olduğunu, kulağıma gelen farklı ve ahenk siz seslerden fark ettim.
Göz kapaklarımı aralayarak bir baktım ki, ters yönde duran bir araç, yolun ortasına usulsüz durmuş, üstelik uzun farlarını yakmış ve böyle bir vaziyette, el kol hareketleri yapıyordu, telaşlandık, bir şeylerin ters gittiğini anladık.      
Nihayet otobüs durdu ve biz araçtan aşağıya indik, el ve kol hareketleri yapan adamın, şaşkın bir vaziyette işaret ederek gösterdiği istikamete doğru yöneldik.
Aşağıya baktık ki ne görelim, karanlık olmasına rağmen, bir yolcu otobüsü, yolun kayganlığından, takriben 70-80 metre derinliği bulunan ve oldukça keskin olan bu uçuruma, takla atarak bir çırpıda yuvarlanmış ve sonunda gideceği bir başka yol olmadığından, en dip kısımlarda bulunan sıra selviler dediğimiz, kavak ağaçlarına dayanmış ve böyle bir vaziyette en nihayet durabilmiş.
     Aşağı kuytu yerden gelen seslere göre, bağıran, ağlayan, aracın altında kalan ve ölen, o kadar çok insan var ki, ne yapacağımızı şaşırdık kaldık.
Böyle vahim ve hazin olaylar karşısında, neler yapabileceğimizi öğreten, herhangi bir sivil savunma kursu almamıştık.
Bu bakımdan çaresizlik hat boyuna çıktı, aşağıya inenin tekrar yukarı çıkması mümkün görünmüyordu, çünkü aşırı dik ve bir o kadarda kaygan olan toprak yapısı, çamur olduğundan ayaklar, yer tutmuyordu.
     Karanlıktan pek fark edilmiyordu lakin, o kadar hızlı ve dik uçuruma, otobüs yuvarlanırken, şiddet ve sarsıntıdan doğal olarak tüm camlar kırılmış.
Dolayısıyla, camın boşalttığı çerçevelerden dışarıya fırlayan insanları, farklı yerlere savrulmuş cesetleri görüyorduk.
Ayrıca canı yanan, yaralanan, en yakınını kaybeden insanların feryatları, yüreğimizi dağlıyor, içimizi burkuyordu.
     Bu dramatik durum karşısında, tereddüt etmeye fırsat dahi bulamadan, yuvarlanarak aracın yanına geldim, fakat durumun aşağıda, çok daha vahim olduğunu, yakinen görerek öğrendim, bu halde ben ne yaparım telaşına düştüm.
     Yardıma koştuğumuz arkadaşlarla,yaralıları bir taraftan yukarıya gönderiyoruz, diğer yandan cesetleri bir kenarlara çekerek, aracın makaslarının altında sıkışan, bu nedenle de çok acı çektiği için bağıran, yaralının yanına doğru eğildim.
     Yaralı yan vaziyette yatıyordu, aracın makası kaba etine oturmuş, kıpırdaması mümkün değildi, öylece bağırarak duruyordu, tek bir çözüm gözüküyor, oda aracın kriko marifetiyle kaldırılmasıydı, fakat ne mümkün, nasıl kaldıracağız, kriko aklımıza geliyor, getirtiliyor ve deneniyor fakat son derece yetersiz kalıyor.
     Dört kişiyi buraya görevlendirdik, yukarıdan kamyon ve araçlarda ne kadar kriko varsa hemen aşağıya getirmelerini bağırarak söyledik.
Çok acele ederek,yaralıları yukarıya taşımaya çalışıyorduk, fakat o kadar çok zorlanıyorduk ki, gücümüz ve takatimiz kalmıyordu, ayaklarımız durmadan kayıyordu, ama yinede yılmadan bu işi, hakkıyla başarmaya çalışıyorduk.
Hala yukarda şaşkın bir vaziyette bekleyenlere,sesleniyorduk neden hala bakıp duruyorsunuz, niçin yardıma koşmuyorsunuz ve neyi bekliyorsunuz diye kızınca, üç beş kişi dayanamadı aşağıya indi, yardıma muhtaç o kadar insan vardı ki.
Saatler geçtiği halde, maalesef ambulans ve kurtarma ekiplerinden, hiç kimseler yoktu, yaralıları diğer küçük araçlarla sevk ediyorduk, tekrar aşağıya indim, ve bir arkadaşla, sekiz civarında cesedi kenara çektik.
Aracın makasının altında kalan, yaralının sesi kısılmıştı, lakin iniltisi hala duyuluyordu, fakat bu arada yardıma koşan, elinden geldiğini esirgemeyen insan sayısı, diğer araçların durmasıyla daha çok artmıştı.
Belirli yerlere krikolar ve halatlar takılarak, oldukça hassas bir şekilde, dengeli hareketlerle, aracı kaldırarak, yaralı insanı kurtarmayı ve aracın altından çıkarmayı başarmıştık.
Bu duruma o kadar sevinmiştik ki, bizlere moral bakımından adeta ilaç oldu, cesetlerin durumunu bir anda unuttuk, anladığım kadarıyla yolcular kıyafetlerinden, genel olarak dar gelirli ailelere benziyordu, öğrendik Kahramanmaraş’a gidiyorlarmış, çoğunun kıyafetleri yöresel izler taşıyordu.
Üç saatten fazla bir zaman diliminde orada kalarak, kazazedelerin yardımına koşmaya ve derman olmaya çalışmıştık, biraz faydamız olduysa, ne mutlu bize, en azından vicdanen acı çekmekten kurtulmuştuk.
Boşa söylemediler herhalde”iyilik yapmak, vicdanı acı çekmekten kurtarır “diye;
Hürriyet muhabirinin, aşağıya inmeye tenezzül etmeden, sadece bakması ve hiçbir yardımda bulunmaması, çok garibime gitmişti ve beni oldukça düşündürmüştü.
Kayseri ye nihayet geldiğimde, telefonla haberin özetini izah ederek, olay haberin, ilk olarak bizim gazetede çıkmasını başarmıştım.
Böyle görevli olarak, şehir dışına çıktığım zamanlar, büromuzda çalışan görevli arkadaşlar, gazeteyi bayiden alarak, abonelere dağıtımını yaparlardı.
Yine bir gün elleri boş olarak, gazeteyi almadan gelmişler, “hayırdır gazete mi gelmemiş” diye sordum, hayır gelmiş fakat, bayi sahibi Mustafa bey, bir gün ödemeyi geciktirdik diye, gazeteyi vermiyor dedi.
Peki neden ödeme yapmadınız diyerek sordum, abonelerden paraları toplayamadık, onun içinde bayi ye ödeme yapamadık dediler.
O zaman daha çok canım sıkıldı, ben buradayken sorun yaşanmıyor, ayrılınca problem başlıyor, bunu bana nasıl izah edeceksiniz, söyler misiniz dedim ve cevaplarını dahi beklemeden, hemen hızlı bir şekilde bürodan uzaklaşarak, motoruma atladım ve ana bayi ye bir solukta vardım.
Gergindim, içeriye hızlı ve sert bir şekilde girdim, iki kişiydiler konuşuyorlardı, selam verdim mukabelede bulundular, gözlerime baktılar, önce seslenmedim mevzuları bitsin diye, lakin ısrarlı bakışları müdahale etmemi kaçınılmaz kıldı.
Mustafa beye, siz nasıl ve hangi mantıkla, 1250 aboneye ulaştırılan bir gazeteyi, komik bahanelerle elemanlara vermiyorsunuz ve böylelikle dağıtımına engel oluyorsunuz diyerek sözlerime devam ettim.
Benim şehir dışında olmam nedeniyle, elemanlar ödemeyi bir gün geciktirmişler, bu günlük bir gazetenin verilmeme nedeni sayılamaz, sizi bu tavrınızdan dolayı kınıyorum diyerek konuşmama devam ettim.
Sakın bir daha böyle bir tutuma şahit olmayayım, aksi taktirde şu ana kadar gelişen ve müspet olarak seyreden hukukumuzu, gözden geçirmek zorunda kalırım, deyerek gazeteyi ücretini ödemeden aldım ve oradan hızlı bir şekilde ayrıldım.
O günlerde son derece kararlıydık ve birilerine karşıda, bir o kadar ön yargılıydık, fraksiyon çatışmaları çok ön plandaydı.
Bizim gibi düşünmeyen her kim varsa, zavallı, tebliğe muhtaç, kalb gözleri kapalı insanlar alarak telakki ederdik, çünkü bizlere öğretilen bunlardı, inanıyorduk.
O kadar enteresan ki, bir kimse içkimi içiyor, altın yüzük mü takıyor, bayanlar açık mı giyiniyor, hemen yargımız kati ve çok kesindi.
Namaz kılmıyor mu, haremlik selamlık uygulamıyor mu, kağıt, tavla veya okey oynuyor görüyoruz işte tamam yargımız kesindi.
Bizim dışımızda kalan insanlara, böyle çarpık bir düşünceyle bakmamızı, kimler önerdi, bu kanaat bizlerde nasıl oluşmuştu, yalnızca bizim söylemlerimizin doğruluğunu neye göre, tespit ediyorduk, ayet-hadis deniyordu ama biz bilmiyorduk.
Bizim insanlara şu veya bu şekilde diyerek, ön yargıyla bakmamız, onlardan uzak kalmamız, bizlere ne kazandırıyordu, hala merak ederim.
Asabiyet ve gerginlik dışında, tefrikaya sebep olan bu nevi davranışlar, bir ilahi din öğretisi olabilir mi, o zamanlar ağabeylere inandığımızdan pek anlayamıyordum.
Bizim insanları dinlemeden, sosyal ilişkilere girmeden, ne demek istediğini ve ne düşündüğünü bilmeden, tercih etmek en doğal hakkı olduğu halde, bizim düşüncelerimizi paylaşmıyor diyerek, onu haksız görmemiz ne ile alakalıdır.
Bizim insanları yargılama hakkımız var mı, böyle bir hak bize verilmiş mi, sürekli başkalarını mahkum ediyoruz fakat, şunu da biliyoruz ki, hiç kimsede mahkum olmak istemez, buna rağmen en az yaptığımız şey iç muhasebemizdir.
Yani, aklımızı, izanımızı, tecrübemizi, mukayesemizi, muhakememizi, insan olabilmek sürecindeyken, elde ettiğimiz bilgileri değerlendirmez isek!
Bunun nedenli önemli olduğunu bilmeden, merakı ve öğrenmeyi askıya alırsak, başkaları daha iyi bilir diyerek, düşüncelerimizi bir şekilde dondurur isek!
Hayat ve nizam ölçüsünü, çok değişken ve farlı yazan yazarların kitaplarından, belirli kalıp ve ölçülerde okuyarak, bulunduğumuz şartları tanımadan, gelişim ve değişimleri özümsemeden, uygularsak!
Nasıl bir hayatın, bizleri beklediğini görmek için, zorlanmaya asla lüzum yoktur, zira bu denli açık bir tehlikeyi göremeyenin, basireti kapanmıştır, dolayısıyla böylesi kronik kişilerden, ne bağ olur ve nede bahçe. İlahi adaletten uzak, bir hayalin peşinde olduğumuzu, hiç düşündük mü, hayır çünkü bizim için düşünenler var zaten.
İşte böyle garip ve anlaşılmaz olunca, birey kimdir, kul nasıl olmalıdır, hak ve yetkilerimizin sınırlarını nelerdir?
Bunları tespit etmeden, yaşadığımız hayatın koşullarını tanımadan, inancımızın gereklerini anlamadan yaşıyor isek?
Bilgisizliğimizden kuşkular ve zanlar peşimizi asla bırakmazlar, dolayısıyla iliklerimize kadar bizleri kuşatarak, bizim tek yol pusulamız olan, akıl, mantık, idrak böylece dumura uğrarlar.
Bir zamanlar haremlik selamlık, en katı biçimiyle uygulanırken, futbola ve dolayısıyla topa farklı anlamda yaklaşırken, bayanın sesi haramdır diyerek, peşin hükümlü karar alırken, ne oldu da birden bire, bu tavırlardan vazgeçtik?
Şimdi stadyumlarda, bayanlara özel ilgi ve alaka göstermenin, futbol takımlarının, yöneticiliğine soyunmanın ve bizzat futbol oynamanın dolayısıyla çocuklarımızın oynamalarını teşvik ederek bu duruma gelmemizi nasıl izah edeceğiz ve ne şekilde yorumlamalıyız?
Bu konuları daha önceleri bilmiyor muyduk, veya yanlış mı yorumluyorduk, bunlara benzer o kadar çok değişimler var ki, kime ne demeliyiz, ağabeyler nasıllar?
Binaenaleyh sosyal yapıyı, mutlaka en güzel biçimiyle analiz etmeliyiz, bu çok önemli sosyal konuyu ihmal edersek veya önemsemez isek, bunun faturasını ödemekte çok ağır olacaktır.
İnsanları anlamsızca yokuşa sürmenin, bu manada hedef göstermenin, yok olmadı sil baştan demenin, bizim sucumuz yok, suç başkalarının demenin, ne kadar manasız ve mantıksız olduğunu izah etmeye dahi gerek yoktur.
Dava diyerek partilere bağlanırsan, mahkum olmanda, yok olmanda hiçbir zaman uzak değildir, konjoktör önemlidir?
Partileri siyasi bir kuruluş olarak tanıyıp, oyunu da tercihlerine göre kullanırsan, aldanman veya hayıflanman bu nispette olur.
Yok daha çok bel bağlarsan, bir gün elbette bel fıtığı olacağını da bilmelisin, böyle bir durumda dahi seni, doktora götüreninin bulunmayacağını bilmelisin.
Hayatta her şey, kuvvet dengesine göre irtibatlıdır, cazibe çoğu kez güzelde, kuvvetlide ve varlıklı insanda anlam bütünlüğüne ulaşır, bunlar sende kalmayınca, hiç durmaz hemen kaçar!
Yok bir ulvi dava sahibiysen, kaybeden veya kapatılan siyasi partiler, senin davanın yok olmasına, sebep olacak bir gücü, asla bulamayacaklardır.
