I
rüzgârın akıntısındayım
bütün deniz fenerlerinin uzağında…
adımlarım öyle ürkek, öyle miskin ve sefil
denizler köpürüyor hâlâ
köprüler yıkılıyor üstüme
çılgın gelgitler üşüşüyor geceye
bir ölüm yeterken bana
bin ölüm yağar, ıslatır kirpiklerimi.
haykırışlarımı, yakarışlarımı
ötesine yolluyorum denizlerin.
bitmek bilmeyen hayâllerim boş, âvâre
bu fırtınalar, dalgakıranları da çeker içine
ellerim susuyor yapılmışlıklara
gözlerim ışıksız, me’yûs
pamuk ipliğime bağlı her nefesim
balıklar, engin denizlerde boğuluyorken
ben büsbütün yıkılıyorum
ay, gökyüzünün muamma dilberi
ben, kendime yabancıyım sadece
bu derin sancı bir hâtıradır bende
ve tuzlu sulara bıraktığım sırlar
güvenmezdim hiç kimseye bu kadar.
bir gülüşle uçtu üzerimden yıldızlar
bir teselli yâdigârı bırakmadan
uçup gittiler, erkenden…
bir serzeniştir bakışlarımdaki derinlik
bir civan şarkısıdır kepezden dinlediğim
ağıma takılır mehtabın efkâr silsilesi,
ne tuhaf bakışı var öyle dalgaların
bir inancın siluetini saklıyor akışında
boşaltır içini parmaklarıyla
bütün yangınların, talanların uğrağı bendim
bendim bütün yalanların ilk ve son istasyonu
kendimden kaçarken, her göç kendime.
II
kaygı yüklü zamanlardan
küller savruluyor yüzüme,
her şey, uzak bir sahil gibi
ötesinde, çok ötesinde ellerimin,
benim değil içimdeki bu huzursuz korku
mehtaptan sakladığım bu azap benim değil
özlemler bir bir çekilmiş göklerimden
artık tamamıyla istilâya uğramış şehir gibiyim
sırlarla dolu manalar serpilirken geceye
unutturmuyor gördüklerimi, kalbimdeki bu esrar
inciler savruluyor mehtabın elinden
gökkuşağı ne kadar da civanmert;
kırmızı, sarı, yeşil ve mavi ipekten
kuştüylü arzular serpiliyor yeryüzüne.
zümrütlerle, firûzelerle, yakutlarla
ve narin bakışıyla süslerken denizi, ay
bana, türlü renklerden uzak bir dünya
ve hiç değişmen hüsranlar kalıyor
acılarımı saklayamam kendimden
usandım kapamaktan gözlerimi
alışamadım beni kuşatan esmer ışıklara
ne zaman başladı bu bitimsiz yol
ne zaman savruldum bu köhne dehlize
demek yalandı bütün yaşanmışlıklar
rüyada da olsa mutluluklar demek haramdı
bunalıyorum artık, ağır perdelerden
düşkırığı beyaz yelkenlilerden sıkıldım
sağımdan alıp soluma verirken acılarımı
beynimin yükünü ayaklarıma bırakıyorum
ağrılarım büyüyor bu yâdigâr virânede
bir gölge bulsam tutardım ellerinden
tutardım pencerelerden sarkan hüzünlü bakışları
III
dalgaların darbeleri sızlatıyor sanrılarımı
denizler sanki bir gazap sükûtu
ve bitmek bilmeyen mırıltılarıyla
avutuyor kendine kaçan câriyeleri
gölgeler uzuyor, şimdi saat kaç
hangi yılın, kaçıncı ayı, kaçıncı günündeyim
bana bir tek adımı söyleyin yeter
sâhili, durmadan okşayan dalgalar
şimdi bir şamar olup çarpıyor yüzüme
yüreğim, daha keşfedilmemiş iskandil
kendine bile yetmeyen mum ışığı gibi
kaf dağından uzak, gölgelerle boğuşuyorum
uzaklardan, çok uzaklardan
bir parça güneş istemek için
ellerimi açmaktan korkuyorum