Çünkü bir dava sahibi olmak, siyasi bir partiye üye olmakla hiçbir alakası yoktur, davanın ne olduğunu bilmeyen ve sahibi olmayı beceremeyen insanlar, bir dava zannederek siyasi partilere sahip çıkarlar.
Bu seviyede bulunan insanlarda, kendilerini dar kalıplara mahkum ederler, siyasilerin yanlışlarına, meşruiyet kazandırmak için, her şeyi göze alırlar, siyasi tercihini değiştirdiğin vakit, seni hemen hain ilan ederler.
Bunca yozlaşmış, kokuşmuş, ahlakı açıdan soysuzlaşmış bir sistemde, hoş görü, sabır, fedakarlık, tebessüm, dürüstlük, en manalı olan, büyük bir değerdir.
Bizlere düşen, önümüze sunulan oluşumlardan, ilgimizi çeken hangisi ise, onu hakkıyla araştırarak, kendi kanaat ve tercih hakkımızı, bizzat kendimiz kullanarak, sorumluluğuna da katlanmamızdır.
Canımıza sahip çıktığımız gibi, paramıza kıymet verdiğimiz gibi, tercihlerimizi ve kanaatimizi de, bu anlamda önemsemez isek, bu ne yaptığımızı veya ne yapacağımızı bilmiyoruz demektir.
Böyle yapıda bulunan, o kadar çok insan var ki toplumumuzda, insanın üzülmemesi, hayıflanmaması elbette içten bile değil.
Bu bakımdan da yılmadan, umursamazlık yapmadan, bu insanlara ufuk kazandırmak, tefekkür ve düşünce odaklarını, kendi asli ihtiyaçları kadar, önemsemelerini sağlamak, toplum öncülerine, mütefekkirlere ve yazarlara düşüyor.
Çok yoğun geçen bir gündü, bu bakımdan oldukça yorulmuştum, büroda işler yoğun olduğu için, eve saat 20.30 civarında gitmeye karar vermiştim.
Motoruma binerek, Erkilet bulvarından ilerliyordum,Sümer bez fabrikasını henüz geçmiştim, önümde beyaz renkli, fort marka bir otomobil ilerliyordu.
Atatürk lisesinin oraya yaklaşırken, sağa dönmek için sinyalini yaktı, bende tabi olarak sol şeride geçmek niyetiyle ilerliyordum.
Önümde sağa dönmek için, sinyal veren aracın şoförü, direksiyonu aniden önüme kırınca, bir anda çaresiz kaldım. Motorun frenine bastım fakat ne mümkün, kayarak vardım ve o hızla, aracın arkasında bulunan tampona çarptım.
Bu çarpmayla motordan fırlayarak, havada taksinin üzerinden iki veya üç takla atarak, kaldırımın üzerine düştüm, kulağıma bir annenin feryadı geliyordu, ama ben çarpmanın şiddetiyle, kendimde olmadığım için, hayal gibi geliyordu.
Kollarımdan, bacaklarımdan tutmuşlar, bu vaziyette araca bindirirlerken, kendime geldim, iyi olduğumu söyleyerek, hastaneye gitmeme gerek olmadığını belirttim. Yalnız karşımda hiç tanımadığım, çırpınan bir adam dikkatimi çekti, bu kişi ısrarla hastaneye gitmemizi, tavsiye ediyor ve böyle olmasını istiyordu.
Meğer arkasından çarptığım aracın sahibiymiş, sağa dönmesi gerekirken neden karar değiştirdiğini ve hangi sebeple tekrar sola döndüğünü sordum.
O dizlerine vurarak, suçsuzluğunu anlatmaya çalışan adam, bak gardaşım, sana kurban olayım ki, benim hiçbir suçum yok, önüme aniden çıkan, şu yaşlı teyzeye çarpmamak için, sola kırdım deyince, tamam onunla geçmiş olsun ve Allah hayırlısını versin diyerek onları gönderdim.
Ayağa kalktığımda, müthiş derecede kaval kemiklerim, bileklerim ve kasıkların ağrıyordu, motorun öyle enteresan duruşu vardı ki, devrilmemiş, amortisörler dikelmiş, adeta göreve hazırım der gibi bekliyordu.
Arkadaşların yardımlarıyla, motoru elimizde götürerek eve gelmiştim, fakat hiç bir şey söylemeden yatağa uzandım, ağrılarım çok fazlaydı, belki de kendimi dinleyince sakinleşirim, kanaatiyle sessizce yatıyordum.
Cenabı Hakka şükürler olsun ki, sakat kalmadan iki,üç gün sonra yeniden çalışmaya başlamıştım.
Askerlik vazifemi yapmamıştım, tecillide olmadığıma göre, beş yıl geçtiği halde, arayan, soran olmaması benim garibe geliyordu.
Belki basın mensubu olduğumu bildiklerinden, mühlet tanıyorlardır zannıyla, düşündüğüm oluyordu, beklide böyle düşünmemin hiç alakası bulunmuyordur!
Fakat sürekli olarak, ne zaman çağrılacağımı düşünmek, ve bu kaygılarla yaşamak, benim tarzım değildi, sırf bu nedenle araştırmaya ve durumumu netleştirmeye karar vermiştim.
O günlerde İstanbul’dan gelen ve misafirim olan Mehmet Maden bey, aynı zamanda gazetemizin, yayın, dağıtım ve pazarlama müdürüydü.
Son derece beyefendi, bir kişiliğe sahipti, aslen Konyalıymış, mesleği de edebiyatçı ve yayıncılık işleriyle de uğraşıyormuş, akşam fakir hanemizde yemeğimizi yedik, sohbet ediyorduk.
Kapının zili çaldı, açtım karşımda küçük kayın biraderim Ali’yi görünce sevinerek hoş gedin dedim. Alinin yüz ifadesi, mahcup ve endişeliydi, eve girmedi ve Mustafa ağabey, babam seni evimizde acele bekliyor dedi.
Hayırdır Ali, bu saatte neden bekliyor bir, problem mi var deyince, ağabey inan ki ben hiçbir şey bilmiyorum, sadece bana söyleneni yapıyorum, fakat biraz sinirli olduğunu gördüm dedi.
Ali şu anda misafirim var gelemem deyince, Ali eğer siz şimdi gelmezseniz, babam buraya geleceğini söylememi istedi dedi, bu duruma çok şaşırmıştım!
Neden bu saate bekleniyordum, niçin ısrarla gelmem isteniyordu, çok merak ediyordum, fakat icbar edilmeye de müsait bir kişiliğe sahip değildim.
Peki Ali babana gelemeyeceğimi söyle, buna rağmen gelmek isterse, buyursun gelsin, onu bekliyorum dedim ve Aliyi uğurladım.
Fakat keyfim kaçmıştı, şaşkınlık hoşlanmadığım halimdi, bu durumu çok gizleyemedim, misafirimize de durumu kısaca özetledim.
Hanıma sordum, haberim yokken herhangi bir şey odumu diye, kendiside meraklandı fakat, ne olduğundan haberinin bulunmadığını söyledi.
Sabah kahvaltımızı yaptık ve misafirimi terminalden yolcu ettim.
Daha sonra süratli bir şekilde, kayınpederim olan sevgili Mükremin hocamın, beni beklediğini düşünerek, sabaha kadar beni rahatsız eden çok önemli meseleyi öğrenmek ve vuzuha kavuşturmak niyetiyle evlerine vardım.
Zile bastım, kapıyı baldızım Emine açtı, hocamın evde olduğunu öğrenince içeriye girdim, selam verdim ve sedire oturdum.
Hocamı, şimdiye kadar hiç görmediğim ve şahit olmadığım bir gerginlikte buldum, kayınvalidem de yanı başında oturuyordu.
Hocama, hayırdır inşallah buyurun sizi dinliyorum dedim.
“Biz kızımızı bunun için mi sana verdik” deyince beynimden vurulmuşa döndüm, hemen benim bilmediğim veya benden saklanan bir meselemi vardı, endişesiyle ne olmuş, hayırdır dedim.
Benim eşim, ehlim, zevcem olan ve emanetimde bulunan, ve bu sebeple de hayatımı kaygısızca paylaştığım bir insan olarak!
Her şeyini benimle paylaşması gerektiği halde, annesine, babasına, benden gizlediği herhangi bir derdini mi paylaşmıştı, eğer böyle yaptıysa bu durum benim için affedilmez bir hataydı.
İçimden inşallah böyle bir şey olmamıştır diyerek temenni ediyordum, çünkü eşimi seviyordum, ondan memnundum.
Hocam titrek bir sesle,yutkunarak kızıma soğan ve çemen ekmek yediriyor muşunuz, bunu ben asla kabul edemem, diyerek konuşmasına devam etti.
Onun için sana iki şık söylüyorum, birincisi; hemen annen gilden ayrılacak ve başka bir eve taşınacaksınız!
İkincisi de; şayet bunu yapmaz isen, kızımı hemen getir ve bana teslim et deyince, daha birçok şaşırdım!
Asabım bozulmuştu, sen bu kanaate nasıl vardın, bunları kızın mı anlattı sana, yoksa yanında oturan şu hanımın mı diye sordum?
Ben kızımı hiç görmedim, onu hiç dinleme fırsatı bulamadım ve bunları da nereden öğrendiğime gelince, bu sadece benim bileceğim bir konudur dedi.
Ayağa kalktım, kayın pedere yönelerek seni uyarıyorum, ben yaşadığım müddetçe, bir daha anamı ve eşim olan kızını, bu şekilde ağzına almayacaksın, bunu bir daha denersen, sana çok farklı mukabelede bulunurum, bunu sakın ola ki unutma, dedim ve kapıyı sert bir şekilde çarparak, oradan uzaklaştım.
Kafam, dimağ durmuştu, adeta duman olmuştum, sağlıklı düşünemiyordum, eve geldim, konuyu farklı bir şekilde araştırdım, kimsenin bir şeyden haberleri olmadığını anladım ve rahatladım.
Ehlime bir müddet sonra, baban bana bu teklifleri yaptı ne dersin deyince, üzerine hiç bir zaman toz kondurmadığı babasına.
Kararlı ve oldukça emin bir tarzda, olacak şey mi bu, ne saçmalık, demesine içimden çok sevinmiştim ve hala bu günkü gibi hatırlarım.
Annemden şüpheleniyordum biraz, sabırlı, ehli salat ve hoş görülü değildi.
Sevgili babamı ve garip olan gelinini, ben evde bulunmadığım zaman, oldukça rahat bir şekilde gagalardı, babam annemden çekindiği için, onun olmadığı zaman bana içini dökerdi, hatun zaten hiç şikayette bulunmazdı!
Annem benden çok çekinirdi, babamdan değil de benden korkardı, yıllarca tespit ettiğim yanlış ve hissi, nefsi tavırları çekilecek gibi değildi.
Bir keresinde, eğer babama bir daha bağırdığını görürsem ve hizmetinde kusur edersen, seni bir daha anam diye saymam, bunu bilesin diye kızmıştım!
Benim böyle bir hakkım olmadığını biliyordum, ama babam için yaptıklarımın, şahsımla alakası olmadığından, bu nedenle zulüm sayılmayacağına inanıyordum!
Çünkü annem her şeyin tazesini, iyisini kendine ayırır, kalanını babama ikram ederdi, bununla da yetinmeyip, onu uşağı gibi çarpıp azarlardı, bu yüzden babam sürekli mazlum durumundaydı.
O nedenle, çocukluğumdan itibaren gelişen ve bu konularda, kronikleşen hassasiyetim, bir kadının bu anam dahi olsa, sesini yükseltmesine, pervasızca davranmasına, asla tahammülüm yoktu, mutlaka hanımefendi olmalıydı, olmasa dahi, olmaya çalışmalıydı.
Aksi taktirde kadınsız bir hayatı tercih etmek zorunda kalırdım.
Epey sonra öğrendim ki, annemle, kaynanam biraz atışmışlar, sebepte eşim halı dokurken, bazen annesi de yardıma gelirdi, annem gariptir fakat istemezdi.
Kaynanamda bir sabretmiş, iki sabretmiş dayanamamış, efendisine durumu izah etmiş, bana anlatılan bunlar.
Bunlar doğru bile olsa, kayın pederin böyle davranmasını asla gerektirmez ve böyle bir üslûp hatasını da, kesinlikle affettirmez, tüm bunlardan daha da önemlisi!
Kayın pederler, hiçbir suretle talak talebinde veya teklifinde bulunamazlar, onların böyle bir hakları bulunmamaktadır, bu nedenle bazen böyle gelişen müessif olaylar, sinemizde silinmeyen izler olarak kalacaktır.
Eşimle oldukça güzel bir şekilde anlaşarak, huzur buluyordum, fakat bazen annem ne hikmetse, sudan bahanelerle huzursuzluk çıkartıyordu.
Bazen bahçede çalışırken yanıma geliyordu, gelininin olumsuz davranışları olduğunu söylüyordu.
Oysa ki benim olmazsa olmaz kanaatim, eşimin haklı gerekçeleri dahi olsa, anneme ve babama katiyen sesini yükseltemez ve hürmette kusur edemez, bunu ima olarak dahi gösteremez.
Bana uygun bir zamanda meseleyi izah eder ve ben müdahaleyi gerekli gördüğüm vakit yapardım.
Gariptir ama eşim, annem hakkında hiç şikayette bulunmuyordu, bana şikayette bulunan sürekli annem oluyordu, hanım ise yüzleşelim diyordu, yine bir gün anacığım madem ki böyle diyerek çağırdım gelinini, haydi her ne olduysa anlat bakalım dedim.
Annem ben sana daha önce anlattım, bana güvenmiyor musun diyerek çıkıştı, anacığım elbette güveniyorum fakat, birde gelinini dinleyelim diyerek ısrar ettim, hanım anlattı olayı, hangisi doğru şimdi söyle anne deyince, gelinin anlattığı doğru demezmi!
Mesele vuzuha kavuşmuştu, annem enaniyet inden, sudan sebeplerle, huzursuzluğu neden çıkarttığını, mütefekkir ve alim şehit Seyit Kutup ne güzel analiz yapmış ve demiş ki!
“Analar erkek evlatlarını everdikten sonra, onları gelinlerinden kıskanırlar, gerekçe olarak, büyüttüğüm, gözüm gibi baktığım oğlumu, elin kızı elimden aldı ve kendine bağladı, kanaatiyle iç mücadele başlatır!
Yetersiz olduğunu anladığı zaman efendisine, inandırıcı olmak için nüfus etmeye başlar, beyini kendi safında göremezse, onu da düşman ilan eder, daha da olmadı, herkesin kendine tabi olmasını sağlamak ister, başarana kadar huzursuzluğu devam ettirir, daha da olmadı mı, oğlundan da vazgeçerek onları dışarı attırır, fakat tüm bu eylemlerinde kendini sürekli haklı görür”
Zatım ve sabırlı ehlim Allah’a şükürler olsun ki, bu tespitlerin hepsini en acı haliyle, yaşamak durumunda kaldık ve tecrübe olarak sinemize silinmeyen bir izi nakşederek koyduk.
Gazete temsilciliği ve dağıtım hizmetleri gayet güzel gidiyordu, askerliğimi henüz yapmadığım için, ne zaman çağrılacağım belli değildi, işlerimi bir program dahilinde yürütebilmem ve ileriye dönük hesaplarımı, düzenlemem maksadıyla, askerlik meselesinin netleşmesi gerekiyordu.
Normal süremden beş yıl geçtiği halde ne hikmetse çağrılmamıştım, askerlik şubesine giderek neden bu zamana kadar geciktirildiğimi öğrenecektim.
Askerlik şubesinde muhatap olduğum şahıs, kaydımın olmadığını söyleyince, bu nasıl olur demek zorunda kaldım.
Fakat bazen böyle olabildiğini söyleyerek, takip edeceğim prosedürü izah etti, yani ben askere gitmek için baş vurmasaydım, ne arayan var, ne soran fakat ben buna duyarsız kalamazdım.
Nüfus müdürlüğünden kütüğümü çıkartım ve gerekli evrakları alarak askerlik şubesine yeniden gittim.
Mart ayının üçüncü gününde, Ankara zırhlı tümende olacağımı, mızıka sınıfına gideceğimi, ve o nedenle de evraklarımın hazırlanacağını, dolayısıyla bir müddet sonra, yeniden uğramamın, daha isabetli olacağını ifade ettiler.
Mızıka sınıfı dikkatimi çekti, benim mızıkayla ne ilgim olabilirdi, ilk aklıma gelen ağıza götürülerek üflenen bir alet olmasıydı, merakımdan duramadım araştırdım ve askeri bando bölüğüne verilen bir isim olduğunu öğrendim.
Askere gideceğimi ve ne zaman gideceğimi, öğrenmem benim için çok önemliydi, dolayısıyla her şey netleştiği için oldukça rahatlatmıştım.
Evimizde sevinçle karışık tatlı bir hüzün, baş göstermeye başlamıştı.
Sevgili ehlimin yükü oldukça fazlaydı ve bir o kadarda kutsaldı, çünkü neslimizin devamı niteliğinde bulunan, muhabbetimizin tezahürü sayılan ve bizlere bir emanet olarak bahşedilen, daha da önemlisi, bir anne olmanın ve babalık sıfatını kazanmamın müjdesini taşıyordu.
Artık kendimi ,ehlimi ve işlerimi askerlik günüme kadar hazırlıyordum.
Gazeteyi, dolayısıyla temsilciliği yeni askerden gelen, temiz ve iyi bir arkadaş olarak tanıdığım, Mustafa Öztürk kardeşime teslim ederek bırakacaktım, o bakımdan onun yetişmesini bekliyordum.
Yaptığım araştırma ve tespitler neticesinde eşimi, babasına askerden dönene kadar teslim edecektim.
Maksat eşimin daha rahat ve huzurlu bir ortamda, yolumu beklemesini temin etmekti, çünkü biliyordum ki annem, burnundan fitil fitil getirir, ona hayatı zindan ederdi.
Babamın bana ve gelinine dert yanmasını katiyen istemez, arbede çıkartırdı.
Annem saf, duygusal, hisleriyle hareket eden, fakat genellikle yanılan bir kişiliğe sahipti, akletme, düşünme, mukayese ve muhakeme yapmak her zaman son tercihi olurdu, başka bir çözümde yoktu, böyle yaşamak durumundaydık, zira evin bir oğluydum.
Ehlimi babasının evine teslim etmek fikrini de, rahmetlik Hacı Hasan Efendi bak oğulum, kız evladı babasının evinde emin olur, huzur bulur ve kaygısız oturur.
Fakat senin olmadığın bir mekan zaten ona dar gelir, bu babasının evi dahi olsa, ama o mekanda laf söz olmaz.
O bakımdan biz tavsiye ederiz ki, kız evladı askere giderken, eğer babanız ve anneniz bakıma muhtaç değillerse, bırakın babasına, orada sizin yolunuzu beklesin, diyerek tavsiyede bulunmuştu ve bende öyle yaptım.
Zaten annemin bir çok tavır ve hareketlerine sınır getiriyor, kısıtlıyordum, bulunmadığım bir mekanda, babam zaten zavallı, kendine faydası yok, ehlim garip bir kuş ne yapabilir.
O nedenle ben, geleceğimi ve aile yuvamı, çok sağlam temellere dayandırarak, şekillendirmek ve istediğim seviyeyi yakalamak zorundaydım, bu sebeple de keyfiliğe, asla pirim verilmemeliydi, böyle düşünüyordum.
Biraz yağmur atıştırıyordu, motorla eve gelerek, evrakları aldım ve muhtara gitmek için dışarıya çıktığımda, annem arkamdan bağırıyordu, oğlum gitme hava bozuk ıslanırsın diye, anacığım sen merak etme, hemen gider gelirim diyerek, arkama dahi bakmadan muhtarın evine geldim.
Motorumu çalışır vaziyette bırakmıştım, ufak bir problem vardı, bu nedenle bazen çalıştırmak zor oluyordu, bujilerin değişme zamanı gelmişti artık, fakat bunu gerçekleştirmeye henüz fırsat bulamamıştım.
Muhtarla işimi bitirdikten sonra, motorun yanına geldim ki, maalesef stop etmiş, uğraştım çalışmadı, oradan geçen gencin birine, rica ederek yardımcı olursan, şu motoru iterek çalıştıralım dedim, sağ olsun beni kırmadı ve yardıma geldi.
Motoru her zamanki gibi, vitese takarak itmeye başladık, her zaman olmasa da bazen, denemek zorunca kaldığımız bir uygulamaydı, genelde netice alırdık.
Motoru bir müddet ittik çalıştı fakat, öyle bir hızla çalıştı ki motor, benim üzerine atlayarak binmem, bir türlü mümkün olamadı, zira çok hızlı bir şekilde koşmama rağmen yinede binemedim.
Yüz metre kadar, motorun direksiyonunu ellerimle tutarak, bırakmadan ve çok hızlı bir şekilde, koşmaya devam ederek, atlaya bilir miyim diye onunla koştum.
Lakin motor beni, sürükleme noktasına getirdiği an, dayanamadım ve motoru bıraktım, ağız üstü yere düştüm, yine duramıyordum, o hızla yerde yüz üstü vaziyette, otuz metre kadar maalesef sürüklendim.
Motor hızını almamış olmalı ki hala, aynı hızda devam ederek, kaldırımın kenarına öyle bir çarptı ki, adeta şaha kalktı ve daha sonra hüzünlü bir biçimde, yere yan yatarak yuvarlandı ve motorun haşmeti, beş paralık olmuştu.
Zavallı motorun sesi kesilmiş, ön teker jantı ikiye katlanmış, amortisörlerin dikey ve yatay özelliği kaybolmuş, boyunları bükülmüş bir vaziyette adeta pes etmişti, çaresiz bir şekilde bekliyordu.
Bir kendi durumuma ve birde motorun durumuna baktım, enteresandır belki fakat, ikimizde tarumar olmuştuk,Yarabbi kusurum mutlaka vardır, fakat ben yine sana sığınıyor ve hamd ediyorum diyerek boynumu büktüm ve şükrettim.
Motoru, annemin ve ehlimin ısrarları sonucu, daha da önemlisi, askere gidecek olmam nedeni ile, marangozluk yapan Ahmet usta, diye bildiğimiz bir ademe pazarlık sonucu anlaşarak satmıştım.
Satış sonucunda aldığım senetlerini, ben askerde olacağım için, ticaretle uğraşan Yunus enişteme verdim.
Maddi darlık yaşıyordu, senetleri tahsil etmesini ve sermayesine katarak, çalıştırmasını konuşarak fikir birliğine vardık, ayrıca ben istedikçe, asker harçlığımı da göndererek hesabıma yazacaktı.
İşlerimi yetiştirdiğim, Mustafa Öztürk arkadaşıma teslim ettim, bu şekilde gazeteyi, güvendiğim bir kişiye bıraktığımdan, haylice rahatladım.
Böylece askere gideceğim günleri beklerken, bu arada eksiklerimi gidermeye çalışıyordum, annemi gelini konusunda, ikna edemedim fakat, fazla direnemedi zaten bildiğimi yapacağımdan, anlayışlı olmasını istedim.
Ehlimi babasının evine götürerek, tekrar onlara teslim ettim ve ben yokken nasıl ve hangi hudutlarda yaşayacağını, kimlere gidebileceğini, hiç bir kimsede yatamayacağını ve benzeri konuları işleyerek anlattım.
Bu verdiğim talimatlara, harfiyen uymasının gereğinin ne olduğunu izah ettim, ben kalbi olarak , ehlimin samimiyetinden emindim.
Vedalaştım en yakınlarımla, kendi hanelerinde, zira beni yolcu etmeye gelmelerini istemiyordum, sade bir yolcu olarak valizimi aldım ve terminale gitmek için aheste bir şekilde dolmuşa bindim.
Biletimi gün evveli almıştım, otobüs yerini almıştı, sükunetle yolcuları bekliyordu, hazırlığımı yapmıştım, sakalımı kestim, saclarımı dört numaraya vurdurmuştum.
Nihayet Ankara ya geldim, fakat nedense keyfim yoktu, hiç bir yeri gezmedim, hemen teslim olayımda meseleyi biran önce anlayalım.
Dolayısıyla askerliğin havasını, bir an önce soluklanırsam, meseleleri unutabilirim düşüncesiyle, Etimesgut’a gidecektim, yani meşhur 12 Eylül harekatını yapan, zırhlı tümene asker olarak varacaktım.
Etimesğut’a geldim, benim gibi gelen başka askerlerde vardı, ben bu yuvaya kendimden emin bir şekilde, peygamber ocağı diyerek, kutsallık atfederek geliyordum, bu vatana hizmeti Allah’a ibadet olarak görüyordum.
Kapıdan içeriye girdim, nereye baş vuracağıma bakıyor ve düşünüyordum ki, bir onbaşı beni hızlı bir şekilde çekti ve sırtımı ağaca yasladı, dirseğini çenemin altına dayayarak, peş peşe sualler sormaya başladı.
O kadar enteresan ve hazin bir durumdu ki, sanki bir zanlıyı kıs kıvrak yakalamışlar, sıkıştırarak itirafta bulanmasını ve gerçek maksadının açığa çıkmasını istiyorlardı.
Etrafıma bakınıyordum, bir taraftan cevap vererek, durumu anlamaya çalışıyordum, aksi taktirde onbaşıyı al aşağı ederek tekmeleyecektim.
Kimsenin durumu benden farklı görünmüyordu, demek ki buranın durumu böyleymiş diyerek, içimden geçiriyordum fakat, tahammülüm kalmamıştı artık, sıkılmaya başlamıştım.
O kadar çok konuşmanın arasında, Kayserili olduğumu söyleyince, onbaşı Kazımı tanıyor musun, diyerek bana soru yöneltti.
Kendimi bu badireden, bir vukuat işlemeden kurtarmak düşüncesiyle, hiç tanımadığım halde, evet tanıyorum demek, zorunda bırakılmıştım, onbaşı doğru söyle yoksa, sonun çok kötü olur diyerek, tehdit dolu edayla yeniden sordu.
Anlama özürlü müsün tanıyorum dedim, duymadın mı, diye emin bir vaziyette tekrar ifade edince, onbaşının biraz gevşediğini hissettim, çağırtıyorum bak karışmam dedi, tamam sen çağır gerisine karışma dedim.
Orada birinin Kayserili olması benim için yeterliydi, onun beni tanımaması mümkündü, fakat ben her halükârda onu tanıdığıma ikna ederdim, zira reddetmezdi, edemezdi, bu fırsatı ona asla vermezdim, aldığım riskin gereği buydu, öyleyse bunun üstesinden gelmeliydim.
Her şeyden ziyade kendime olan güvenim tamdı, o bakımdan böyle kararlı olmam, beni kuvvetli kılıyordu.
Merakla bekliyorduk, hem şehrimizi, benim rahatlamamın veya tam tersi olarak, yalan söyledin diyerek, çarptırılacağım cezanın, mümessili olacaktı, bu hiç tanımadığım hem şehrim.
Onbaşı benim rahat oluşum karşısında, etkilenmiş olacak ki, durmuyor anlatıyordu, Kazım çavuşun nizamiyeden sorumlu olduğunu, albayın yakını bulunduğunu, dolayısıyla onun himayesinde bulunan askerin, yaşayacağını anlatıyor.
Bir anda beni ağaca yaslayarak ve bir zanlı yakalamış gibi sorular sorarak, ufkumu tarumar eden onbaşı gitmiş, onun yerini bir insan evladı almıştı, oldukça mülayim, aklı başında sorular soran biri gelmişti.
Korkunun ve torpilin, bir insanı bu kadar değiştireceğini ve aynı anda, çift kişiliği yaşatacağını, ne kadar düşünsem de, bu denli bariz şahit olacağıma asla beklemezdim.
Hafif kilolu, çakı gibi, uyanık olduğu uzaktan fark edilen, Kazım ismindeki çavuş, bir onbaşıyla bize doğru geldiği görününce, yanımdaki onbaşının kendine çeki düzen verdiğini fark ettim.