kendimle konuşuyorum durmadan
bu duldalıkta unutulacak olan nasılsa benim
duyan var elbet içimdeki nazlı sesi
tarifsiz yalnızlık içinde sayıklıyorum
pusulasız savrulurken medcezirlerle
kalbimin hâtıratına cevap veren var
ben görmesem de, elbet bir gören var
omzuma çöreklenmiş kara bulutlar
lapa lapa tenhâlıklar düşüyor üstüme
dağlardan, çöllerden, karmakarışık renklerden
korku nedir hiç öğrenmeden
yemeniyle gelir intiharlar üzerime
ne vakit, aksetse gözbebeklerime geceler
bir inşikâk gelip bulur beni
IV
değişti her şey, yıllar kayboldu
biliyorum, dostluk kutsaldır, ama
soldu ezberimdeki renkli baharlar
ve ne olduysa yeniden kirlendi dünyâ
yeniden başlamak için çok geç kaldın, diyorlar
sırlar, kumsallara ulaşmadan
uyandırmadan sokakların çıkmazlarını
bir daha dönmemek üzere gitmeliyim
o görkemli zindanlardan, kalabalıklardan
kendinden kaçan divâneler gibi
gökte öbek öbek göç eden bulutlar gibi
öğütülmeden değirmenlerde, gitmeliyim
kaşlarımı çatmadan susuyorum öyle
haziranda yaşıyorum en uzun geceyi
yürüdükçe uzuyor yollar
kıtlık süzülüyor dudaklarımdan
ben bakınca camlar kırılıyor
cam kırıkları batıyor ellerime
ellerim boş, tadı kalmadı yalnızlıkların
ve lambalar sönüyor gökyüzünde
beyaz saçlı prenses kayboluyor
ben alışkınım zaten
içimde susuz nehirler akıyor
dünya, mahşer macerasının son randevusunda
nefes nefese kalan dalgalar
en acıklı enstrümanı gecelerin
notalar sadık kalıyor karanlığa
ben, zamanın akrebinden tutunuyorum
kollarım nasıl da yorgun
ölgün kıtalar arasından geçiyorum
annelerse evlatlarından kilometrelerce uzak
öğrendim, önce kendine meftunmuş insan
V
ayaklarımda prangalar, sürükleniyorum
çoktan kırılmış, düştüğüm mahzenin kilidi
kelepçeler, duvarlarla fısıldaşıyor
hayâlim bile hapsolmuş duvarlar arasına
sonsuzluk denen şey, belli ki uzakta değil
beni de alıp götürürler bir gün ansızın
çalmadan kapımı götürürler, uyandırmadan güneşi
her lahzası bin asra denk sürgünleri
demek bana reva gördüler…
kasvet dolu nefesler geceden de karanlık
sancısı tutuyor her yanımı özgürlüğün
belki birkaç adım ötesindeyimdir
ama bütün parmaklıklar, kenetlenmiş ölüme
yağmurunu değil, hüznünü boşaltıyor bulutlar
câmi önüne açılmış mendil olur her bakışım
dilimi, kalbimin susturduğunu kimse bilmeyecek
kimseler görmeyecek gecelerin aklandığını
ne kadar bağırabilir ki dilsiz bir insân
rûhuyla beraber asılırken darağacına,
son bir arzusu dâima olmalı insânın
son bir nutku kendini bekleyenlerine
kim bilir belki gururunu da alıp yanına
birlikte gitmek istercesine suspus olur
belki birkaç iyi kelâm da düşer sevdiklerimize
ya da iki rekat namaz; nereye gittiğimizi bilircesine
burası saatlerin durduğu koridorlar
burası dünyânın unutulmuş öteki yüzü
kimseler, kimseye etmez
insânın kendine ettiği zulmü,
sökmeden göğsümdeki çivileri
istemem aynaların ihtirasını
herkes bir şeyler peşinde koşuştururken
bana rûhumun serinliğini verin yeter