Zatım için düşündüğüm, çavuş Kazımı hiç tanımasam bile, ruhlar aleminde tanıştığımızı biliyordum, dolayısıyla onun beni tanımaması, benim için pek fark etmiyordu, nasıl olsa benim kendisini tanıdığıma, ikna edeceğime hiç şüphem yoktu.
Yanımıza iyice yaklaştılar, çavuşun yüz ifadesi oldukça sertti, başında duran kepini ani bir hareketle eline aldı ki, karşımda kimi göreyim, sanat okulu bando takımında birlikte çalıştığımız Uğurdu.
Ne kadar şaşırdıysam, Uğur ne yapıyorsun burada, dediğimi hatırlıyorum, tabi sarılıp, kucaklaştık ve beni alarak o mıntıkadan uzaklaştık.
Askerlerin saçları hep ikiye kesiliyordu, berberi çağırdı ve kibar bir şekilde saçlarımı kestirdi, şayet burada kestirmez isem, bölüğümde zor durumda kalacağımı ifade etti, birde çay ikram ederek, eski günlerimizi yad ettik.
Bir müddet sonra beni, çavuş talimgahına götürdü, oradaki çavuş ve onbaşılara sıkıca tembihledi ve merak etmememi ,yine geleceğini söyleyerek ayrıldı.
Çavuş eğitimi görecekmişiz, fakat yine problem çıktı, mızıka sınıfında bulunanlar çavuş veya onbaşı olamazlarmış, eğitim bitince subay ve astsubaylarla birlikte çalışırlarmış.
Tank taburu dördüncü bölüğe kaydettiler, sıramızı bekliyorduk, akşam saat 20.15 civarında görevli askerler, bizleri sıraya dizerek soğuk ve rüzgarlı bir akşamda, askeri elbiselerimizi almamız için, deponun önüne getirdiler.
Çok rüzgar vardı, oldukça üşüyorduk, bu yetmiyormuş gibi, çavuş ve onbaşılardan, ağza alınmayacak basitlikte, argo küfürlerde duyuyorduk, dört yıldır içmediğim sigarayı, arkadaşların ısrarı ve ortamın bulanıklığı sayesinde, yeniden yakarak ve öksürüklerin refakatinde nefeslenmiştim.
Depolardan kıyafetlerimizi aldık, doğruca banyoya götürüldük, oldukça kısa ve bir o kadar da tazyikle, nasıl banyo yaptığımızı, anlamadan askeri kıyafetleri giydik.
Kıyafetlerimiz o kadar enteresan oldu ki, tanıştığımız ve yanımızda bulunan insanları tanıyamaz hale geldik.
Her kez durumun vahametini anlıyor ve birbirimize daha çok yakınlaşıyorduk, yani askerlik bu ana kadar beni hiç açmadı, oldukça basit, görevli askerler birbirleriyle sürekli çatışıyor, küfürleşiyor, gücü olan dilediğini yapıyordu.
Koğuş kalk taliminden sonra, önüne gelen toplu halde, mıntıka temizliği yaptırıyordu, dört yüz on beş kişi mevcuttu, yemekhane yetersiz geliyordu, su, tuvalet problemi bulunuyordu.
Eğitim alanına gittik, oldukça uzaktı, sabah koşusunu ve kültür fizik hareketlerini, yaptıktan sonra içtima, hazırlığına başlanmıştı, bölük astsubayı teftişini yaptıktan sonra, bölük komutanı beklenecekti ve tekmil verilerek eğitime başlanacaktı.
On beş gün geçti, gözümüz açıldı, epeyce bir şeyler öğrenmiştik, çavuş ayağa kalktığı zaman, nasıl bir komut vereceğini seziyordum.
Çaya hasret kalmıştık, karavanada kaynatılan çay, suyu bittikçe su ilave edilerek, ücret karşılığında tekrar erata satılıyordu.
Fakat bir demlemeye mahsus çay, defalarca kaynatılıp servis yapılıyordu, toplanan paraları kimlerin paylaştığı ve nasıl bir vicdanla harcadıklarına tercüme gerekmiyordu.
Bir ağacın altında, İbrahim isminde uyanık olduğunu zanneden, himmet dedeli olduğunu, hiç sormadan söyleyen, arkadaşla oturuyorduk.
Bu İbrahim’le tanışmamızda, benim için çok enteresan olmuştu, çarpıp azarlamıştım ve bir daha yakınımda dahi, seni görmeyeyim diyerek ikazda bulunmuştum.
Askerliğimizin ilk günlerinde, yemekhanede topluca oturuyorduk, benim yanıma yaklaştı, ön dişleri altın kaplama, göz rengi yeşile yakın, ilk aklıma gelen çalgıcı veya çingenemi olduğu idi.
Tanıştık, kaç atış yaptığımı sordu, anlayamadım, daha bölükle atışa gitmemiş tik ki, atış yapılsın, bu arkadaş benden önce gelmedi ki, atış yapmış olsun.
Sen nerede ve ne zaman atış yaptın dedim, buraya teslim olmadan deyince, nasıl yaptın diye yeniden sordum, maksadını anlamaya çalışıyordum, bet teresine gittim, orada işimi hallettim deyince, bu salağın en çok önem verdiği meselenin, uçkuru olduğunu anladım o an anladım fakat, çok canım sıkılmıştı.
İlk tabirim lan sen dangalak mısın, senin ne yaptığını,niçin yaptığını merak eden mi var, sakın bir daha benimle böyle densiz konuşma demiştim, bu çocuktan gıcık kapmıştım.
Daha sonraki günlerde, baktım ki durumunu düzeltiyor, bana yakın olmak istiyor, bende acıyarak ses çıkartmamıştım.
Ağacın altında oturuyorduk, dedi ki: büyük revirde hemşehrimiz anbulans sürüyormuş, kıdemliymiş yanına gidelim, ziyarette bulunmuş oluruz deyince, bende uygundur tanışalım diyerek, o istikamete doğru yöneldik.
Revire vardık, hem şehrimizi sorduk ve onu bularak tanıştık, hoş kalender, ezilmişliği çehresinde barındıran, dahili dertlerini yansıtmayan bir insandı, izzet ve ikramda bulundu, hasret kaldığımız çayı ve kahvaltıyı onun sayesinde içerek ve yiyerek gidermiştik.
Bir anlamda acemi olduğumuz için, rahat oturuyorduk, bilmediğimiz bir konu olursa, hem şehrimiz bizleri uyarır diye umuyorduk.
Bir çavuş yanımıza yaklaşarak, saat 20.50 civarında, arkadaşları merak etmezler mi diye sorunca, hem şehrimiz vallahi bilemiyorum, misafirim oldukları içinde seslenemiyorum demesin mi, anladık ki bir şeyler ters gidiyor, fakat çok geç kalmıştık.
Biz acemi bir askerlerdik, nasıl olsa hemşehrimiz herkesi tanıyor diyerek, rahat oturuyorduk fakat, durum öyle değilmiş.
Mahcup olduk, onunda fazla üzülmemesi için, sen merak etme biz gereğini yaparız dedim ve müsaade isteyerek, teşekkür ettik ve oradan ayrıldık.
Biz gereğini yaparız diyerek,aslında çok büyük bir laf ettik, fakat neyi, hangi mazeretlerle yapacaktık, bölük koğuşa çıkmış, yat komutu biz bulunamadığımız için verilemiyormuş, bölük askerleri bizleri aramışlar bulamamış, firar ettiğimize dair kuşkuları bir hayli yoğunlaşmış.
Yanımda bulunan İbrahim titriyor, parolayı bilmiyoruz, koğuşa oldukça uzak bir mesafedeyiz ve ayrıca parala bilmeden, oraya nasıl ulaşacağız, koğuş binasına varsak bile, nöbetçilerden nasıl kaçacağız, bu ihtimallerin hepsi başımıza iş açacaktı.
Zorluklar, insanları her zaman güçlü kılar, öğretisiyle hareket ederek, bir şekilde aşmamız ve en az zararla telafi etmemiz gerekiyordu.
Sinsi ve gizli bir şekilde karanlıkları tercih ederek, apar topar ilerliyorduk, düşünmeye çalışıyordum fakat, İbrahim durmadan panikliyor ve şimdi ne yapacağız diyerek, sızlanıp duruyordu.
İbrahim sus, canımı sıkma, koğuşa sağ salim çıkarsak, ben ne söylersem, sen doğru olduğunu teyit et ve gerisine karışma dedim, ama ne söyleyeceğimi ve nasıl bir mazeret bulacağımı hiç bilmiyordum.
Birileri gibi ağlamayı ve sızlanmayı, katiyen tercih etmiyordum, çünkü benim böyle, basit bir tarzım bulunmuyordu, gerektiği taktirde, lüzumu ölçüsünde riski her zaman üslenmesini bilmişimdir.
Nihayet kamufleler dahilinde, nöbetçileri atlatarak, koğuş binasının kapısından içeriye girebilmiştik, ilerliyorduk, soluk soluğa kalmıştık, bizleri arayanlarla karşılaştık, vallahi durumunuz çok vahim, tüm bölük soyunmuş vaziyette, kaç saattir sizleri arıyor ve bekliyorlar dediler.
Ben onlarla hiç konuşma gereği duymadan, bölük çavuşu bana gizli bir görev vermişte ve ben o görevi, harfiyen yerine getirmiş bir asker edası ile çavuşun önüne vardım ve dikildim çakı gibi durdum.
Herkes ayaktaydı, çıt dahi çıkmıyordu, ne olacağını merakla bekliyorlardı, çavuş Kayserili, anlat bakalım neredeydiniz, diyerek sordu?
Fakat çavuşun bizi sorgularken, çok alaycı bir tavrı vardı, benim anladığım ve yüz hatlarından okuduğum şuydu, sen ne söylersen söyle, asla kurtuluşun yok, şapa oturdunuz edasıydı.
Sözlerime komutanım, siz bizlere sürekli olarak, botlarınızı veya keplerinizi çaldırdığınız veya kaybettiğiniz zaman, bölüğün şerefinin, beş paralık olacağını ve böylelikle bölüğe, en büyük saygısızlığı yapacağımızı söylemiştiniz.
Biz İbrahim’le gezerken, bir asker kafamdan kepimi aldı ve çok süratli bir şekilde kaçtı, bu şekilde ve kepsiz gelemeyeceğim için, kaçan askeri takip ettim, bu askeri havan taburunda buldum.
Bölük çavuşlarına, şikayette bulunarak kepimi aldım, askeri dövdüler, bana da bölük çavuşuna selam söyle, çakı gibi asker yetiştirmiş, tebrik ederim ve en kısa bir zamanda onun ziyaretine geleceğimi söyle dedi, diyerek sözlerimi bitirdim.
Bölük çavuşu İbrahim’e dönerek, doğrumu söylüyor diye sordu?
İbrahim komutanım doğru söylüyor aynen böyle oldu deyince, bölük çavuşu kasaturayı çıkarttı, ellerimize yavaş sayılacak bir şekilde, birer tane vurarak seni kutluyorum, bölüğün şerefini kurtarmışın, ama çok geç kaldığın için sana, bir kasatura mükafatı verdim diyerek, meseleyi bu şekilde neticeye kavuşturdu.
O kadar rahatlamıştım ki, içim içime sığmıyordu.
Günlerimiz çok hızlı geçmiyordu, spor, yürüyüş, marş, selam, sağa-sola dönüş, tekmil ve silah eğitimi aynı hızda devam ediyordu.
Nöbet tutmak, en çok sevdiğim görevlerimin arasında geliyordu, kendi halimde efkarımı gecelerle paylaşmak, şiir yazmak beni çok rahatlatıyor, tüm stresten arındırıyordu, işte bu zaman askerlik benim için bir mana ifade ediyordu.
Silah eğitimi, günümüz teknolojik şartlarından uzakta kalarak, çok eski olan ve savaş mazisi bulunan Kırıkkale tüfekleriyle sağlanıyordu.
Marş söylemekten, selam durmaktan, dönüş yapmaktan, ot toplamaktan, taş toplayıp taşımaktan, daha sonraki haftalarda aynı taşları, eski yerlerine getirmekten, kulağıma gelen bol küfürden, en çok kullanılan ruh ve hoca kelimelerinden bıkmıştım.
Bir vukuata bulaşmamak için, zekamı askerliği özümsemek yerine, manasızlığın hat boyuna çıktığı bir mekanda, anlam ifade eden konularla ilgilenmeye başlamıştım.
Güneşin altında, susuz bir mekanda, sineklerin bol olduğu bir tarlada, ot toplamak ve öğle yemeği olarak bulgur pilavı ve turşu yedirmek, askerin tahammül eğitimine tabi tutulduğu hissini veriyordu.
Lakin anlam bütünlüğünü bulmak mümkün değildi, bu nedenle sabretmekten bıktım, başka çözümler üretmeye başladım.
Askerliğin en çekilmez olduğu durumlarda, ben sürekli ziyaret bahçesinde veya izin alarak tercih ettiğim mekanlara gidiyordum, yani bir anlamda kafama göre tümen içinde takılıyordum.
Bu son derece zor başarılacak ve bir o kadarda riski barındıracak tehlikeli bir konuydu, dolayısıyla herkes cesaret ederek tercih edemezlerdi.
Hafta sonlarında kıdemli askerler, onbaşı ve çavuşlar Allah muhafaza kendilerini mürebbi görerek, keyifleri nasıl isterse o şekilde davranıyorlardı, sende emir kulusun, reddetme gibi bir tercihin yok, elbisesini mi yıkattıracak, içkimi aldıracak, keyfi hizmetinde emir erimi yapacak hiç belli olmazdı.
Ben vatan hizmetine talip olmuştum, bunu kanun emrettiği için yapmalıydım, fakat çok daha da önemlisi de, burayı Peygamber ocağı diyerek öğrenmemiz ve bu nedenle, çağrılmadan kendi isteğimizle gelmemizin, başka bir sebebi olamazdı.
Maalesef burada, hayali sukuta uğramam, çok geç olmadı, bölük komutanının içtima alanında, askerlere dönerek orospu çocukları diyerek bağırmasını, nasıl izah edeceğiz, eğer o alanda bir tek orospu çocuğu varsa, oda bizzat ve zaten kendisiydi.
Başımıza komutan olarak, görevlendirilmiş bu müsveddenin, taşıdığını genlerinin odağını ve kimin tohumu olduğunu hala merak ediyorum.
Üst teğmendi, onun için puşt kelimesi, son derece yetersiz kalıyordu, tabur komutanının gözüne girmek için, gece geç saatlerde, Reolara bindirilerek, kara yollarından veya başka resmi kurumlardan inşaat ve başka malzemeler çalınıyordu!
Eğitim alanına, zatıalilerinin talimatlarıyla, yazlık oturma yeri ve kapalı kamelyalar yaptırılıyordu, komutan rahat edecek ve misafirlerini ağırlayacak diye.
Ne yazık ki, askerin biri aracın arkasından düşerek, beyni parçalanmış ve eğitim zayiatı olarak tümeni terk etmişti.
Yazlık yerler yapılmıştı bitmeye çok yakındı, fakat tabur komutanı, bölüğün duyacağı bir şekilde bağırarak, bölük komutanını azarladı ve günlerce uğraştığımız, güneşin altında ne emekler vererek yaptığımız yerler, bir günde yerle bir edildi ve onca malzeme heder oldu gitti.
Biz bunları kimlere anlatacaktık, mümkün mü anlatmak, on başı namaz kılıyor diye, garibanları koruyor diye, pusu kurdular tüfeğini çaldılar, hapse attırdılar, bunları yapanlar bölükte sözleri geçen, köpeklerle çiftleşmek için peşinde koşan, rahatlıkla akşamları içki içen, vatan ve millet sevgisinden yoksun bulunan, İzmir ve İstanbul da yaşadıklarını söyleyen azmanlardı.
Bunlara yurttaş, dindaş vatanın asker evlatları diyebilirler birileri, fakat ben hiçbir şekilde bunları tedaviden geçirmeden, normal bir insan statüsünde bakamam.
Gariptir belki fakat, genelde bu sıfatta bulunan insanlar, askeri kışlalarda kuvvetti ellerinde bulunduruyorlardı, tabi ki böylece adeta saltanat sürüyorlardı.
Yazdığım şiirler askerde çok işime yarıyordu, bölükte ki tahakküm sahipleri, yazdığım şiirleri, benden isteyerek kendi nişanlısına veya eşlerine yazıyorlardı.
Yemekhanede oturuyorduk oldukça sıcaktı, sürekli terliyorduk, bölük çavuşuna Hasan abi bir bardak su içebilir miyim dedim, hassi...tir lan git ve komutanım diyerek yanıma gel dedi, bu tavır o kadar zoruma gitti ki!
Kalktım ve sert bir şekilde, komutanım su içebilir miyim dedim, oda iç dedi, fakat ben içmiyorum diyerek yerime oturdum.
İçimden Mustafa, eğer bu çavuş Hasandan, hıncını alamazsan yazıklar olsun sana, dedim ve o gün bu stresle günümü geçirdim.
Tabur test olacaktı, o bakımdan herkes tüm kıyafetlerini yıkamak durumundaydı, ben zaten temizdim fakat ortalıkta görünürsem, biri çıkar al şu işleri de hallet derse işim kötüydü, reddetmek beni daha çok zora sokardı.
Yemekhanenin önüne çıktım, beş kişi aralarında konuşuyorlardı, oraya doğru yöneldim, henüz üç dakika geçmeden, arkamdan yüzüme biraz sert tokat geldi, kim lan bunu yapan, diyerek arkamı döndüm ki, bizim sanat okulundan cart tin diye lakap taktığımız, arkadaşım olmasın mı!
Sarıldık kucaklaştık, hal hatırdan sonra, beni götürmeye gelmiş, çavuş talimgahında çamaşırhaneden sorumlu on başıymış, sağ olsun izin istedi, beraberce mekanına gittik, benim tüm kıyafetlerimi, yıkadı, ütüledi ve yemeğimi getirdi, yedik daha sonra muhaberede hemşehrilerimiz var, hadi oraya gidelim de, seni onlarla tanıştırayım iyi arkadaşlar dedi.
Sevindim olur diyerek oraya vardık, tanıştık ve aklıma hemen çavuş Hasan geldi, bir şekilde hıncımı almalıydım ondan, yoksa rahatsız oluyordum.
Dedim ki hem şerim, bana müsaade ederseniz, geçici bir müddet kıdemli astsubay, Mustafa Eren olacağım dedim, hayırdır dediler olayı kısaca anlattım, bu fırsatı değerlendirmem lazım, diyerek onları ikna ettim.
Kabul ettiler fakat, çok sıkıntılı olacağını belittiler, ben her sıkıntıya razıyım dedim ve bizim bölüğü bağlattırdım.
Tank çavuş Hasan Sağlam buyurun komutanım dedi, bende Hasan evladım, bölüğünüz askerlerinden Mustafa Cilasun ve Musa Usanmaz diye iki askerin, ziyaret bahçesinde, anne ve babaları sabahtan belli bekliyor, hemen onları buraya gönder, bekliyorum dedim.
Emredersiniz komutanım, derhal göndereyim dedi ve telefonu kapattım, aradan beş dakika geçti yeniden bağlattım, oysaki kırk beş dakikada gelemezler, fakat bulamayacağını bildiğim için, aynı tekmili tekrarladı oğlum henüz gelemediler ne yaptın dedim.
Komutanım araştırıyorum, bulmaya çalışıyorum demez mi, lan zevzek geri zekalı, senin bölüğünde ki askerden haberin yok mu, komutanım yanlış anladınız, elbette haberim var, hemen gönderiyorum dedi ve ben telefonu kapattım.
Bir müddet sonra yeniden arayarak, küfür dışında ağzıma gelen hakareti yapmıştım ve dolayısıyla oldukça rahatlamıştım, fakat beraber olduğumuz arkadaşlar, bu duruma katılarak gülüyorlardı.
Akşama yakındı, teşekkür ederek arkadaşlarla vedalaştım ve ziyaret bahçesine vardım, Musa’yı gördüm yanarak beni arıyormuş, ona merak etme durum kontrolüm de, ben ayarladım bu durumu deyince, yapma ya Allah aşkına nasıl yapabildin, gerçekten mi söylüyorsun diyerek defalarca sormuştu.
Musa da benim yaşlarımda evli ve iki çocuğu olan iyi, fakat oldukça çekingen bir arkadaştı, cesareti yok denecek kadar azdı.
Musa dan ayrıldım, çavuş talimgahın oradan bölüğe gidecektim, çünkü nereden geliyorsun denince rahatlıkla söyleyecektim.
Gidiyorum fakat yol bitmiyordu, hiç görmediğim yerler karşıma çıkıyordu, uzaktan bir kulübe gibi görünen yere yaklaştım, iki tane asker, tüfeği bana doğru yönelterek, parola sordular.
Baktım ki durum oldukça kritik, oğlum ne parolası siz kafayı mı yediniz, alay komutanının şoförü Yunusla beraber geziyorduk, komutanın hanımı çağırdı oda hemen ayrıldı, bende buradan bölüğüme gidiyorum deyince, peki biz nereden bilelim doğru söylediğini dediler.
Öğrenmek çok basit, telefon açar sorarsın dedim, o zaman tamam tertip biz seni görmemiş olalım, şuradan nereye gidiyorsan çekip git dediler.
Fakat ben bu yolun nereye gittiğini bilemiyordum, askerlerde soramadım, çünkü açık vermeyeyim diye.
İlerliyordum fakat nereye gideceğimi bilemiyordum, içimi bir ürperti sardı lakin metin olmam gerektiğini biliyordum.
Metanetimi korumak adına, tek yardım isteyeceğim, kulu olduğuma inandığım, Allah’a gönlümü açtım, içimden geldiğince dua etmeye ve ezberimde ne kadar sure varsa su içer gibi okuyordum.
Zırhlı tümen olması sebebiyle, tatbikatların tanklarla yapıldığı, ayrıca yabancı misyon şeflerinin, nezaret ettiği bir mekan olması, daha da önemlisi bizlere anlatılan bilgilere göre, o meşhur 12 EYLÜL harekatının tapıldığı, bir tümen olması nedeniyle, arazisi de o anlamda oldukça geniş olduğundan, gözümün aldığı alan, yüksek tepelerin olduğu ve her şeyin tam net görülemediği için, sanki meçhule doğru yol alıyordum.
Acemi bir askerdim, gizli paniğim o yüzdendi ve öylece ilerliyordum derken, yorucu olan uzunca bir yoldan sonra, fark edilebilir bir yeşil alan ve daha yüksek bir tepede binaları gördüm.
Çok sevindim lakin, bir koşuşturmaca dikkatimi çekiyordu, burası herhalde çok önemli bir yer diye içimden mırıldanıyordum ki, yaklaştıkça üst rütbeli komutanlar olduğunu, hemen fark ettiğim an, daha da çok heyecanlandım!
Fakat durmuyor ilerliyordum, bir başka seçeneğin olmadığını da biliyordum, ne olacaksa olsun diye içimden geçiriyordum.
Tahmin ettiğim kadar, tabur içtiması yapılmış, komutanlar karargaha geliyorlardı ve dolayısıyla bu binada o meşhur çamlı köşk olmalıydı, yani tümen komutanının mekanıydı.
Hiç istifimi bozmadan, nizami bir biçimde selam vererek, aşağıya doğru ilerliyordum, kıyafetim yeni temiz ve ütülü olduğundan zannederim ki, karargahta görevli askerlerden biri zannederek, hiç kimse bir şey sorma gereğini bile duymadı.
Komutanları geçince, koşarak tabur yemek hanesine, yemek almaya gelen, bölük askerlerinin arasına karışarak, kendi bölüğümün askerlerinin arasına karıştım, yemek ekibindenmişim gibi yaptım.
Arkadaşlarım beni fark edince, özellikle İbrahim, nerdesin herkes seni arıyor, bölük çavuşu burnundan soluklanıyor, fena halde sana kızgın, haberin olsun dedi.
Tabi durumun çok vahim olduğunu hissettim, fakat İbrahim’e çaktırmadım, sanki oda telaş memuruydu!
Bölüğe geldik, oldukça haşin ve gaddar olan Hasan çavuş, gür bir ses tonu ile bağırarak, Kayserili gel buraya dedi, fakat tüm bölük ona bakarak, olacakları merakla bekliyorlardı!
Alaycı bir tavırla söyle bakalım Kayserili, sen nerdeydin, bölük seni aradığı halde izine rastlanmadı, nerede olduğunu bir bilen kimse çıkmadı, yaklaş ta askerliğin kaç bucak olduğunu göstereyim sana dedi.
Komutanım beni çavuşum gönderdi, çavuş talimgahından, çamaşırhane sorumlusu arkadaşım geldi ve onunla, çavuş talimgahına gittik dedim, lakin yüksek bir ses tonu ile hangi çavuş gönderdi dedi.
Çeçen çavuş, diyerek karşılık verdim ve hemen çeçeni çağırttı oda geldi, çeçen çavuşa, bunu sen mi gönderdin, diyerek kızgın bir edayla sordu, çeçen çavuş benim yüzüme baktı, sabahki olayı bir an hatırlayamadı ve cevap vermekte geç kaldı.
Hasan çavuş bana dönerek, hani ne oldu Kayserili derken, Çeçen çavuş tamam hatırladım, doğru ben göndermiştim ve sana da söylemiştim diyerek çıkıştı, bu arada oh be elhamdülillah, diyerek oldukça ferahlamıştım.
Hasan çavuş ulan Kayserli, yine yırttın hadi gözümden kaybol dedi ve ben tabi ki oradan hemen kayboldum, fakat içim içime sığmıyordu, yüreğim serinlemişti.
Normalde askerlik, oldukça önemli ve hatta zevkli, yirmi yaşına kadar, herkes den ve her bir yerde dinlemek zorunda kaldığın, askerlik muhabbetini, tüm açıklığıyla ve bir solukta öğrenmiş oluyorsun.
Fakat ne zaman görev dışında, yani erbaşların keyfe keder istek ve talepleri seni buluyorsa ve de yapmak zorunda bırakıyorsa, işte o zaman bir yolunu bulup stresten kurtuluyorsun, tabi ki riskinin de oldukça çok, olduğunu bildiğin halde.
Zira aklın yolu birdir, ne yapacağını, nasıl yapacağını ve ne zaman yapacağını hesapladığın vakit, çok bir meselede kalmıyordu zaten.
Mesela bir örnek verirsem, daha da iyi anlaşılacağını umuyorum.
Bir gün bölük, oldukça ciddi bir şekilde, sayım yapılarak toplandı, tabi bizde tabi oluyoruz, fakat nereye gideceğimizi bilemiyoruz.
Sıraya girdik, daha sonra çok uzun olan, yorucu bir yürüyüşle, bazen uygun adım ve bazen marşlar eşliğinde ve çok sıcak bir günde, sivri sineklerin serbest atış yaptığı bir mevsimde, hafif çamurlu ve otların hür büyüdüğü bir mekanda, bölük çök diye bir ses duyuldu.
Merakla bekliyorduk, fakat sinekler fırsat vermiyorlardı, düşünmeye bile.
Çavuş tiz bir ses tonuyla, bölük haberiniz olsun, bu gördüğünüz otlar, bugün yolunacak ve bu gördüğünüz alan, tamamen temizlenecek demesin mi!
İşte o an, mutlaka bir çözüm bularak, ziyaret bahçesine intikal etmem lazım diyerek, hızlı bir şekilde kararımı verdim ve zemin yoklamasına başladım.
Bir miktar otları toplayıp kucakladım ve uzak bir yere atmak için yürümeye koyuldum, gittiğim yerde üç, beş askeri gözüm kesti.
Kimseye çaktırmadan dikkat kesildim, bizim bölüğün askerleri değildi, selam verdim ve hangi bölükten olduklarını öğrendim, havan bölüğünden olduklarını söylediler, hepside benim gibi acemi askerlerdi.
Cebimde her zaman hazırda tuttuğum, not yazılmış kağıdı çıkartarak, telaşlı bir şekilde, tertip biraz önce ziyaret bahçesinden geldim, şu arkadaşın annesi, babası ziyaret bahçesine gelmişler ve saatlerce bekliyorlarmış, bölüğü burada yazıyor bir yardımcı olursanız sevinirim dedim ve yanlarından istikametimi değiştirerek, hızlı adımlarla ayrıldım ve başka bir yoldan bölüğe karışarak otları yolmaya koyuldum.
Bir taraftan da onları gözetliyordum, ne zaman gelecekler diye, hiçbir şey yokmuş gibi bölük askerleriyle konuşarak, bazen de şakalaşarak, içimden gizlice neticeyi bekliyordum.
Takriben yarım saat sonra, Kayserili diye çağrılmaya başlandım, fakat bu çağrılmayı hiç duymuyordum, çünkü kağıdı getiren askerlerin gitmesini bekliyordum.
Onların uzaklaştığını görünce, yeni duymuş gibi irkilip, çavuşun yanına doğru yürümeye başladım, buyurun komutanım beni istemişiniz dedim.
Çavuş biraz gülerek, lan Kayserili seni anan kadir gecesi doğurmuş aslanım, ben ne yapayım, hadi gözün aydın ziyaretçilerin gelmiş memleketten, seni bekliyorlarmış, hediyeden bizi mahrum bırakma, akşama geç kalma kaybol dedi.
Ziyaret bahçesinin yolunu tuttum, fakat oldukça uzakta bulunduğu için, hızlı bir tempoda oradan uzaklaştım.
Nihayet oraya ulaştım, tabi ki ziyaretçim yok biliyorum, sivil vatandaşları seyretmek bile yetiyordu, rahatlamak için, bu zorlayan psikoloji, beni çözüm bulmaya zorlamıştı ve hamt olsun ki, yine ufak bir gayretimle vukuatsız atlatmıştım.
İşte bu ve buna benzer durumlarda, mutlaka bir çözüm bulmuşumdur, tabi bu benim zeki olduğumdan değil, gayret ve zamanlama noktasında sabretmem ve tevekkel olmamdan kaynaklanıyor zannediyorum.
Bir insan askere neden gitmek ister, tabi bir çok sebep sıralamak mümkündür, fakat en önemli unsur, temel bir görev olması, kendini tanıması, müşterekliği tatması, vatan müdafaasında seferber olması, bunun içinde eğitim alması, daha kaba bir ifadeyle, yaşadığı toplumda adamdan sayılması denilebilir.
Fakat, askerlik o kadar farklı bir meslek ki; anlaşılamayan, meşkuk, monoton ve birazda basit ve hatta teknoloji oldukça geri kalmış, basit bir eğitim masası, ezbere dayalı eğitim vesaire, bunlar o günün şartların da böyleydi, bugün nasıl bilemiyorum!
Şefkati, sevgiyi, nefreti, övgüyü, mananın mantıksızlığını, tahakküm ve disiplinin ifrat noktalarını, güvenin en fazla olması gereken yerde, tedbirin önemini daha iyi anlıyorsun, hele gurbeti öylesine yaşıyorsun ki, sanki aile fertlerinden ilk defa ayrı kalıyorsun vallahi sormayın gitsin.
Yeni ve bir yıllık evliğim, yirmi dört yaşın da evlendim, eşime hasretim, çocuğum olacak merak içindeyim derken, akşamın bir satın da,19,30 civarın da bölüğün yemek hanesin de, Kayserili telefonun var demesinler mi, öyle şaşırdım ki, hala etrafıma bakınıyorum, gerçekten mi diye!
Ne bakınıyorsun haydi durma koş çabuk gel dediler.
Tabi şaşkınlığı üzerimden attıktan sonra, ahizeyi kulağıma tuttum alo buyurun diyerek, kulağıma gelen sesi tanımaya çalışıyordum, çünkü aile efradımın beni aramaları mümkün değil gibiydi.
Mustafa ben Mustafa dayın, nasılsın iyi misin, nasıl gidiyor askerlik dedi.
Dayı hamt olsun alıştık, aramanızı beklemiyordum onun için şaşırdım diyerek karşılık verdim.
Mustafa dayım, havacı ve kademeli, kıdemli bir astsubay olarak görev yapıyordu.
Sürekli şehir, şehir tayinle gezdiğinden pek sık görüşemezdik, birde dayım asker olduğundan herhalde, oldukça ciddi ve sert bir yapısı vardı, nedense yanına pek yaklaşamaz idik.
Zeki dayım da, karacı bir ast subaydı, lakin kara takım diye bildiğimiz, halktan biri gibi sıcak ve ilgiliydi.
Yine de itiraf etmek gerekirse, arayan ciddi dayımdı, Mustafa sana müjdeli bir haberim var, gözün aydın bir kızın dünyaya gelmiş, tebrik ederim seni, Allah analı, babalı büyütsün dedi.
Bende bu nazik davranışından dolayı, kendisine teşekkür ederek, sevincimi onunla paylaştım, asker ocağında böyle hayırlı bir haber, insana farklı ve garip bir duygular yaşatıyor.
Allah herkese nasip etsin ve bu haberle merakla beklediğim çocuğum, sağ-salim dünyaya gelmiş ve sevgili eşimde selametle kurtulmuş, ve ben böylece baba olma mutluluğuna erişmiş oldum.
Benim yüzünü dahi göremediğim biricik kızımım ismini, babası olarak ben koyacağım dediğim için, yirmi bir gün isimsiz kalarak, dağıtım için izine gelmemi bekliyordu, kolay mı ilk çocuğum onun ismini, güzelce araştırarak koymam gerekiyordu, böyle düşünüyordum.
Kayın pederim hoca olduğu için, sekiz çocuğunun ismini koyduğu gibi, sayısız bir çok çocuğun da ismini koymuştur, içimde ki gizli kanaat benim çocuğuma, babamın isim koyması uygundu.
Lakin, canım babam böyle işlerle pek alakası olmayan, kendi halin de, saf tevekkel, hinliği hiç olmayan canlı bir tarihti, hatıralarını bilmem kaç kez, defaten dinlemişimdir, hatıralarından birisini anlatmaya başlayınca, arkasını ben getirebiliyordum.
Aslan babamın böyle bir hissiyatı olmadığından, benim devreye girmem kaçınılmazdı, babam adına böyle düşünüyordum ve öylede yaptım.
Dağıtım iznine gelmek için, tümene otobüsler gelmiş onlara binerek ayrılacaktık, tümenden elli kilometre uzaklaştığımız halde, tekrar çağrılırız kaygısı içimiz de hakimdi, zira muazzam bir baskı uygulamışlardı.
Daha sonra bu duygunun yok olduğunu fark ettik ve sanki askerliği bitirdik coşkusuyla sılaya, yuvama kavuşacaktım, kolay mı bu!
Gönlümün sultanı güzel Kayserime gelince, daha çok rahatlamıştım, sanki hiç ayrılmamış gibiydim, inzibatlar terminalde indiğimizde gözümüze çarpmasa, daha da iyi olacaktı, lakin onlarda verilen emirleri ifa ediyorlar, ne yapabilirlerdi!
Bir dolmuşa binerek, mahalleme dolayısıyla onca yıllarımın geçtiği, evimize doğru merakla ve tabiî ki sevinçle gidiyordum.
Merak ediyordum çünkü, annem eşimi kendi ailesinin yanına bırakarak, askere gitmeme pek razı olmamıştı, bende biliyorum ki, birtakım insanlar annemi boş bırakmazlar fit verirlerdi.
Annem de zavallı, çok düşünmeden hemen inanır ve tavır alırdı, kendi asık suratı yetmiyormuş gibi, ayrıca zavallı babamı da devreye sokarak ve bana tavır almasını sağlardı.
Babamı masum görüyorum, başka bir seçeneği yoktu, zira annem onun iflahını keserdi.
Hele bir annemin sözünü tutmasın, annem çarpıp azarlar, bin pişman ederdi, ne yapsın geçinmek zorunda, sabır etmeseydi, kırk yıllık bir evlilik devam edebilirimiydi!
Babamın da fevkalade hataları vardı, aile sorumluluğu pek yoktu, bir aile reisine düşen görevleri çok önemsemezdi, belki bunları çok idrak edemediğindendir, beklide iyi yetiştirilmediğinden, daha da önemlisi kendini muhasebe etmesini çok bilemediğindendir.
Ama her ne olursa olsun, nasıl olursa olsun benim babamdır, hem de aslan babamdır, kundura tamircisinin yanın da çırak olarak çalıştığını anlatırdı, iyi dikiş diktiğini fark ederdim, babam çocukluğun da muzipmiş.
Sırf seyredip gülmek için bir gün, evlerinden yoğurdu ve bir tutam acı biberi alarak, gizlice suyu çekilmiş dereye iner, orada yayılmakta olan dananın yanına yaklaşır, elinde ki yoğurdun içine kattığı acı biberi, dananın ağzına burnuna sürer.
Dana siyah olduğundan beyazlanıyor fakat, zavallı dana nefes aldıkça, genzine çektiği acı biber, tıksırmasına sebep olduğundan, her nefes alışında mutlaka şiddetli bir biçimde hapşuruyor muş.
Babamda dananın karşısına geçmiş katıla, katıla gülüyormuş, böyle içten gülmenin sebebini merak eden, arkadaşı yanına yaklaşarak hayırdır ne yapıyorsun, diye sorduğunda, danayı güzellik seansına tabi tutuyorum demiş.
Yine annemden dinlediğim babamla ilgili bir anısın da, 50-60 lığ yıllar yokluğun çok olduğu yıllardı, borç harç piyasaya yeni çıkan bir gazocağı alırlar evimize, iki sokak arkamızda oturan komşularımızın gazocağı, çok pompalandığından patlamış, evlerine ve çocuklarına hayli zarar vermiş.
Bu olayı duyan babam çok içerlemiş, evimize gelir gelmez, borç,harç alınan gazocağını bir eline, diğer eline de keseri alarak, annemden gizlice kuytu bir yere çömelerek, gazocağını kırıp parçalamak niyetiyle, defalarca gaz ocağına vurur.
Annem sesin geldiği yöne doğru yaklaşarak, duruma vakıf olmaya çalışıyormuş, bunun farkına varan babam, daha çok gizleniyor lakin, annem uyanıktır durumun vahametini hemen anlıyor.
Annemin içi gidiyormuş, kolay mı borç harç alınmış, gaz ocağını elden gidiyor görünce, daha parası dahi ödenmemiş olduğundan, dayanamıyor ve Allah ciğerine inmeler insin, ömrün kesilsin, olmaz olasıca, başıma nerden çıktın, hiç gazocağı kırılır mı, tefi dürül esice diyerek hayıflanır.
Babamda duruma bakar ki çok vahim, bir solukta hemen cevaben çocuklarım mı ölseydi, öyle daha mı iyi olurdu söylesene diyerek işin içinden çıkar, annem o an söyleyecek pek bir şey bulamadığından bakıp kalır.
Fakat gazocağı, babamdan yediği keser darbelerinden, ocak olmaktan çıkmış, babamda maksadına ulaşmanın huzurunu, gizli bir biçimde yaşamış, babam için yemek pişmiş, pişememiş onun sorunu değildi.
Duygusallık, sevgili babamda çoğu kez mantığın önüne geçiyordu, fakat o bunun hiç bir zaman farkında olamıyordu veya olmak istemiyordu.
Sevgili canım anacığıma da pek kızamıyorum, çünkü aile sorumluluğunu tek başına yüklenmiş ve bir çok zorluklara rağmen, aklının yettiğince ufak,tefek hatalara rağmen, üstesinden gemliye gayret ediyordu.
Bir garibin tarifini yapsalar, annem bunun tam muhatabıydı, beş günlük iken annesini kaybetmesi, babasının en çok bu günlerde sahip çıkması gerekirken, sevgi, şefkat, ilgi maalesef anneme hiç gösterilmemiş, ama diğer hanımından olan dayıma, fevkalade ihtimam gösteriliyormuş.
O günün yokluğun da bulurlarsa sütü, anneme değil de dayıma içiriyorlarmış, hatta annem kız evladı olduğun için midir nedir bilemiyorum, adeta tamamen dışlanmış ve annesinin akrabalarına kaçak, göçek giderek en çok ihtiyaç duyduğu sevgiyi onlarda arıyormuş.
Böyle katı şartlar da yetişen bir insan, özellikle kız evladı ne kadar başarılı olabilir, ilk okulu ikinci sınıfta terk etmiş ve analık elinde her şeyden mahrum olarak yetişen, gariban bir kız evladı.
Hürriyetine kavuşmak adına, babam bir kurtuluş olmuş, lakin yeni evlenen insanlar o yıllar da kaynana, kaynata hizmetinde bulunmadan, kendi evlerine, müsaade olmadan ayrılmaları mümkün olmazmış, hülasa istemediğin kadar çile bol.
Ben ailemin tek oğulları olduğumdan, annem doğal olarak, askere giderken gelinlerini, yanlarına bırakmamı istiyorlardı, annemle hayata bakış frekansımız ve mihengimiz, aynı ölçekte olmadığından, farklılığımız bariz bir şekilde, kendiliğinden ortaya çıkıyordu.
Mesela ben yalan,yanlış konuşana, davranış bozukluğuna şiddetle karşı olan, her şeyin bir güven ortamında, olması gereğine bütün yüreğiyle inanan, yaşantısını bu ölçekte tutamaya azami gayret sarf eden, bir karakter yapım mevcuttur.
Annem ise işine geldiği gibi davranan, toplumun sosyal koşullarını dikkate almayan, aman bugün varız yarın yokuz diyebilen, ahiret’e çok hata bırakan, kulluk noktasın da biraz duyarsız olan zavallı bir insandı.
Onca yıl annemi babama karşı, ailemize karşı, topluma karşı daha duyarlı bir hanımefendi olması, saygın bir kişiliğe sahip olması için, ne kadar gayret gösterdiğimi, bir Allah ve bir de ben bilirim, çoğu kez arkadaşlarımın annelerine gıpta ederdim, bunu da maalesef içime atarak kimseyle paylaşmazdım.
Özellikle toplumun ileri gelenleri dediğimiz, alim, arif ve hal ehli olan değerli insanları tavsiyelerine uyarak, askere giderken zevcemi kendi babasına emanet etmiştim, bu kararımdan asla pişman olmadım, annemin duygusallığını bir biçimde anlıyordum fakat;
Sevgi ve şefkatin dorukta olduğu, bir ailede yetişen,
Maneviyatın ön planda tutulduğu, ortam zenginliğinde filizlenen,
Güven ve emniyetin hiç, ihmal edilmediği bir ailenin kızını,
Allah’ın bir emaneti olarak, nikahımın altına aldığımdan,
Bir eşi ve efendisi olarak, neslimin emniyeti ve selameti için,
Toplum önderlerinin tavsiyelerini, asla ihmal edemezdim.
Evlendiğimizde annenlerle birlikte oturuyorduk, ne çektiklerimizi bir Allah bilir, birde sevgili zevcem, kimselere anlatamazdık yaşadığımız onca sıkıntıyı, çünkü bunlar bizim aile sırlarımızdı ve kimi, kime şikayet edecektim.
Ama zevcemle kendi aramız da o kadar mutlu ve huzurluyduk ki, yapılanlar bizleri çok üzüyordu fakat, bizleri asla yıldırmıyor aksine daha çok yakınlaştırıyordu.
Haşlanmış bir patates ve birde kuru soğan, bizlere fazlasıyla yetiyordu, aksine sevgili ehlim, kendi ailesinin mutfaklarında her şeyin en iyisini yiyerek yetişmişlerdi.
Bir gün dahi hayıflandığına şahit olmadım ve ailesine hiç bir gün sırrımızı vermedi, evimizde fazlasını buluyormuş gibi davranarak, beni her zaman onu re etmiştir.
Her kez tarafından sayılan ve sevilen bir hanımefendi olduğundan, kendisinin gıyabında her zaman gıpta ile bakmışımdır.
Çünkü benim bu denli sevenlerim bulunmuyordu, insanların sevgilerini kazanmayı ehlim kadar başaramıyordum, bu bakımdan Allah’ın benim için bir lütfü olduğuna inanarak, dünya ve ahiret arkadaşım olarak gönlümde, her zaman yerini korumayı bilmiştir.
Allah anne ve babasından razı olsun, benim izzet ve şerefimi benden daha iyi ölçüde ve hassasiyetle muhafaza ediyor.
Bir ikinci tercih şansım olsaydı eş için, hiç tereddüt etmeden sevgili eşimi yine tercih ederdim, bu itirafı en kalbi duygularımla yapıyorum.
Tabi bu satırları yazarken, ilk defa olmak üzere, benim için fevkalade özel olan sırlarımı, sizlerle paylaşıyorum.
Çünkü sizler benim için bilinmeyenlersiniz, yani daha açık bir ifadeyle, bu satırları kim okur, kim okumaz bilemiyorum, yalnızca okurlarıma bir hatırat olması dışında, sosyal ve psikolojik olarak bir katkı sağlayacağı kanaatiyle yazıyorum.
Sevgili eşim bu itirafları duysaydı, belki de bizim özelimizdi diyerek gücenir veya hizmetini sunmaya daha gayret ederdi bilemiyorum.
Ama yinede ben, bu kadarına bile layık olduğuma inanmıyorum, meltem rüzgarının esintisinde yetişen bir fidanla, lodos rüzgarında yetişen bir fidan arasında, ne gibi bir fark var ise, sevgi ve şefkatte eşim meltemi, ben ise lodos rüzgarını temsil ediyorduk, bu bakımdan!
Kendisinin bana gösterdiği tahammül ve bitmeyen sabrı, ben mümkün değil gösteremezdim, zor anlaşılan bir kişiliğe sahip olduğumu biliyorum, onun için defalarca kendisine teşekkür ediyor, satırlarımda saygı ve şükranlarımı sunuyorum.
Hani daha önce sizlere, satırlarımda bahsetmiş olduğum, lakabı kara Mehmet olan, can dostum bir arkadaşım vardı ya hatırladınız mı, ilahiyat fakültesi mezunuydu, şu sıralar Erzurum’un Oltu ilçesinde müftülük yapıyor.
İşte bu hal ehli arkadaşım Mehmet bir zamanlar bana demişti ki, Mustafa gardaş, sana bir şey şöyleyim de kızma sakın, olmaz mı demişti, estağfurullah Mehmet’im ne demek kızmak, haddime mi demiştim ve gözlerime bakarak, seninle bu dünyada geçinen bir hanım, mutlaka cennete girer demişti.
Tabi ki kızmam demiştim fakat, doğrusunu isterseniz içimden biraz da bozulmuştum, kendisine belli etmeden, neden diyerek duramadım sordum, bana dedi ki: sen her şeyin adil olmasını istiyorsun ve hemen sinirleniyorsun ve tahammülün çok az demişti, beklide haklıydı, ama bana göre;
Her insan sorumluluğunu bilmeli, haksızlığa, yalana, ihanete hiç tahammülüm yoktu, bunu da elimde olmadan ve istemeden yüz hatlarımdan belli ediyordum.
Belki biraz duygularımı gizleyerek, biraz tahammül göstererek ve bir müddet zamana bırakarak, böyle davranma yolunu tercih etsem, belki birilerinden daha çok kabul göreceğim.
Fakat böyle bir erdem ve fazilet benim becerebildiğim bir iş değildi, bazen böyle yapabilmeyi becersem, diyerek hayıflandığım olmuştur.
İşte askerden dağıtım iznine gelirken, merakımın temel nedeni, annemlerin bana karşı tavrıydı, sevgili babamın masum olan, fakat annemin dolduruşuyla asık duran yüzü, benim en önemli kaygı nedenlerimdi.
Eşimi babasının evinden alarak, bizim eve getireceğim, durum nasıl olacak acaba diye, kaygılanıyordum tabi olarak.
Evliliğimin birinci yılı dahi dolmadan, biran önce geleceğimi düşünmek sebebiyle, çocuklarımın her zaman başın da bulunmak için, işimi kalıcı yapmak kaydıyla ve tüm bunları şekillendirmek niyetiyle askere gitme gereğini duymuştum.
İsmini yirmi bir gündür koymayı geciktirdiğim, biricik ve tek göz ağrım çocuğuma nihayet kavuşacaktım, tabi çocuğumun annesi sevgili eşime de.
Kolay mı evlendikten sonra, eşimden ilk defa ayrı kalıyordum, yirmi dört yaşıma kadar hiçbir kadına yakın olmamıştım, uzuvlarımın haysiyetini ve onurunu korumuştum, her ikimiz de ilk defa karşıt cinslerimize yakın olmuştuk.
Asker ocağın da eğitim yaparken, güneşin altın da yanmıştık, ilk defa asker elbisesiyle eşim beni görecekti.
Asker olmamın yanın da, cazip olan hiçbir tarafım bulunmuyordu, zira harçlığımız az olduğu için, maalesef bir asker hediyesi dahi alamamıştım.
Nihayet evimize gelmiştim, her zaman olduğu gibi annem açmıştı kapıyı, umduğumdan daha iyi karşıladı, canım annem işi rast gelsin, hemen babama seslendi, İsmail efendi bak oğlun geldi diyerek, babam da sevinerek geldi ve hemen ellerini öptüm, sarıldık hal, hatır sual ederek biraz sohbet ettik.
Babasına emanet olarak bıraktığım, ehlim ve çocuğumu almak için, müsaade isteyerek evimizden ayrıldım, kayın pederimin evinin yolunu tuttum, nihayet evlerine ulaşarak, orada da hoş beş yaptıktan sonra, izin isteyip kendi evimizin yolunu tuttuk.
Kızımı maşallah nur topu gibi buldum, fevkalade sağlıklı ve bir o kadar da güzel mi güzeldi, masum bir yüzle etrafına bakınıyordu, yanaklarını nazik bir şekilde okşadım ve ilk defa kendi parçamı öptüm.
İsminin ne olacağının kararını vermiştim, anlam itibarı ile namusunu, iffetini muhafaza eden, haya sahibi manasına gelen ve ayrıca Hz.Fatma ve Hz.Asiye annelerimizin, halk tarafından konmuş sıfatları olması sebebiyle.
Çevremde duymadığım, bizim sülalemiz de hiç kimsede bulunmayan, Betül ismini çocuğuma isim olarak, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet getirerek, usulüne uygun bir şekilde koydum.
Nihayet bir asker çocuğu olarak dünyaya gelen, yirmi bir gün isimsiz kalarak bekleyen, sevgili kızıma kavuşma bahtiyarlığına bulmuştum Allaha hamt olsun.
Şöyle bir üşünüyorum, haya ve edep timsali hayat arkadaşımın, çok utanacağından, asla sesini dahi çıkaramayacağını, ağrıdan, sancıdan dişlerini kitlenmiş gibi sıkacağını, en son noktaya gelene kadar, annesine dahi durumunu söylemeyeceğini, tahmin ediyordum.
Kuytu bir köşe çekilerek, her bir kimseden kaçınacağını, en çok ihtiyaç duyacağı anlarda dahi, yanında bulunamadığım, o ızdırap dolu günleri hatırladığımda, hala bir sıkıntı çekerim.
İtiraf etmeliyim ki, hiçbir zaman eşim kadar duyarlı olamadım, belki benim bu özrüm sevginin, şefkatin izinli olduğu, bir aile ortamında yetişmemden kaynaklandığını, bazen düşünmüyor değilim.
Tabi bayanların yaratılış itibarı ile, biraz daha duygusal olduklarını, geleceğin annelerinin sevgi ve şefkatte, fedakar olmalarının kaçınılamazlığı, ayrıca unutulmamalıdır.
Kayın pederim, saygın, hafız ve bir imamken, bir çok çocuğun ismini koymuşken, kendi evinde bir emanet ve misafir olarak kalan, kendi öz kızının çocuğuna, kendi torununa bir isim koyamamak durumunda bırakılması, tahmin ediyorum ki, çok üzülmüş ve canını da sıkmıştır, bende üzülüyorum lakin!
Belki böyle katı kararlar almak durumunda kalmamın tek nedeni, ömür boyu güvenebileceğim ve bir yastığa baş koyduğum, iyi ve kötü günlerde tereddüde, kuşkuya kapılmadan bir güven ortamında, her şeyimi paylaşacağım, sevgili ehlimin tavrını daha yakından tanımam adına gerekliydi.
Vermiş olduğum talimatlara bağlılığını, yokluğumda sadakatini, kendi annesi babası dahi olsa, tercihlerindeki duyarlılığını mutlaka bilmeliydim.
Efendisinden aldığı talimatların, her zaman önceliğini koruyacağını, bilmesi ve bunu tereddütsüz uygulaması, benim için kaçınılmaz bir gözlem olmuştu.
Şükürler olsun Allah’a ki, sevgili eşim bu süreçten de, alnının akıyla çıkmıştır, kendisine gıyabında teşekkür ediyorum.
Geleceğimizin kararlarını alırken, şimdilik tek yavrumuz olan, sevgili kızım Betül ve olacak çocuklarımızın, bir aile saadetinde filizlenmelerini, ancak bir güven ve fedakarlığın şart olduğu, muhkem bir aile teşekkülünde mümkün olduğuna, tüm kalbimle inanıyordum.
Hayat felsefem bana bu ölçüleri veriyordu, mutlaka uygulamak durumundaydım, bir başka seçeneğim yoktu, bunlardan taviz verseydim inanın kendime saygım kalmazdı, zira hayat felsefem böyleydi.
Her şeyin açık ve net olması, dürüst olunması, her ne yapılıyorsa maliyetine katlanılması, lüzumsuz lafazanlık ve gereksiz yorum yapılmaması ve mutlaka bir güven ortamında bulunulması, yüreğimin asla vazgeçilemezlerindendi.
Yaşadığım hayatın her safhasında, uyguladığım bir ölçüdür bu, dostlarımı bu ölçeğe uyanlar oluştururlar, bu ölçüden taviz veren kişilerden, kalpten ve onları kırmadan içten içe uzaklaşırım, bizzat istemesem de böyle gelişiyordu.
Etrafımın dostlarla sarılmasını her insan gibi bende isterim.
Çünkü insan, insanlar içinde yaşarken bir anlam ifade eder, yalnız bir insan, insan olduğunun çoğu kez, farkında olamayacağı gibi, hiçbir kıymeti, manası ve önemi olmayacaktır, çünkü bu bir vakıadır.

İnsan sığınan, el açan, konuşan, yerinen, sevinen, iradesini kullanan, karar veren, düşünen, tahkik eden ve bir tek mükellef olan, müstesna donatıları bulunan Allah’ın bir dizaynıdır.
Eğer bir insan sabrı, tahammülü, hoş görüyü, sevgiyi, şefkati, tevazuu, şecaati, gösterme de, zemin ve zamanı iyi kullana biliyorsa, bilmeliyiz ki bu insan, dost zengini olan bir insandır.
Arif ve ilmiyle amel eden insanlara konuyu izah etmeye gerek var mı, işte bende olamayanlar da bunlardır.
Terbiye edilmemiş bir nefsin sahibi olarak, fazileti bulmaya çalışmak,durmadan aramak temel bir düstur olması cihetiyle, manasızlığa koşmak adına.
Cahil ve züğürt bir insanın, ya çıkarsa diye dağlara çıkıp define armasına benzer, daha sonra da, suyu, azığı ve dermanı kalmayarak, umutsuzluğa doğru yolculuğa çıkarak, buhran karşısında düştüğü açziyet!
Temel sorun aklın bilgiye, bilginin tecrübeye, tecrübenin, uygun bir zamana, zamanında tahammüle ihtiyacı bulunmaktadır.
Anlamak, idrak etmek, hissetmek ayrı birer meleke olduğu gibi, farklı ve fakat ayrılmaz birleşenler olduğunu da unutmayalım ve her birinin derinliği farklıdır.
İşte insanlar, bu üç derinlik noktasında, sürekli anlaşılamaz olurlar, ve böylece lüzumsuzluğu paylaşırlar, lakin bunun pek farkında olamazlar maalesef.
Hayatımızı bir hiç mantığıyla, idame ettirmeye, ne kadar çalışırsak, çalışalım yinede bir hiçtir, zira maksattan uzak, anlamsızlığa giden bir yol, manasız bir yoldur.
Ama maksattan maksuda giden her yol, derinlik ifade eden, manalı bir yoldur.
Yaratılmış her şey, her canlı ve kozmik alem, kendilerine verilen mühlet içinde hiç sapmadan, bir ahenk zenginliğinde yollarına kararlılıkla devam ediyorlar.
İnsan yaratılmışlar içinde, tek başına irade sahibi olduğu için, kabul ve ret kararlarını, aklı, bilgisi ve tecrübesiyle iradesini kullanarak verecektir.
Zaten bir manada beyhude geçmiş onca yıllar, mürebbisiz, pusulasız ve manasızlık içinde, adeta insanın içini karartan, hayıflandıran ve bazen de utandıran, geçmiş koca bir zaman, kayıp yıllar olarak karşımada adeta bir şecerem gibi duruyor.
Bizlere bir çırpıda şer gibi, görünen nice olaylar, netice itibarıyla hayır olarak, karşımıza çıkarlar, iyi bir muhasebe ve derin bir tefekkür, bunu anlamak için yeterli sebeptir, her ne başımıza geliyorsa, buna bizzat bizim sebep olduğumuz vakidir.
İnsan olarak akıl, bilgi, tecrübe ve muhakeme seçeneklerimizi kullanarak, dağarcığımızda bilinenleri, mutlaka çoğaltmak zorundayız.
Hafızamız da bilinmeyenler, çoğunluğu teşkil ediyorsa, hatamız, yanılgılarımız, heyecanımız, paniğimiz bizleri neticeye değil, hüsrana götürdüğünü, geç fakat nihayetinde anlarız, lakin iş işten geçmiş olur.
Düşünmek ama neyi hangi bilgiyle, hangi sınırlarda, bunun mutlaka netleşmesi gerekmektedir.
Bir olaya müdahalemiz gerektiğinde, hangi ölçülerde, kuvvet, bilgi, tecrübe temel bir unsur olduğu muhakkak, fakat şartlarını yerinde ayarlayamazsan, istenilen neticeyi asla alamazsın.
İşte sabır, sebat ve metanet daha temel bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
İnsan o kadar harikulade yaratılmış ki, her şeyin bir şeye ihtiyacı olduğunu, haber veriyor ve en bariz bir şekilde, ayan, meyan ortaya koyuyor, yeter ki biz kendimizi dinlemeyi bilelim.
İnsan kendini tanıdığı ölçüde, saygın, vakar, alçak gönüllü ve hizmet perver olur, bu ölçülerde bulunan bir insan, tekebbürü, hırçınlığı ve ukalalığı sinesinde asla barındıramaz, böyle mükemmel bir insanın, gücün ve kuvvetin, kendinde bulunan her şeyin, mutlak bir sahibi bulunduğunu bilmemesi mümkün değildir.
Enaniyet sahibi insanlar, elinde bulunan her vasıtayı, varsa başarıyı kendi zatıyla, kaim olduğunu zannederek, yanılgılarını her fırsatta kusarlar ve şahsiyetlerini pazarlamayı ve her panayırda anılmayı vazgeçilmezleri olarak görürler.
Beşer hükmünde bulunan kendi aveneleri alkış tutarak, makamlarını ve paylarının artması noktasında, tüm enerjilerini sarf ederek, safahatlarının sürmesinin temininde gayret gösterirler, aynı zatlar kuvvetin bulunmadığı zeminlerde, kendilerini pazarlamayı ihmal etmezler, işte bu nevi yaratıklar, asli yet kaygısında bulunmayan biçare gafillerdir.
Terbiye edilmemiş, tedavi görmemiş bir gönül neler istemez ki, dolayısıyla istekler ayrı, bunların yerine getirilmesinde, meşruiyetin aranması daha bir ayrıdır.
Yaşantımızı idame ettirirken, temel bir unsur olarak neyi ve hangi ölçüleri baz alıyoruz, rast gele yaşanılan bir hayat, kimler tarafından kabul görüyor, kabul gösteren mekanların ölçü olarak ele aldıkları değerlerin, derinliğinde neler gizli olduğuna bir bakalım.
Adrenalin yükselişini sağlayan, her bir şey meşruiyet ölçüsünde, makbul olacağını katiyen unutmayalım.
Anlaşılabilir olmaktan çıkan, makul ölçüleri zorlayan, karanlık, gizli, bulanıklığı içinde barındıran, sinsiliği temel gaye edinen, fıtratı zorlayan her hal ve davranış, paniği, merakı, heyecanı hat safhayı çıkartan zihniyetler, dikkatlice ve derinlemesine etüt edilmelidir, zira saf, sübyan gençlerimiz malzeme olmaktan kendilerini bu simsarlardan kurtaramazlar.
Aldandık, aldananlardan olduk, neyin, kimin bilinmeyenleri o kadar çok bulunuyor ki sinemizde, meçhulden sahile çıkmak için kürek çektik, adeta onca yıllar, çok acılar yaşayarak geldik.
Bir babanın oğlum, yavrum demesini, bir talimat vermesini, kucağına almasını, bağrına basarak yanaklarımdan öpmesini, yıllarca bekledim.
Arkadaşlarıma hep gıpta ile bakmışımdır, annesi, babası tarafından, sevgiyi, şefkati daha da önemlisi sahiplenmeyi, idrak ederek yaşıyorlar ve bunun gururunu taşıyorlardı, ben ise onlara bakarak yutkunur dururdum, kimselere açılamazdım bir kil gibi içime yatırıyordum seren canımı.
Minarelerden bir sala sesi duyduğumda, içim gider ve bir insanın toprakla buluşacağı, beklide henüz hazırlanmamış o yüzü soğuk mezara konacağını, yaşarken kendisi için her zaman, bir muamma olan gerçeklerle karşılaşacağını, düşündükçe hayıflanmadığım an, hiç mümkün olamamıştır.
Bizlere bir emanet olarak verilen, her şeyimizi imtihan kaygısından, uzak bir şekilde geçirdiğimiz, onca yılların telafisi, tarafımızdan ne kadar mümkün, bu meçhul sürenin belirli bir mühleti var mı, bunun garantisi böbürlenmemiz dışında, nerededir bir bilen var mı?
İmtihan sathının dahi bir gün, hallaç pamuğu gibi yok olacağı, savrulacağı bir günde, satıh gibi yaratılmış bir insanın, ne hükmü olabilir, kime kalmış, ne kalmış hoş bir seda dışında, yedi ceddimin hikayelerini, Kuran o kadar nezih ve ibretle anlatıyor ki, hissetmemek ne mümkün, duyguları paslanmamışlar için.
Seven, şefkati sinesinde barındıran her insan, bir gün mutlaka gerçekleri fark edecektir, çünkü bu duygunun membaı ilahidir, bir masrafı yoktur ve bila bedeldir.
Yaratanın rahmet ve mağfireti o kadar ulvi ve geniş ki, her yanımızı kuşatıyor olması ve bunun farkında olmamamız son derece normaldir.
Bir hiç iken her türlü rahmeti donanmış, korunmuş olmak izah için çok yeterli bir sebeptir. Evlenmeye karar verdiğimde eğer ben evlenirsem, bekar kimse kalmaz demiştim, sebeplerine gelirsek, o kadar perişan ve ayrışan kanaatler vardı ki, ayrıca elde maddi bir varlığın olmaması, babam ve annem gariban zavallı, dünürcü olduğumuz aile saygın ve maneviyat zengini, her iki aile karşılaştırıldığında ortaya çıkan fark beni kaygılandırmıyor değildi.
Her şeye rağmen, evin babasıyla bir hukukumuz vardı, anlaşılamaz değildik, kerimesinin kararı çok önemliydi, zira benim yetişkin bir kız için, cazip gelecek hiçbir özelliğimin bulunmadığına inanıyordum.
O yıllarda hasret kaldığım camiye ve cemaate müdavimdim, imamlara yakınlığım artmıştı, her konuyu can kulağı ile dinliyordum, tavsiyelerini tüm imkanlarımla uyguluyordum, doğru olarak öğretilen her şey uygulanmalıydı, öyle inanıyordum.
Kimin ne söyleyeceğini bilemiyordum, nasıl bir tavır alacaklarını pek önemsenmiyordum, dini yaşamanın, takva sahibi olmanın zaten zor olduğunu, peygamberlerin bile dışlandıklarını, nefsinin, heva ve hevesinin peşinde koşanların, kabullenemeyeceklerini bildirmişlerdi.
Bizde tavizsiz bir biçimde, kim ne derse desin hiç önemsemeden, başım da papak, pantolon yerine şalvar, yakasız ve şalvarın üzerine inen bir gömlekle dolaşıyordum, hatta camilere giderken papağımın üzerine bazen sarıkta bağlıyordum.
Tabi ki sakalımda var, böylesi bir damat adayının, cazip bir tarafı bulunur mu, tereddütler sinemde hat safhadaydı, acaba nasıl bir durumla karşılaşacaktım bilemiyordum.
Ablamlar aynı binada oturdukları için, onlardan soruyordum, görebilmeyi istiyordum, bir akşam salça kaynatırken görmüştüm, beni fark edince hemen uzaklaştı, abisi Ramazanla biraz sohbet ettik, patates közlemesi yedik ve birde çay içmiştik ne hikmettir bilemiyorum ama hepside lezzetli gelmişti.
Ama şükürler olsun o anı yaşamak dahi bizim için yetiyordu, hiçbir zaman bir birlerini görmemiş, iki yetişkin insan kaderlerine rıza göstermişler, teslim olmuşlar,
hayır murat etmişler, ivit ivit araştırmadan, kuşkuya kapılmadan bir birlerine muştu sunmuşlar, bundan daha güzel bir şey olabilir mi.
Beni mahcup bırakmayan, utandırmayan, hiç tanımadığı halde bu riski göze alabilecek kadar cesur olan, sevgili hayat arkadaşım sevginin en güzeline layıktır.
O kadar zordur ki bu kararı verebilmek, yekinen tanımadan, huyunu suyunu bilmeden teslim olmak, teslimiyet olgunluğunun derinliğinde yatıyordur.
Bir insanda bulunan liyakat zenginliğini, hafife almanın bir manası ve mazereti bulunamaz, böyle önemli bir olguyu hafife almak, kişilik zafiyeti olarak karşımıza çıkar, bunu umursamayan kişi bir çok mevhumu da önemsemez.
Hareketli günlerin yoğunluğun da, mütevazı manada nişanımız oldu, bir araya gelmeden akrabalar arasında, nişan şerbetimiz ve yüksüğümüz akşama doğru geldi.
Artık resmen nişanlandık ve nikahlandık, dolayısıyla rahatça nişanlımı ailesinin yanında görebilirdim, nihayet tanıştık, konuştuk hamt olsun aradığım tüm özellikler zatında mevcuttu, hiçbir kusuru yoktu, endamı, edebi ve hizmeti fevkalade güzeldi.
İçim içime sığmıyordu, huzur ve sürur doluydum, Allah anne ve babasından razı olsun, bu zamana kadar korumuş, koklamış, eğitmiş adap ve edebi öğretmiş, mümin bir kerime olarak vakti saatlerini bekliyorlarmış daha ne olsun.
O kadar dünürcü gelmiş, mahcup olarak eli boş dönmüş, yanlarına dahi hiç çıkmamış, zorladıkları zaman içerden kapıyı kilitlemiş, gitmek istememiş vaktini beklemiş ve bir gün öyle bir vakit gelmiş ki;
Tam dört beş yıl önce, bahçe duvarlarını ören, duvar ustası İbrahim’in, hizmet ve terbiyelerinden etkilenerek, bir akşam bana övgüyle bahsettiği, malum hocanın kızları olan, içlerinde en güzeli ve çalışkanı bulunan.
Hiç tanımadığım halde ve habersizce dört-beş yıl geçtik ten sonra, bana kısmet olacak bir kız evladının, kimsenin asla düşünemeyeceği, böyle muazzam bir hesabı kim yapabilir ve kimin aklına gelir, dolayısıyla kime niyet, kime kısmet meşhur sözünü boşuna dememişlerdir.
İşte bunun için, hinlik yapmadan, hilkati zorlamadan, imkanların ölçüsünde kanaat ve tevekkel olmayı küçümsememeli, bu hatayı yapan bir insanın, sadece kendini küçülteceği el an bilinmeli.
Art niyet, ön yargı, bizlerin sürekli yanılmasında, temel bir sebeptir, daha da önemlisi zanlarımızla kanaat oluşturuyorsak, kaybetmemiz de kaçınılmaz olacaktır.

Nakşeden izler kitap çalışmasının, şimdilik bir kısmını sizlerle paylaştım. Dilerim sizleri sıkmamışımdır. Çalışmaların devamının geleceğini beyan ederken, huzur ve itminanlık sizlerle olsun.

Mustafa CİLASUN



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Buselerimi, Sessizliğin Pervazlarında Gizlerim! [Şiir]
Her Lahzada Bir Fark Var, Sırrını İçinde Saklar! [Şiir]
Beklemek Kar Etmedi, Nasip Sükût Ettirdi! [Şiir]
Yürekte Düğümlenir Sukut Ettiren An! [Şiir]
Ruhumun Suskun Hicranı ve Ah U Zarı! [Şiir]
Ey Hicran Aldanan Ben Olayım! [Şiir]
Kalp Hata Etmez, Nefs Vuslata Eriştirmez! [Şiir]
Söyleyemedim, Kalbimin Figanıyla Yetindim! [Şiir]
Kırdın Ümidimi, Yıktın Şu Gönül Lânesini! [Şiir]
Gönül Hüzne Ram Olunca Neyleyim! [Şiir]


Mustafa Cilasun kimdir?

Düşünmeye hassaten zaman ayıran, naifliği önceleyen, estetiği seven, güzelliklerden şevk alan, gönüllerin deşifresiyle uğraşan, halin dilinden haz alan, aşk için meşkin zaruretine inanan, hilkatin ve aidiyetin serinliğinde yazmaya çalışan bir can.

Etkilendiği Yazarlar:
Mehmet Akif Ersoy,Sezai Karakoç,Necip Fazıl Kısakürek, Cemil Meriç


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mustafa Cilasun, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.